“Eski püskü perdenin arkasından yansıyan süt beyazı bir aydınlık, sabahın yaklaştığını haber veriyor. Topuklarım ağrıyor; başımda bir örs, tüm vücudumu saran bir dalış hücresi gibi… Tıpkı bir dalgıç giysisi gibi…”
Jean-Dominique Bauby Elle dergisinin saygın ve başarılı editörüdür. Hayat onun için akıl almaz zevk ve renklerle dolu bir maceradır. Çocuklarını ve işini seven, kadınlara aşık bir maceraperesttir. Bir gün bir beyin kanaması geçirir ve kendi vücuduna hapsolur. Locked-in Sendromu dedikleri bir hapishanenin içindedir ve o hapishaneden dışarıya açılan tek pencere sol gözüdür. Doktorlar ona umudun varolduğunu söylerler her ziyaretlerinde fakat o ölmek istemektedir. İsteğini onunla iletişim kurmak için çok çaba gösteren ve ona kullanabileceği bir alfabe ile ses veren konuşma terapistine söyler göz kırparak. Terapisti ise ölmesini değil, ne hissettiğini anlatmasını ve ne olursa olsun yaşamasını istemektedir.
“Bay Bauby, uzun bir uykudan uyanıyorsunuz!” film onun gözünden bu sözcüklerle başlar. Üzerine eğilen bir hemşirenin sıradan, sakin sözleridir bunlar. Flu görüntülerin arasında başlangıçta konuşabildiğini düşünür Jean lakin sonra farkına varır ki konuşamıyor, hareket edemiyor ve bedenine hükmedemiyordur. Onu insan yapan ve iletişim kurmasını sağlayacak tek bir şey kalmıştır geriye, sol gözü. O gözle bize armağan ettiği kitabı nasıl yazdığını görürüz sahne sahne.
Yönetmenliğini Julian Schnabel’in üstlendiği Kelebek ve Dalgıç (The Diving Bell and the Butterfly), Jean-Dominique Bauby’nin aynı adlı romanından 2007 tarihli bir uyarlama. Kitabı ile senkronize giden film bize Jean’ın yaşadıklarını uzun bir süre onun gözünden izletiyor ve Jean tekrar kendini dış dünyaya ifade etmeye karar verdiği anda ise dışarıdan ona bakarken buluyoruz kendimizi. Kitabında olduğu gibi beyazperde de kendini nasıl hissettiğini anlatıyor aslında genç adam. İnsanların ona o küçücük pencereden bakarken onun ne düşündüğünü görüyor ve anlamaya çalışıyoruz.
Kelebek ve Dalgıç, yalın anlatımı, Jean’ın hayallerini sade bir şekilde yansıtması ve durağandan ziyade huzur veren sahneleri ile izleyene Locked-in sendromuna sahip bir insanın kendi ile olan mücadelesine odaklı, malzemesi az ama lezzetli bir seyirlik. Zaman zaman ağlayacağınız ve bolca şükredeceğiniz bir gerçeği usulca yüzünüze fısıldıyor. Sizin de başınıza gelebilir hem de hiç ummadığınız bir anda… Bol ödüllü bir film olmasının sebebi de bu olsa gerek.
Biraz da kitaptan bahsetmek gerekirse tek solukta okuyacağınız ve yine hayatınıza şükrederek devam etmenizi sağlayan bir mola olarak nitelendirebilirim eseri. Kitabın gibi sade, durgun ve açık. Etkileyici anlatımını da buna borçlu yazın. Lakin sadece anlatmak istediğini anlatan ve ağdalı sözlerden uzak duran bir hikaye kaleme alınmış. İbretle ve şiddetle okunmasını tavsiye ederim kendimce.
“Bir kurbağaya dönüştürülmeyi dileseydim ne olurdu acaba? Ne olurdu?”
En küçük sıkıntımızda bile hayata küsen, kendine ve yaşadıklarına isyan eden bizler, hiç düşünür müydünüz nasıl olurdu acaba kendi bedeninize hapsolup öylece kalmak zorunda olsaydınız? En basit ihtiyaçlarınızı dahi karşılamakta acze düşseydiniz?
“Acaba bu evrende beni bu dalgıç hücresinden kurtaracak bir anahtar var mıdır? Ya da son durağı olmayan bir metro? Peki, özgürlüğümü satın alabileceğim bir para? Sanırım başka yerde aramam gerekiyor bunları. O zaman ben gidiyorum!”