Korku sineması, en temel anlamda değerlendirildiğinde “korkutmak” amacını taşır ve bunu yaparken insan doğasının zaaflarından faydalanır. İnsanın sahip olduğu korkuları kullanır (örümcek korkusu, karanlık korkusu, vb.), çaresizlik ve bilinmezlik içine düşen birinin zayıflıklarından beslenir. Böylece ana/yardımcı karakterlerin içinde bulunduğu durumu anlatırken doğru anlarda da oyuncu üzerinde korku duygusunu açığa çıkarır.
Korkuyu oluştururken yukarıda da değindiğimiz üzere farklı araçları kullansa da her filmde mutlak suretle “ölüm korkusu” temasını işler. Nihayetinde ölmek ya da öldürmek korku filmlerinin temel özelliklerinden bir tanesidir. Kötü karakter olarak sunulan canavar/yaratık/katil öldürme gayesi içindeyse, kurbanı da hayatta kalma yani ölmeme amacını taşır. Ancak tüm senaryolar (hepsi olmasa bile çoğu) bir paradoks yaratır ve kötü karakterin ölmesi ile sonuçlanır. Bu durumda ise ölüm, bir filmde yer alan istisnasız tüm karakterlerin tadacağı bir korku olarak karşımıza çıkar. Ancak korku sineması bu durumu da ters yüz eder ve ölümün bir son olmadığını dile getirir. Bunu sağlayan ise ölümsüzlük ya da ölümden geri dönüşlerdir.
Ölümden geri dönüşler korku filmlerinin en sık kullandığı klişelerinden bir tanesidir. Film senaryosu içinde öldü denilen yaratığın bir sonraki sahnede geri dönmesi de, tecimsel kaygılarla devam filmlerinde tekrar tekrar diriltilen yaratıklar da aynı konu kapsamındadır. Korku ikonunun dirilmesi pek çok farklı sebebe bağlı olabilir. Bu sebeplere genel bir çerçeve çizip, yeniden diriliş konseptini bir diyagram içinde ifade etmek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
“Vampirler” ölümsüzdür. Kaynağını hem söylencelere, hem efsanelere, hem de bazı inanışlara dayandıran vampirler, ölümden geri dönen ve ruhunun beslenmesi için ihtiyaç duyduğu kanı/enerjiyi yaşayanlar üzerinden sağlayan bir varlıktır. Edebiyat ise onu ölümsüz bir mertebeye ulaştırmıştır. Tüm bu kaynakları kullanan sinema ise vampirleri ölümsüz bir imge olarak çizerken aynı zamanda ölümden geri dönüş içinde kullanarak pek çok kez yeniden diriltmiştir. Bir filmin sonunda ölen vampir, diriltilmek istendiği takdirde farklı ritüellerle tekrar hayata döndürülür. Devam filmlerinin dinamizmini sağlayan yeniden dirilme için ihtiyaç duyulan en temel gerekçeye (ölümsüz olması) sahip vampirler ise korku filmleri içinde en fazla kullanılan türlerden bir tanesidir.
Bram Stoker’ın romanı şüphesiz vampir imgesi için dönüm noktası oluşturur, ki sinema tarihinde Dracula pek çok kez kullanılan antagonist olarak karşımıza çıkar. Dracula da kendi prototipini 1931 yılından itibaren oluşturarak ölümsüzlüğün, ölse dahi yeniden dirilebilmenin gücüne sahip olmuştur[1].
“Zombiler” ise her ne kadar popüler kültürün yarattığı bir korku ikonu olarak algılansa da aslında kökenini Afrika yerlileri ve Haiti inançlarına kadar uzatır. Bir kaya büyü olarak ölen insanların yeniden canlandırılması zombi inancını oluştursa da, edebiyat ve sinemaya uyarlanması yine bir kitap ile ilişkilendirilir. Bir seyyah olan William Seabrook’un 1929 yılında yazdığı “The Magic Island” (Büyü Adası) adlı araştırma kitabında biraz abartılı bir dille zombilerden bahsedilir. Yazarın karşılaştığı yavaş hareket eden ve bir ölüden farksız olan zombilerin ise aslında ilaç etkisi altında çalışmaktan yorulmuş köleler olduğuna üstü kapalı şekilde değinilir. Kitap ve içerisinde yer alan anıların Amerikan kültürü ile tanışmasının ardından da zombiler ilk olarak öykülere, sonra da sinema ekranlarına girer. İlk film, Bela Lugosi’nin zombi efendisini canlandırdığı ve onun etkisi altında zombileştirilerek çalıştırılan kölelerin yer aldığı “White Zombie” (Zombi, Yaşayan Ölüler, 1932) filmidir. İlk örnekler kara büyü ile diriltilen zombilerden bahsetse de George A. Romero’nun “Night of the Living Dead” (Yaşayan Ölülerin Gecesi, 1968) filmi zombi filmleri tarihinde bir dönüm noktası olur. Filmle birlikte zombiler insan etine açlık duyar hale gelir, mezarlarından kalkarak dirilir ve ancak başlarından vurularak ölürler. İlerleyen yıllarla birlikte kendi sadık seyircisini oluşturan zombi filmlerinde ölülerin dirilmesi ise kimyasal, biyolojik atıklara; tıbbi deneyler ve oluşturulan virüslere bağlanır; zombilik ise ısırılma ile bulaşan bir hastalık (?) olarak resmedilir. Zombiler, aynı zamanda “Yaşayan Ölü” (Living Dead), “Yürüyen Ölü” (Walking Dead) olarak da anılır ve ölümden geri dönenler için en iyi örneklerden birini oluşturur[2].
Bir başka ölümden dönen ise “mumyalar”dır. Mumyalar, sinema sayesinde korku ikonuna dönüştürülerek canavarlaştırılmıştır. Çoğu dinde yer alan ölüm sonrası (post mortem) inancının en temel örneklemelerinden biri olan mumyalama prosesi, yalnızca Mısırlılar tarafından değil, başta İnkalar olmak üzere pek çok kültürde yer alır. Sargılı bir yaratık olarak ekranlara kazandırılması ise Hollywood sayesinde gerçekleşir ve Boris Karloff’un oynadığı “The Mummy” (Mumya, 1932) filmi ile Imhotep yaşayan bir mumya olarak izleyiciye sunulur. 3700 yıllık mumyayı canlandıran ise Thot parşömeni üzerinde yazılı olan ve ölülerin ölüler diyarından dönmesini sağlayan kutsal sözlerdir. Mumya filmlerinin temel özellikleri de bu filmle birlikte şekillenir ve insan sureti ile geri dönen mumyalar, meraklı kaşifler tarafından uyandırılan lanet, reenkarnasyonu olduğuna inanılan güzel kadın ve gizemli antik Mısır, çoğu filme hakim başat öğe olarak karşımıza çıkar. Az sayıda örnek verilmesinden olsa gerek çok tutulan bir korku ikonuna dönüşmez, kimi Meksika yapımı örnekler ve bir başka Hollywood yapımı “The Mummy” (Mumya, 1999) ile beraberinde gelen devam filmleri dışında mumyalar korku filmlerinde çok kullanılmaz.
Spritüel anlamda ölümden geri dönmek ise “hayalet” filmleriyle sağlanır. Fantastik sinemanın öncüsü George Melies kameranın manipülasyon gücünden faydalanarak hayalet, şeytan gibi doğaüstü unsurlara yer verir. Japon sineması da 17-18 yüzyıldan itibaren gerek öykülerinde, gerekse dramalarında kullandığı hayalet öykülerini (kaidan-mono) sinemaya aktarır ve böylece “kaidan eiga” filmlerini yaratır[3].
Hayalet filmlerinde dramatik öğeler ağır basar. Nihayetinde ölen bir insanın geri dönmesi sevdikleri üzerinde acı anıların ortaya çıkmasına sebep olur. Ancak korku filmleri, genellikle bu drama öğesini kullanmayı tercih etmez. Özellikle bir edebiyat uyarlaması olan “Ringu” filmleri ise hayaletleri hiç olmadıkları kadar popüler hale getirir ve korku janrı içinde çekilen hayalet filmlerinin sınırlarını çizer. Buna göre hayaletlerin vücut bularak yaşayanların dünyasına geri dönmesi birkaç sebeple ilişkilendirilir[4]. Ya yaşayanlardan intikam almak için insanlara musallat olur ya da bir şekilde huzura ermek için insanlarla iletişime geçer. Her iki durumda da senaryonun ilk bölümlerinde kötü bir korku ikonu olarak seyirciye sunulur, ilerleyen sahnelerle birlikte de hayaletin kötü eylemleri meşrulaştırılır. Bu filmlerde korkuya neden olan bilinmezlik duygusunun ağır basmasından ileri gelmektedir. Hayalet/peri hikayeleri, gündelik yaşamın dahi içinde olan, dinsel anlamda bir boyut ile ilişkilendirilebilen, parapsikoloji için araştırma konusu olan, bilinmezliğin neden olduğu korkuyu tetikleyen, tüm bu sebeplerle diğer türlere oranla gerçeklikle ilişkilendirilmesi daha fazla olan bir türdür. Bu gerçeklik ise belki de korku ikonunun sunumu ile alakalıdır. Zira geri dönen bir hayalet çoğunlukla sıradan insan görünümündedir. Kimi zaman yavaş harekeleri gerilimin tırmanmasına neden olur, kimi zaman da seri hareketler ani şok duygusuyla izleyeni uyarır. Ancak geri dönüş her zaman insan sureti ile olmayabilir. “Ghost Busters” (Hayalet Avcıları, 1984) gibi filmler ile hayaletler fantastik bir boyuta da kavuşur.
Vampirler, zombiler, mumyalar, hayaletler, ölüp dirilen bir karakterin geri dönüşlerinin genel hatlarını çizse de doğrudan bu türlerle alakalı olmayan (bazen de dolaylı yollarla ilişkilendirilebilen) ve ölümden geri dönüşlerin kullanıldığı filmler, bu filmlerin yarattığı alt türler de mevcuttur. Akıllara ilk gelen örnek ise “Frankenstein” filmleridir. Mary Shelley’in gotik ve bilimkurgu edebiyatının öncüsü sayılan ölümsüz eserinin sinema uyarlaması başlı başına bir alt tür yaratırken James Whale’in “Frankenstein” (Frankeştayn, 1931) filmi aynı zamanda yaratığın prototipini belirler. Her ne kadar 1910 yılından itibaren sinemalara dahil olsa da Boris Karloff’un uzun boylu, aksak yürüyüşlü, boynunda cıvatalar olan ve elektrik akımı yardımıyla hayat bulan yaratığı 1931 yılında izleyene sunulur, o günden beri de ekranlarda yer alarak insan zihninde yarattığı imajını korumaya devam eder. İlk günkü görünümünü koruması önemlidir. Zira vampirler günümüzde, soylu ve asil görünümünden sıyrılarak insanlar arasına karışmış, smokinini çıkararak gündelik kıyafetler giymiş; Frankenstein’ın yaratığı ise genel hatlarıyla aynı kalmasını bilmiştir.
Galvanizm deneylerinin sonucu olan bu yeniden yaradılış, korku sinemasının bilimsel deneyler sonucu yarattığı tek varlık değildir. H.P. Lovecraft’ın “Re-Animator” (1985) uyarlamasında da deneyler sonucu üretilen fosfor renkli bir sıvı ölülerin canlanmasına neden olur. Böylece bu tarz filmlerde bilimkurgu ve korku iç içe geçerken yalnızca insanlar değil, “Jurassic Park” filmlerinde olduğu gibi fosil yardımıyla nesli tükenen dinozorlar da hayata döndürülür. Sıklıkla filmlere konu olan simyacılar da ölümsüzlüğün sırrını, ölümden geri dönüşün yanıtını ararken bilim ve gizli ilimleri birlikte kullanır.
Her ne kadar “atomik ve nükleer etkenler” başlığı altında incelenecek filmler bilimle doğrudan ilişkili olsa da bu iki etkenden dolayı dirilen yaratıkların kullanıldığı örnekleri ayrı bir başlık altında değerlendirmek daha doğru olabilir. Geçmişi 1950’li yıllara, yani atom bombası gibi yeni bir toplumsal korkunun yaratıldığı yıllara uzanan bu filmler ise çoğunlukla Japon sinemasının ürünleridir. Kendi içinde “kaiju” olarak adlandırılan ve türün en bilindik örneği olan “Gojira”, yani batıdaki adıyla Godzilla, aslında dirilen bir yaratıktır[5]. Godzilla ve türdeşleri, devasa büyüklükteki birer canavarlar olarak şüphesiz korku sinemasının yarattığı grotesk görünümlü canavarların başında gelir ve çeşitli sebeplerden dolayı uyandırıldığında/diriltildiğinde salt yıkıma, ölümlere neden olurlar.
İlmi gelişmelerin haricinde “dini etkenler”den kaynaklı yeniden dirilmeler de söz konusudur. Korku sinemasının sıklıkla kullandığı ilahi din olan Hıristiyanlık içinde yer alan “yeniden dirilme” (resurrection) korku filmlerinde kullanılır. Dört filmlik “Omen” serisinde olduğu gibi deccalin kullanıldığı filmler varken, deccal ve Hz. İsa’nın yeniden dirilişini konu alan “The Calling” (Şeytan Tohumu, 2000) filmi bunun için bir örnek oluşturur. Film ise ölen ve bazı mucizelerle birlikte ölüm merasiminde tekrar hayata dönen bir çocuğun hikayesini anlatırken, İsa’nın yeniden dirilişi ile ilişkilendirilir. Çocuğun aslında deccal olması ise filmin dönüm noktasıdır. Yahudi inancındaki “Golem” ise özellikle FRP oyunları sayesinde fantastik/korku imgesine dönüşmüştür. Alman sinemasının klasikleri arasında gösterilebilecek erken dönem bir örnek olan “Der Golem, wie er in die Welt kam” (Golem, 1920) ise Golem’i, yani Yahudilerin kurtuluşu için topraktan yapılma bir heykelin vücut bulmasını konu alır. Belki yeniden dirilmeden ziyade, vücut bulma daha doğru olsa da bu başlık altında değerlendirilebilir. Tüm bunlardan başka kıyamet ve sonrasında yeniden diriliş de korku sineması içinde kendine yer bulur.
“Spritüel ve fantastik etkenler”le geri dönüşleri açıklayabilecek olan pek çok filme yer vermek mümkündür. Zombilere benzeyen ancak kadim sözcüklerle diriltilen “Evil Dead” (Şeytan’ın Ölüsü, 1982) filminin canavarları, kökenlerini H.P.Lovecraft’ın Necronomicon’unu aldığı için fantastik bir boyuta sahiptir (zombiler ise kara büyü ile ilişkilendirilip bazı kabilelerin inanışları içinde yer aldığı için farklı bir boyutta değerlendirilmelidir). Buradaki dirilme tamamen bir yazarın hayal gücüyle yaratılmış (her ne kadar Necronomicon hakkında pek çok söylence üretilmiş olsa da) bir mitosun içinde yer alan ve ölüleri dirilten, cehennemin kapılarını açan bir kitapla alakalıdır. John Carpenter’ın The Fog” (Sis, 1979) filminde ise sislerin arasından gelen hayalet benzeri varlıklar vardır, “Phantasm” (Manyak, 1979) filmi de ölülerin efendisini konu alır. Hatta Conan, serinin ikinci filmi olan Conan the Destroyer” (Conan II, 1984)’da bir önceki filmde ölen Valeria’yı diriltme umuduyla yeni bir serüvene atılır. Yeninden dirilmenin kalıplaşmış değerler içinde (vampirler, zombiler, vb.) yer almadığı durumlarda yeni bir başlık olarak “spritüel ve fantastik etkenler” uygun olacaktır. Mantık ve inanç sistemleriyle ilişkisinin aranmadığı, kurgusunun hayal gücü ile doğru orantılı olduğu bu filmlerde geri dönüşün varyantları sınırsızdır. Tıpkı isminin üç kere okunması ile yaşayanların dünyasına geri dönen “Beetle Juice” (Beter Böcek, 1988) filminin Beter Böcek’i gibi.
Yeniden dirilişin korku sineması için ayrı bir öneme haiz olduğunu vurgulamak gerekir. Neticede korku filmlerinde “tecimsel kaygılar” sanatsal kaygıların önüne geçebilmekte, izleyici tarafından benimsenen ve gişede kar sağlayan filmlerin devam serileri için bir malzeme arayışı içine girilmektedir. Bir filme devam çekebilmek için sonunu belirsiz ya da açık bitirmek yeterliyken, bazen de “Friday the 13th” (13. Cuma) serisinin hokey maskeli katili Jason Voorhees’ini ya da “Halloween” filmlerinin Micheal Myers’ını geri döndürmek adına mantık sınırlarını zorlayan eklemelerle devam filmlerine olanak sağlanır[6]. Her ne kadar Dracula gibi bir korku ikonu için de 1930’lu yıllarda Universal aynı kuralı uygulamış olsa da bir vampir olan Dracula’nın yeniden dirilişini simgeleyecek bazı değerlerin varlığından söz edilebilir. Çünkü bahse konu “slasher” karakterleri ilk kurgularında ölümsüz değilken, serinin devam filmlerinde ölümsüz, ölümden geri dönen, hatta doğaüstü bir konuma yükseltilmiş, böylece ölümsüzlük sonradan eklenen bir özellik olmuştur. Böylece tecimsel kaygıların ağır bastığı durumlarda ölümden geri dönüşler mümkün olabilmektedir.
Korku sineması, bazı senaryolarla arz ve talebi oluşturduğunda bir karakteri geri döndürmek için pek çok yola başvurur. Bazen senaryodaki açıklar buna vesile olurken, bazen de belirsizleştirilen senaryolar karakterleri ölümsüz bir konuma getirir. Dorian Gray, ölümsüz olarak sunulurken, aslında basit bir açıklama ile herkesten çok daha kolay bir şekilde öldürülebileceği ifade edilir. Aynı durum, devasa boyutta olan ve öldürülemez düşüncesinin açığa çıkmasına neden olan yaratıklar için de geçerlidir. Konu korku sineması olunca ölmek de, öldürmek de, ölümden geri dönmek de mümkündür. Çünkü senaristin kalemi, tüm sınırları çizer ya da tüm sınırları ortadan kaldırır…
Bu yazı, Modern Zamanlar Dergisi’nin 29. sayısında yayımlanmıştır.
[1] Stoker, romanı için ilk isim olarak Undead ismini düşünse de daha sonra Dracula olmasına karar vermiştir.
[2] “Night of the Living Dead” filminin senaryosunu Romero ile birlikte yazan John Russo, Romero ile yollarını ayırır ve “Living Dead” başlığının telifini satın alır. Russo, “The Return of the Living Dead” (Yaşayan Ölülerin Dönüşü, 1985) filmine konu olan aynı adlı romanını yazar. Romero ise devam serilerini çekme serbestisine sahip olur ancak sonraki filmlerinde “Living Dead” başlığını kullanmaz, bunun yerine “… of the Dead” ismini kullanır.
[3] Japoncada hayalet kelimesinin anlamı farklı olsa da, hayalet/korku filmlerini karşılayan bir terimdir “kaidan-eiga”.
[4] Spektral düzlemde geri dönüşlerde ise hayaletin eylemleri genellikle bir sebebe bağlanmaz. Görülmeyen bir varlığın neden olduğu salt korku hedeflenir.
[5] Radyoaktif bir etkiden dolayı mutasyon geçirerek oluşan bir deniz yaratığının anlatıldığı “The Phantom from 10000 Leagues” (1955) ve benzeri filmleri kategori dışı değerlendirip, “Gojira” serisini yeniden dirilme konsepti içinde değerlendirmekteyiz.
[6] Yıllar içinde 13.Cuma serisine 11 kez devam filmi çekilmiştir.