Oysa herşey ne güzel başlamıştı…
1995 Askerden döndüğüm yıldı… Vatani borcumu epey güneyde ve doğuda ödememden mütevellit, memleketin kültür ve sanat paylaşımından bihaber düşmüş şekilde eve dönmüştüm. Bünyede Kanal 6’nın yayınladığı Z sınıfı karate filmlerinden ve Michael Dudikoff’lu aksiyonlardan oluşmuş epey bir ödem vardı. Neyse ki tek bir filmle ruhumdaki tüm zehiri ve bayağılığı atıp gerçek ve karanlık sinemaya yeniden merhaba demiştim: Alex Proyas yönetimi ve muhteşem Brandon Lee kompozisyonu ile The Crow…
The Crow, serinin ilk filmi ile her zaman “en iyiler” listelerimde yer almış ve Alex Proyas’a yönetmen olarak inanılmaz bir kredi kazandırmıştı. Sonra yine defalarca kez seyredilesi “Dark City” çıktı karşımıza ve distopik bilim kurgunun bu kadar lezeetli bir tarifini on yıllardır görememiş bünyelere kurtarıcı bir ilah gibi yüklendi ve Proyas’ın “Holywood’un yeni harika çocuğu” olarak kutsanması da gerçekleşmiş oldu. Artık büyük bütçelere hükmedebilecek ve bizlere daha neler neler izletecekti… Aslında her şey gayet iyi gidiyordu. “I Robot”un sinemaya çekilceğini ilk kez duyduğumda zaten bunu sadece Proyas’ın başarabileceğine emindim ama Will Smith adı başrol için telaffuz edilince huylanmadım değil… Sonrasını biliyorsunuz zaten “I Robot” multi milyon dolarlık bir çöp ve uzun bir Audi reklamı olarak hafızalarımıza yerleşti. (Bu arada yazı Knowing yazısı olmaktan Alex Proyas sineması yazısı olmaya doğru gidiyor. Umarım toparlayabilirim.)
Proyas’a kondurmamak adına kendimle epey konuştum. Herşeye karışan stüdyoların, oyuncu seçiminden, senaryoya ve yönetime kadar burnunu soktuklarını ve bu yüzden Proyas’ın kafasındaki filmi yapamadığını düşündüm. Zaten sevmediğim Stüdyo sisteminden yönetmenin “flash of genius”unu öldürdükleri için hepten nefret ettim. Kendi yaşımdaki insanlara sinemaya gitmeyip ortamı bebelere bıraktıkları ve filmlerin de artık onların zevkine göre yapıldığı için küfrettim…. Ve son bir şans verdim. En iyi yönetmenlerim listesinden “Spiderman” serisi ile Sam Raimi’yi, “War of the Worlds” ile Spielberg’i ve “Phantom Menace” ile Lucas’ı çıkaralı yıllar geçmişken Proyas’a da kıymamak adına son bir şans verdim.
Knowing, (Kehanet) Alex Proyas’ın son filmi… Sadece yönetmen değil yapımcı koltuğunda da Proyas oturuyor yani filmin hakimi o… Başrol, Nicolas Cage ve son 7-8 yıldır bir türlü tutturamadığı iğrenç saç modeline gitmiş. Bütçe fena değil 50.000.000 USD… Aslında film zaten “Nicolas Cage burada sakın yaklaşma!” diye uyarmışken Proyas’ın hatırına gittik, gördük ve Cage’e zaten ne söyleyeceğimizi bilememiş bir şekilde Alex Proyas isminin üzerini bir kalemde çiziverdik.
Fikir müthiş! Tam bir alacakaranlık hikayesi; 1959 yılında, yeni bir ilköğretim okulunun açılış töreninde, bir grup öğrenciden geleceğin neye benzeyeceğini resmetmeleri istenir. Resimleri bir zaman kapsülüne konacak ve 50 yıl boyunca kapsülde saklanacaktır. Ama gizemli bir kız kağıdını rastgele gibi görünen sıra sıra rakamlarla doldurur ve bunların görünmez insanlar tarafından kulağına fısıldandığını söyler.
Yarım asır sonra, yeni bir nesil öğrenci kapsülün içeriğini inceler ve kızın şifreli mesajı genç Caleb Koestler’ın (Chandler Canterbury) eline geçer. Fakat sarsıcı bir keşif yapıp mesajın geçen 50 yıl içinde yaşanan tüm büyük felaketlerin tarihini ve ölü sayısını şaşmaz bir doğrulukla tahmin ettiğini ortaya çıkaran kişi Caleb’ın astrofizik profesörü babası John Koestler (Nicolas Cage) olur.
Okurken gerçekten kulağa ilginç gelen bu öykü ne yazık ki hiç bir yenilik içermeyen, klişe ve ağdalı bir anlatımla, Amerikan ailesinin yüceltilmesi ve kadere karşı gelinmez gibi bayat bir tada sahip… Daha filmin başında tanrı inancını kaybetmiş John Koestler karakterinin eninde sonunda incil metinleri ile (Zülküf) yüzleşeceği kör parmağım gözüne bir şekilde anlatılıyor… Ama biz bunu daha önce görmüştük (The Signs – İşaretler)
Cage’in kendi cilasını parlatmak adına senaryoya epey müdahale ettiğini düşünüyorum çünkü film tamamen John Koestler üzerine kurulmuş. Yan karakterler o kadar zayıf işlenmiş ki karakter bile değiller ve başlarına gelen için hiç bir şekilde duygulanmak ya da üzülmek olası değil…
Bütçenin yüklü kısmının “Uçak kazası” “Metro Kazası” ve “Dünyanın sonu” bölümlerine harcandığı ortada ve film en azından bu anlarda güç kazanıyor. Angelo Şahin (bir Türk’lük varmı bilemedim) süpervizörlüğündeki “Tatopoulos Studios” gerçekten inanılmaz bir iş çıkarmış. CGI’ların inandırıcılığı ve sahnelere uygulanışı çok ustaca. Özel Efektçiler, su işini Titanic’den bu yana epey çözdüler. Kıl, yün, tüğ olayı ise King Kong’da halledildi fakat alev efektlerinde ki olmamışlık devam ediyor. Yine de ILM ya da Weta bile daha iyisini yapamazdı. Filmin DVD’si çıktığında bu sahneleri tekrardan izlemek isterim.
Müzikler de bilindik temalarda olmasına rağmen güçlü tınılar içeriyor ve Marco Beltrami de alkışı hakediyor. Fakat film için söylenebilecek olumlu bir kaç söz de burada bitiyor. Gerisi bildik şeyler… Klişe duygusu sonlara doğru o kadar güçleniyor ki, “Üçüncü Türden Yakınlaşmalar”dan bu yana yüzlercesini gördüğünüz Uzay gemisi, uzaylı, ışınlanma gösterileri sıkıntı vermekten başka bir işe yaramıyor. “Matrix”den beri sıkça rastladığımız karakter ismi ile göndermelerden bu filmde de fazlaca var. Bunlar kendinizi zeki zannetmeniz açısından hoş “easter egg”ler olarak düşünülebilir. Mesela baş karakter John Koestler için ünlü macar yazar Arthur Koestler’den esinlenildiği aşikar… Koestler, Sleepwalkers (uyurgezerler) adlı kitabında Babil’lilerden başlayarak Newton’a kadar bilim tarihini son derece keyifli bir dille anlatmıştır. Temelde Astronomiyi ele alarak bilimin zamanla değişmesinde (rasyonel aklın ve deneyin oynadığı rolü de sıfıra indirmeden) kişisel özelliklerin, dönemin paradigmalarinin, şansın ne kadar bol rol oynadığını anlatır. Ele aldığı temel kişiler Pisagor, Aristo ve Platon, Batlamyus, Kopernik, Kepler, Tycho Brahe, Galileo, ve son olarak da Newton’dur. 1983’de karısıyla birlikte şüpheli bir şekilde intihar etmiştir. Eşiyle birlikte intiharı seçmesinde, kanser olduğunu öğrenmesinin yanında, büyük bir inançla bağlı oldugu Marksizmin izlediği seyre dair hayalkırıklığı ve genel anlamda dünyanın gidişatına ilişkin duyduğu tepkinin rol oynadığı savlanır. Filmde ki John Koestler’de , karısını kaybederek hayata küsmüş ve inançlarını kaybetmiş, M.I.T’de ders veren Bilinmezci (agnostik) bir astronom olarak karakterize edilmiş…
Yine bir gönderme ile isimlendirilmiş bir şekilde, filmde Cage’in oğlunu oynayan ve yeni yaşamın Adem’i olan Caleb karakteri; Musa‘nın peşindeki halkın inançsızlıkları yüzünden vaadedilen topraklara girmeleri yasaklandığında, inancı sayesinde o topraklara girme hakkına Yesu ile beraber sahip olan ve Türkçe çevirilerde Kalev olarak geçen eski Ahit karakteri… Karakterin filmde ki misyonu da buna paralel olarak gelişiyor. İyi bir filmde hoş sürprizler olarak duran bu gibi gayretler burada çok da mana içermiyor ama yazıyı zenginleştirmek ve filme salt nefretle yaklaşmamış adına eklemiş olalım.
Dinsel imalar filmde epey güçlü olarak ele alınsa da sonu uzaylılara bağlanarak bağnaz bir yorum getirilmemeye çalışılmış. uzay gemisine yükselirken melek formuna yakın bir hale dönüşen uzaylılar şu an inandığımız dinlerin temeline oturtulmuş. Filmi izlerken uzaylıları her gördüğümde ise aklıma ister istemez David Bowie geldi.
Caleb karakterini oynayan Chandler Canterbury için de bir kaç kelam etmek gerekirse; Türk sinemasının en büyük sıkıntılarından biri inandırıcılık düzeyi düşük çocuk oyuncular olmuştur hep… “Canım Kardeşim” ile yüreğimizi delip geçen ve Tarık Akandan dahi rol çalan Kahraman Kral dışında gerçek bir ‘çocuk’ karakteri yoktur. Anlaşılan o’ki bu sorun artık Hollywood diyarlarında da hissedilmekte… Çünkü “The Curious Case of Benjamin Button”da B. Button’un 8 yaşındaki halini de aynı tutuklukla canlandıran Chandler Canterbury’nin güzel mavi gözleri dışında hiç bir numarası yok ve rolünün ağırlığının altında ezilmekten kurtulamamış. Filmin ilk yarısında büyüklerle vejateryenlik üzerine tartışabilen, insanlığın umudu dahi çocuk, ilerleyen anlarda tipik bir amerikan embesiline dönüşüyor. Tabi kişilik haklarına aşırı saygı bekleyen sinir bozucu bir çocuk olma durumu her Hollywood filminde olduğu üzere bolca mevcut (Pedagoglar kızmasın ama bu veletlerin ağzına iki tane çakasım gelir!)
Öteki Sinema olarak vizyon filmleri ile pek işimiz yok… Ama sevdiğimiz bir yönetmen ya da sinema adına samimi bir çabaya rastlamak ve lezzetli bir kolaj oluşturmak adına büyük bütçe filmlere sırtımızı tamamen dönmüyoruz. Gönül isterdi ki Alex Proyas gibi kıymetli bir sinema adamının filmi için iyi şeyler yazalım. Ama sinemada geçirdiğimiz 2 saatin sonunda usumuzda yer eden, Knowing, (Kehanet)in 2012’de yaşanacağı varsayılan güneş patlamasından nemalanmaktan başka bir derdi olmayan, sıkıcı, gayretsiz ve silik bir yapım olarak Yönetmenine yakışmayan bir film olduğudur. Filmi sınıflandırmakta epey güç… Güneş patlaması teması ile bilim kurguya, Hayat ağacı, uzaylılar ile Fantastiğe, Uçak, metro kazaları ve “büyük son” ile felaket filmlerine yakın duruyor. Nicolas Cage ise artık sadece para için perdede gözüken, Next, Bangkok Dangereous, Ghost Rider gibi filmlerde oynayarak sermayesinden yemeyi bile çoktan tüketmiş bir aktör… Uzay gemisini gördüğü andaki şekilci oyunculuğunu da düşünürsek iyi bir oyuncu olduğu bile söylenemez. Nerede Birdy’nin Al Columbato’su, nerede John Koestler…
DVD’sini beklemek daha akıllıca… Sinemaya gitmeseniz de olur.
Öteki Sinema için yazan Murat Tolga Şen
-Film konusu için beyazperde.com’a, gerçek yaşam karakterleri ile bilgiler için ek$i Sözlük yazarları, Antimatter, Abeka ve Afficionado’ya teşekkürler.
Nicolas Cage’in önlenemez düşüşü ne yazık ki devam ediyor. Birdy ile çocukluğumun yıldızlarından olan Face off, The Rock, Gone in the 60 sec. ile aksiyon sinemasında ne kadar önemli bir rolü olduğunu gösteren adam gitti yerine bu garip hilkat garibesi geldi. Vah benim Nicolas’ım. Proyas için de söylenecek fazla şey yok. Büyük bütçe ile olmuyor o parayı koklatarak film çektirmek lazım Proyas’a.
Bu sabah Oteki Sinema’ya girip “Knowing” basligini gorunce icim burkuldu acikcasi biraz…
Ama gordum ki Murat Tolga cok guzel bir yazi yazmis. Alex Proyas’in bu filmin yonetmeni oldugunu bilmiyordum.
Kralin satosunun bahcesinde, Proyas ve Cage idam edilmek uzere meydana goturulurken etrafinlarinda toplanip onlara domates atan ve suratlarina tukuren bir kalabalik hayal ediyorum.. siz de hayal edin bakin ne guzel oluyor… : )
Bu haftanin en guzel yorumu:
“…en iyi yönetmenlerim listesinden “Spiderman” serisi ile Sam Raimi’yi, “War of the Worlds” ile Spielberg’i ve “Phantom Menace” ile Lucas’ı çıkaralı yıllar geçmişken…”
DVD sini beklemeyip sinemaya gideceklere tavsiyem büyük perdeli ve ses sistemi iyi olan bir sinema secsinler. En azından ucak ve metro sahneleri büyük perdede görülmeye değer.
Görüldüğü gibi gayet geriden takip ediyorum…
The Crow benim pek bayıldığım bir film değil. O yüzden de Proyas’ı çok merakla izlediğim söylenemez. Dark City, çoğu kimsenin haykırdığı gibi baş yapıt olduğunu düşünmesem de, iyiydi, hoştu. Garage Days’i izlemedim. I, Robot, kitabın derinliğine sahip olmasa da, klişelerle dolu da olsa, eğlenceli bir gişe filmiydi. Knowing’e gelince… Pek çok kişi gibi bende uzun zamandır Nicholas Cage’e antipati duyuyorum. Oyunculuğu yapay geliyor. Aslında bu yapaylık kimi zaman işe yarayabilir ama Cage’in oynadığı filmlerde değil. Knowing’in karşısına, başta saydığım nedenlerden dolayı (artı eleştirileri katın) çok da merakla geçmedim. Cage deseniz, şaşırtmıyor. Hatta genel anlamda filmdeki oyunculuğu, pek çok diyaloğu yapay buldum. Proyas ‘ın diğer filmlerindeki gibi yaptığı göndermeler hoştu, ama klişeler biraz fazlaydı. Bununla beraber, yine de bir gişe filmi için hiç de fena bulmadım. Hatta 9/11 gibi travmalar yaşayıp, bu konuda bir şeyler yapamayıp kendini aciz hisseden Amerikalıların, bu tür “zaten kaderimizde vardı” diye düşünmelerini bile normal karşıladım. Düşünsenize, adamlar bir de bizim gibi “minör” ülkelerin yaşaıdığı günlük travmalarla karşılaşsalar…
Bu yüzden, Proyas’ın ve Cage’in idamını izleyecek hakkı kendimde görmüyorum. Hatta, Spielberg’in War Of The World’ünü, ilk versiyonunu çok sevmeme rağmen, sondaki mesaj kısmı hariç, eğlenceli bulduğum için aralarına bile katılmam gerekebilir… :)