“Bir kentin mutluluğu, her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına
bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?” Dostoyevski
Bir yazımda, Emin Alper’in niçin Türk sinemasına özgü “tipik” filmler değil de salon bulamayan, salon bulsa seyirci bulamayan, seyirci bulsa değer bulamayan filmler çektiğini anlamaya çalışmış ve tek bir sesin bile çoğunluğun otoritesini kırmayı başarabileceğinden söz etmiştim. “Tipik” kelimesiyle ne kastettiğim, en çok izlenen Türk filmleri listesine bakıldığında kolayca anlaşılacağından, uzun uzun izah etmeye gerek görmüyorum. Yönetmenin niçin “tipik” filmler çekmediğine ilişkin ipuçları bulabileceğimiz Kız Kardeşler filminde köylü üzerinde tahakküm kurmuş olan Necati karakteri göze çarpar. Necati’ye kimseler bir şey söyleyemez. Köylü, arkasından konuşuyor olsa da, karşı karşıya geldiklerinde korkup çekinmekte, sofra kurup ağırlamakta hatta kendi boğazından keserek Necati’nin “organik” yiyecek, içecek ihtiyacını karşılamaktadır. Reyhan ile ilişkiye girdiği ve bebeğin babası olduğu “bilinmesine” karşın yüz yüze geldiklerinde boyun eğmekte ve suskunluğa bürünmektedirler.
Horlanmasına, küçümsenmesine ve kıyasıya dövülmesine karşın “bilinenleri” Necati’nin yüzüne söyleyebilen tek kişi, “yarım akıllı” denilen Veysel’dir. İç güveysi olarak girdiği evde, sorumluluk almadan bir köşede sessiz sedasız oturmayı içine sindiremeyen, bebeğin okuması ve iyi bir geleceğe sahip olması için “kendince” çabalayan Veysel ile yönetmen arasında özdeşlik kurulabilir. Yönetmenin de kısa bir rol aldığı filmde Veysel karakteri ile aynı kareye girmesi, bu özdeşliği kurmaya izin verir. Hoşgörüsüne sığınarak, Emin Alper için bir nevi, sinemanın “yarım akıllısı” denilebileceğini düşünüyorum. Tipik filmler çekecek olsa çok paralar kazanacak, dergilerde, gazetelerde, televizyonlarda hakkında güzellemeler yapılacak, “talk-show”lara çıkarılacak, “üniversitelerden” ve magazincilerden ödüller alacak, oyuncularının ne kadar seksi, ne kadar güzel, ne kadar yakışıklı olduğu yazılacak ve yapımcılar sıraya gireceğinden sonraki filmini çekebilmek için hiçbir şeyi düşünmek zorunda kalmayacaktır. Bütün bunları elinin tersiyle ittiği görülen Emin Alper’in, çoğunluğun otoritesine karşı çıkması ve “gerçekleri” seyircinin yüzüne söylemesi, zor yolu tercih ettiğini gösteriyor. Filmdeki bebeğin seyirciyi simgelediği söylenebilir. Veysel, dünyaya gelmesinde hiçbir sorumluluğu bulunmadığı bu bebek için nasıl mücadele ediyorsa, yönetmen de içinde bulunduğu duruma düşmesinde hiçbir sorumluluğunun olmadığı seyirci için aynı mücadeleyi vermektedir diyebiliriz.
Köylüleri şehre götürüp getiren arabanın plakasının “42” olduğu görülür. Bu Konya’nın plakası olmasına karşın yoğun kar yağışı, engebeli arazi yapısı, köylünün şivesi vb. burası nasıl Konya dedirtecek cinstendir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyen yönetmen, böylece hikâyenin belli bir yöreye değil de tüm ülkeye özgü olduğu mesajını verir. Karl Marks, Kapital’inin önsözünde, “kapitalist üretim tarzı ve onunla uyuşan üretim ve dolaşım ilişkilerini” inceleyeceğini söyledikten sonra “bunların bugüne kadarki klasik yurdu İngiltere” olduğu için teorisini geliştirirken İngiltere’den yararlandığını belirtir ve devam eder. “Ama Alman okuyucu, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumları karşısında ikiyüzlüce omuz silkecek ya da Almanya’da işler hiç de o kadar kötü gitmiyor diye kendisini iyimser bir havaya bırakacaksa, ona şöyle seslenmeliyim: “De te fabula narratur.” Fazla söze gerek var mı?
Yöneten-yönetilen ilişkisinin mutlaka tahakküme yol açtığını iddia eden Etienne de La Boetie’ye göre, insanlar şiddet kullanılarak baskı altına alınmış olsalar da, özgürlüğe dayalı ilk doğalarından ötürü, köle olmak istemezler. Ona göre, insanların gönüllü olarak hizmet etmeleri ve boyun eğmeleri ancak özgürlüğe dayalı “ilk doğalarının” köleleştirici bir eğitimle yozlaştırılmasıyla mümkündür. Kulluk etmek için “eğitilecek” bu insanlar, iktidar için tehdit olmaktan çıkacak, kurulu düzeni sevip benimseyecek, içinde bulundukları verili düzen dışında başka yaşam biçimleri olduğunu düşünemeyecek ve bu “değerler” insanın “ikinci doğası” haline getirilecektir. “Boyun eğmeye dayalı bu ikinci doğa sayesinde, tahakküm ilişkileri sürdürülebilir hale gelmektedir” diyen La Boetie, nerdeyse beş yüz yıl öncesinden şöyle diyor.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Fakat ey Tanrım, nedir bu? Bunu hangi adla tanımlayabiliriz? Bu ne biçim bir beladır? Kendilerine ait ne malları ne aileleri ne çocukları hatta ne de yaşamları olan sonsuz sayıdaki insanın boyun eğmesini görmek ne büyük bir felakettir, daha doğrusu ne uğursuz bir kötülüktür? Karşısında kanların ve canların feda edilmesi gereken düşman bir ordunun, barbarların değil de, tek bir kişinin yaptığı hırsızlıklara, yağmalara ve gaddarlıklara katlanılıyor. Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz. Hırsızlara eşya sağlamak için evlerinizi doldurup döşeyip, kızlarınızı şehvet duygusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz.” (Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev)
[/box]
İnsanın özgürlüğünün kayboluşu ile devletin ortaya çıkışı doğrudan ilişkilidir. Özgürlüğü ele geçiren iktidar, onu ortadan kaldırmakla yetinmez. Gerçeği çarpıtmak ve bağımlılığı özgürlük olarak göstermek zorundadır çünkü böyle yapabildiği ölçüde ayakta kalacağını bilir. Peki, bu durumdan kurtuluş yok mudur? “Halk bir kere kullaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor” diyen La Boétie bu konuda umutsuzdur. La Boetie’den yaklaşık iki yüz yıl sonra, insanlara “aklını kullanma cesareti göster” çağrısı yapan Immanuel Kant, insanda “ikinci doğa” yerine geçen ergin olmayış durumundan kurtulmanın zor olmakla beraber “aydınlanma” ile mümkün olabileceğini ve durumun ümitsiz olmadığını söyleyecektir. Burada, bir tercih yapma ukalalığında bulunmadan yazıya devam edelim.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Çin’de, hatırlanması zor zamanlardan bu yana, özel bir sanat ortaya çıktı: canlı bir insanı bir kalıpta şekillendirmek. Bir çocuk iki ya da üç yaşında alınır ve az çok grotesk bir şekle sahip bir porselen vazoya konur. Vazonun altı ve üstü açıktır ki, çocuğun kafası ve ayakları dışarı çıkabilsin. Bu şekilde çocuk gelişemeden büyümeye ve vazonun dış kıvrımlarını doldurmaya devam eder. Bu durum birkaç yıl sürer. Bir noktadan sonra, bedende meydana gelen hasar düzeltilemez hale gelir. Bu aşamanın geçildiğine ve bir canavar üretildiğine kanaat getirildiğinde, vazo kırılır ve çocuk dışarı çıkarılır.” (Victor Hugo, Gülen Adam)
[/box]
Victor Hugo’nun sözünü ettiği, panayırlarda sergilenmek üzere çocuk tacirleri tarafından “yaratılan” hilkat garibesi bu çocuklara yapılanlarla, günümüzde adına “eğitim” denilen sistemin çocuklara yaptıklarının birçok açından benzerlik gösterdiği söylenebilir. Bir zamanlar, ben de herkes gibi eğitime “kutsal” bir anlam yükler ve eğitimin her şeyi çözeceğini düşünürdüm. Ta ki eğitimin tanımının “istenilen yönde davranış değişikliği sağlamak” olduğunu öğrenene kadar… O gün yaşadığım hayal kırıklığını anlatmaya kelimeler yetmez. İnandığım birçok şey paramparça olmuştu ancak eğitim ile okuma, öğrenme, araştırma ve eleştirel düşünmenin çok farklı şeyler olduğunu, o an tam anlamıyla idrak ettiğimi söylemeliyim. İstenen yönde davranış değişikliği sağlamaya yönelik bu sistem sayesinde kitlelerin dünyayı algılama ve anlamlandırma biçimleri değiştirilerek, insanın “ikinci doğasının” yeniden yaratıldığı söylenebilir.
Necati köyü tahakküm altına almıştır. İlk iki filme göre daha ilerde bir yerde olduğumuz görülüyor. Burası Necati’nin iktidarını ispatladığı yeni bir aşamadır. Bu köyde doğmuş olabileceği gibi belki bir hastası veya arkadaşı vasıtasıyla köyden haberdar olmuştur, bilemiyoruz. Birçok ihtiyacını köyden karşılayan ve köylü üzerinde tahakküm kuran bu karaktere hemen her yerde rastlanır. Bu bazen doktor, bazen avukat, bazen tüccardır ve bunların karıları da aynı otoriteyi kullanmaktan hiç çekinmezler. Köylünün emeğiyle geçinen ve alın teriyle semiren, kendi yozlaşmışlığını ve çürümüşlüğünü gizlemek adına halkı da yozlaştıran ve çürüten bir yapının temsilcisidir Necati.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Halk, çok içten ve istekli bir biçimde kulluk ediyor ki, bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır. Fakat tiran, kendine yakın olan diğer kişilerin alçaklaştıklarını ve kendinden lütuf dilendiklerini görür. Bu tirana yalnız itaat etmekle kalmayacaklar, onu hoşnut da edecekler, işlerini yapmak için uğraşacaklar, didinecekler, onun keyifli olmasından haz duyacaklar ve kendi kişisel beğenileri yerine onunkileri benimseyerek mizaçlarını, doğal yapılarını değişmeye zorlayacaklardır. Bu mutlu bir biçimde yaşamak mıdır? Buna yaşamak denebilir mi? Bunları iyi doğmuş bir insana değil, fakat yalnızca sağduyuya sahip bir kişiye ya da hiç olmazsa bir insan çehresi olan kişiye söylüyorum. Kendine ait hiçbir şeye sahip olmayarak ve rahatını, özgürlüğünü, bedenini ve yaşamını başkasının ellerine vererek yaşamaktan daha sefil bir durum olabilir mi?” (Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev)
[/box]
Boyun eğmeyi “ikinci doğaları” olarak benimseyen köylülerin, bundan dolayı kızlarını şehirli ailelere besleme olarak verdiklerini söyleyebiliriz. Köyde, Şevket ve kızlarından başka kimseler görülmemesine karşın onların da benzer şekilde davrandıkları iddia edilebilir. Büyük kız Reyhan, Necati ile evlilik dışı bir ilişki yaşamış, hamile kalmış, bebeğini doğurunca da dedikoduların önünü almak için köyün “delisiyle” evlendirilmiştir. Reyhan’ın “kendimi evin hanımı sandım” sözleri bu ilişkiyi ortaya koyar. Bununla da kalmamış bebeğinin ölümünü görmüş ve genç yaşta çok büyük acılarla karşılaşmıştır. Ortanca kız Nurhan ise Necati’nin pis çamaşırlarını yıkamamak için kendini hasta etmiş ancak beklediği merhameti bulamadığı gibi evden kovulmuştur. Ağır hasta olmasına karşın kimseler tarafından umursanmamış ve nihayetinde tedavi edilemediği için ölmüştür. Bütün bu acı ve ölümlere karşın hiçbir karşı çıkış görülmemesi manidardır. Anlamsız bir boyun eğiş vardır ve en küçük kız olan Havva, her iki ablasının başına gelenleri bilmesine karşın Necati’nin evine gitmek için sabırsızlanmakta, çantası hazır beklemektedir, bayramlık ayakkabıları ile yatan çocuklar gibi…
Hangi anne-baba çocuğunu bir başkasının hizmetine verir? Doğduğunda mutluluk gözyaşları döktüğü, öpüp kokladığı, sevip büyüttüğü, günler geceler boyunca başında beklediği çocuğunu nasıl başkalarına hizmet etmesi için yetiştirir ve nasıl takas edilecek bir meta olarak görür? Böyle yazınca hayli ürpertici ve korkunç gözüküyor ancak günümüzde hepimizin yaptığı tam da bu değil mi? Nasıl kızlar, besleme olmayı gönüllü olarak istiyor ve kurtuluş olarak görüyorsa, günümüz insanı da egemenlere hizmet etmeyi gönüllü olarak kabul ediyor. Reyhan’ı ilk olarak, bebeğini severken, koklarken, öperken, güldürürken, oynarken ve şımartırken görürüz. Bebeği kız olsa Reyhan da yıllar sonra öpüp kokladığı çocuğunu besleme olarak vermeyecek midir? Küçük kardeşi Havva’yı görünce “kuzum” diye üzerine atılır, kucaklar, sarılır, öper.
Nurhan’ın hastalığı her geçen gün kötüye giderken Reyhan’ın, kâğıt oynayan babasına gelmesi ve “oğlanı hastaneye götürmeliyiz” dediği sahne çok yakından bildiğim bir olayı hatırlattı. On beş yaşında evlendirilmiş, ilk yıl çocuğu olmadığı için boşanmak istenmiş, on yedi-on sekiz yaşlarında bir annenin ve bebeğinin dramıdır bu. Yer Karadeniz’in bir dağ köyü. Nerdeyse insan boyunda kar yağmış. Evin on aylık bebeği ağır hasta yatıyor. Bir haftadır gözünü bile açmamış hatta nefes alıp almadığı bile belli değil. Bebeğin otuzlu yaşlardaki babası ise köy kahvesine gitmiş, aralıksız iki gündür kâğıt oynuyor. Ha öldü, ha ölecek diye bebeğinin başında bekleyen anne çaresiz çünkü o da henüz çocuk. İlçeye mesafe en az on kilometre ve yollar kapalı. Adamın annesi, oğlunun kumar oynadığı kahveye gidiyor ve “oğlan çok hasta, nerdeyse ölecek, hastaneye götürmemiz lazım” der. Masadan kafasını bile kaldırmayan adamın verdiği “ölürse ölsün, yenisini yaparız” yanıtının kan dondurucu olduğunu söylemeliyim. Yanındakilerin hiçbirinin bu adamı ayıplamaması ve oyuna devam etmesi dolayısıyla erkek egemen zihniyetin aşağılık içyüzünü gösteren hikâye benim için burada bitse de bebeğe ne olduğunu merak edenler için devamını ekliyorum. Kayınvalidesi ile birlikte yola çıkan anne ve bebeği, üç saat yürüdükten sonra ilçeye ulaşırlar. Yol (1981) filminde Seyit Ali’nin karısını şehre götürmeye çalıştığı sahne vardır ya, ondan pek bir farkının olmadığını söylemeliyim. Doktorlar, ilçede bir şey yapamaz ve il merkezindeki hastaneye sevk ederler. İldeki hastanenin de yetersiz gelmesi üzerine komşu ildeki daha büyük bir hastaneye gönderirler. Buradaki doktor bebeği acil ameliyata alır ve “yarına kalsaydınız, bebek yolda ölürdü” der. Filmde, Reyhan’ın kâğıt oynayan babasını çağırdığı sahnede, adamın anlattığım olaydaki gibi bir yanıt verme ihtimali karşısında çok heyecanlandığımı, hasta yatan çocuk ve kâğıt oynayan baba benzerliğinin bile hayli sarsıcı olduğunu söylemeliyim.
Necati’nin isteğiyle köylünün hazırladığı sofrada muhabbet koyulaşmışken Veysel yanlarına gelir. Sohbete katılır, hatta biraz da içki içer. Veysel, Necati’den kendisine şehirde bir iş bulmasını ister. Kendisi işteyken Reyhan’ın da kendilerine yardım edeceğini söyler. Ne var ki üzeri örtülen şeyleri söylemeye başlayınca dövülerek masadan kovulur. Necati bir süre sonra köylülere Veysel’i kırdığını söylese de pek inandırıcı bulmadım. Necati Veysel’i kırdığını değil, Reyhan’ın yeniden evinde olma ihtimalini düşünmüş ve şehvetten gözü dönmüştür, diyebilirim. Veysel’e iş bakacağını söylemesi de bu şehvetin etkisiyle olmuştur.
Veysel köyün hayvanlarına çobanlık yapmaktadır. Asıl korkması gereken Necati olmasına karşın karanlıktan korkar. Korkusunu kimselere anlatamaz. Anlattığında ise babasının da korkak olduğu söylenir ve kendisiyle alay edilir. Veysel’in korkusunun, babasından geçtiğinin iddia edilmesi aslında köylünün kendi korkaklığına ve kulluğuna açık göndermedir. Veysel bir de eşkıyalardan korkar. Bu eşkıyalar gerçekten var mıdır, bilinmez. Tepenin Ardı’ndaki yörükler veya Abluka’daki teröristler gibi, eşkıyaları da Veysel’den başkası görmez. Yine de yarım akıllı denilen Veysel, “oğlunun” okumasını ve iyi bir insan olmasını istemektedir. Köydeki insanlar arasında, içinde bulundukları durumdan kurtulmayı hedefleyen, özgürlük ve mahremiyet isteyen tek kişinin Veysel olması manidardır. Veysel’in bu taleplerinin arkasında belki de “eğitim” almamış olması yatmaktadır. Bu, modern eğitim sistemine güçlü bir eleştiri olarak görülebilir. Yönetmen, köylülerin özgürlüklerinin farkında olmadıklarını, küçük çıkarlar uğruna gönüllü köle olmayı seçtiklerini ancak özgürlüğü istemenin çok basit olduğunu vurgular. “Özgürlüğü tatmış olanların onu mızrak ve kalkanla değil de dişleri ve tırnaklarıyla” savunacağını iddia eden La Boetie gibi düşündüğü anlaşılan yönetmen de, Veysel üzerinden aynı mesajı verir ve özgürlüğü tanımak bu kadar basitken insanın dönüp dolaşıp gönüllü köleliği seçmesinin acınası bir durum olduğunu gösterir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Eğer insanlar fazla sağır olmasaydılar, hayvanların onlara “yaşasın özgürlük” diye haykırdıklarını duyarlardı. Hayvanların birçoğu yakalandıkları anda hemen ölür. En büyüğünden en küçüğüne tüm hayvanlar yakalanınca tırnaklarıyla, boynuzlarıyla, ayaklarıyla, gagalarıyla öylesine büyük bir direnç gösterirler ki, kaybettikleri şeyin onlar için ne denli değerli olduğunu kanıtlar.” (Etienne de La Boetie, Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev)
[/box]
Reyhan’ın besleme gittiği evden hamile dönmesinin, yaşadığı acıların ve maruz kaldığı muamelenin küçük kardeşlerini çok etkilediğini söyleyebiliriz. Nurhan ve Havva onun gibi olmaktan korkarlar. Nurhan, ablasının başına gelenlerin “penis” yüzünden olduğunu bilir ve korkusundan bebeğin altını bile almaya çekinirken, Havva ise rüyasında hamile olduğunu ve doğurduğunu görür. Ancak doğan bebek, yanlarında yaşadığı şehirli ailenin ölen bebeğidir. Evden ayrılmasına sebep olan bebeği yeniden dünyaya getirmekle her şeyin yoluna gireceğini, kaos halinin giderilerek düzenin yeniden sağlanacağını hayal eder. Oysa hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır.
İlk olarak bebeğin yanında görülen, daha sonra da uzun uzun gösterilen akrep, Necati’yi simgeler. Necati’nin köye ve köylüye iyiliği görülmez. Hasta yatan Nurhan için bir kutu ilaç gönderdiği söylense de, bu ilacı muhtarın almış olması muhtemeldir. Nurhan, eve geldiği gün bile kötü kötü öksürdüğüne göre Necati’nin, kızın hasta olduğunu anlamaması olanaksızdır. Kızın ağır hasta olduğunu anlayıp yanlarında ölmemesi için bir bahaneyle köye göndermiş olmaları da mümkündür. Necati, öz çocuğu olan bebeğin ölümü karşısında kılını bile kıpırdatmaz. Bu, acımasız ve zehirli bir akrep olduğuna ikinci göndermedir. Köye gelmesi ve Nurhan’ı eve alması, aile ile bağlarını koparmamak içindir. Onu da kovunca yerine en küçük kız olan Havva’yı almak istemesi de aynı maksada hizmet eder. Ne var ki, bebeğin ölmesiyle aradaki bağları keser atar. Köye gelmeden de tahakkümünü sürdürecek, kızları olan başka bir köylü aile bulmakta hiçbir zaman güçlük çekmeyecektir.
Tam bu noktada, sıranın, Dostoyevski’nin yazının girişinde yer alan yakıcı sorusuna geldiğini söyleyebilirim. Ursula K. Le Guin dert edindiği bu sorudan hareketle “Omelas’ı Terk Edenler” isimli bir öykü yazmıştır. Bu hayali yerin kırmızı damlı evleri, resimlerle süslü sokakları, mazıların büyüdüğü eski bahçeleri, ağaçlı bulvarları, büyük parkları, gösterişli binaları, süslü giysilere sahip insanları, mağrur zanaatkârları, kucaklarında bebekleriyle yürüyen şen kadınları ve müzik sesleri eşliğinde dans eden insanlarıyla deniz kenarında imrenilecek bir yerdir. Omelas’a kıyasla köylerinin kıraç, yollarının kapalı, evlerinin derme çatma, sularının kesik olmasına hatta mutluluğu hayal edecek hiçbir şey görünmemesine karşın köyün erkekleri, kendilerinin ve köylerinin mutluluklarının Necati ile iyi ilişkiler kurmalarına bağlı olduklarını düşünmektedirler. Nasıl Omelas’ın mutluluğu iktidarın simgesi olan bir kamu binasının bodrumuna kapatılmış bir çocuğun acı çekmesine bağlıysa, bu köydeki mutluluk da besleme verilen kızların acı çekmesine bağlıdır denilebilir. Aradaki tek fark Omelas’taki çocuk orada bulunmaktan dolayı acı çekerken, köyün kızlarının şehre gitmeyi bir kurtuluş olarak görmeleridir.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. İçlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “İyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. İyi olacağım!” Hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca.” (Ursula K. Le Guin, Omelas’ı Bırakıp Gidenler)
[/box]
Nurhan’ın da Necati’nin gelmeyeceğini bilmesine karşın beklemeye devam etmesi ve ölüm döşeğinde iken “iyi olacağım, çocuklara artık vurmayacağım” sözleri bu açıdan okunmalıdır. Ayrıca köylülerin, Le Guin’in öyküsünde güzel bir yer olarak betimlenen Omelas’a kıyasla sefil bir hayata rıza göstermesi trajiktir. Egemenler, toplumu öylesine yozlaştırırlar ki, itaat etmek bir ödev haline gelir ve itaat etmekte gecikenler, kusur işlediklerini düşünür. Nurhan, ölüm anında, kendisinin yerine gideceğini bilen küçük kardeşi Havva’ya “çocuklara iyi bak, onlar benim gözbebeklerim” der. Kendisini düşünmek aklına gelmez. Gönüllü köleliğin son derecesidir bu. Günümüzde de açlıktan midesi sırtına yapışanların, kendilerinin vergisiyle kendilerinin yiyemediği, tadına bakamadığı hatta adını bile bilmediği şeyleri yiyenleri, hizmet etmesi için verilmiş makam arabalarıyla gününü gün edenleri, tahsisli lojmandaki eşyaları yılda bir değiştirenleri vb. eleştirememesi de böyle bir şey değil midir?
Öyküye göre, bu konu hakkında pek konuşmasalar da, Omelas’ın tüm insanları “onun” orada olduğunu hatta orada olması gerektiğini bilmektedirler. Hepsi de mutluluklarının, kentlerinin güzelliğinin, dostluklarının sıcaklığının, çocuklarının sağlığının, hatta ürünlerinin bolluğunun, tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı olduğuna ve çocuğun oradan çıkarılması, temizlenmesi, beslenmesi ve rahat ettirilmesi halinde Omelas’ın tüm mutluluğunun yok olacağına inandırılmışlardır. Ne var ki çocuğun sefaleti ile karşılaşma sırası kendilerine gelenlerden bazıları, bu andan sonra kentin mutluluğunu “paylaşamaz olurlar” ve Omelas’ı terk ederler. Necati’nin kızları da Omelas’ı terk edip gidenlerle özdeşleştirilebilir. Sırası gelen Reyhan, teyzesinin yanına gitmek istemektedir. Nurhan ise ölmüştür. Sıra Havva’ya gelmiştir. Ondan sonra da bir başkasına gelecektir. Erkekler kahvede oyun oynasınlar, en güzel yerlerde içki içsinler, en güzel yemekleri yesinler vb. diye feda edilen bu kızların yaşananlara karşı çıkacak güçleri yoksa da, köyden gitmelerini engelleyecek hiçbir şey yoktur.
[box type=”note” align=”” class=”” width=””]
“Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına batıya veya kuzeye doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler. (Ursula K. Le Guin, Omelas’ı Bırakıp Gidenler)
[/box]
Unutmadan, filmde herkes üzerine düşeni yapmış ancak Veysel rolündeki Kayhan Açıkgöz müthiş oynamış diyebilirim. Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) filmindeki Ercan Kesal’ın oyunculuğundan sonra uzun zamandır böyle olağanüstü bir oyunculukla karşılaşmadığımı söylemeliyim. Ne yazsam eksik kalacak. Bahtı ve yolu açık olsun…
Veysel, kazara bebeğin ölümüne sebep olduğu için kaçar ancak bir süre sonra teslim olmaya karar verir. Teslim olmadan önce Reyhan ile vedalaşmaya gelir. Bebeğin ölümünün kazara olduğunu söyler ve af diler. Reyhan, “hamileyim” der ve ekler “ancak bebeği aldıracağım.” Bu sahne “sen benim bebeğimi öldürdün, ben de senin bebeğini öldüreceğim” mesajıdır. Çok acımasız bir sahne olduğunu söyleyebilirim. Veysel’in yarım aklı ve kırık kalbi, bu acıya dayanamaz ve altında hayaller kurduğu ağacın dalına kendini asar.
Kültür endüstrisi filmleri daima mutlu sonla biter. Bu filmler, gerçek hayatta ne olursa olsun anlattığı her şeyi manipüle eder ve her hikâyenin mutlu sonla bitmesini sağlar. Filmleri bir kaçış olarak sunan, seyirciyi hayatın zorlu gerçeklerinden uzaklaştıran ve hastalıklı bir katharsis’e yol açan kültür endüstrisi ürünlerinin sunduğu aslında gerçeklik değil, ideolojidir. İdeolojinin yeniden üretimi de tekniğin görselliğin emrine verilmesiyle ve hızlı kurguyla sağlanır. Bunun sonucunda da heyecanlanan seyirci neler olup bittiğini anlamadan birçok şeyi kabullenmiş olur. Filminde iki ölüme yer veren Emin Alper, bireysel kurtuluşun olmayacağını vurgulayarak en azından seyircinin düşünmesine yol açmayı hedeflemiştir, düşüncesindeyim.
Öteki Sinema için yazan: Salim Olcay