“Kötü Tohum” (1963), okuldaki güzel yazı yarışmasında birinci olamayıp madalyon ödülünü arkadaşı Cemal’e kaptıran Alev’in onu canice öldürmesi ve madalyonu zorla alması üzerine gelişen olayları anlatır. Film, 8 yaşında bir çocuk olan Alev’in yakın planda, gözlerinin etrafa ve bize kötü kötü bakışlarıyla açılır. Bu gözlerde yerinde duramayan, her an şeytani bir eylem gerçekleştirmeye hazır bir ifade okunur. Böylece film, sonradan bizi şaşırtacak gelişmelerle değil de daha en başta bu çocuğun “kötü” olduğunu ilan eder.
“Kötü Tohum”a kaynaklık eden The Bad Seed (1956) filminin, William March’ın 1954’te yazdığı romandan uyarlandığı söylenir ama aslında film ve roman karşılaştırıldığında bu uyarlamanın kitaptan değil de aynı yıl sahnelenen tiyatro oyunundan yapıldığı açıkça belli olur. Filmde sahneler çoğunlukla evde geçer. Ev dışında mekan olarak yalnızca; evin bahçesi, talihsiz hizmetkar Leroy’un bodrumdaki odası ve ilk cinayetin gerçekleştiği göl kenarı vardır. Hatta ev sahibesinin üst kattaki evi bile görülmez. Film nerdeyse sanki bir tiyatro oyunu filme alınıyormuş gibi çekilmiştir. Oyuncuların tümü de daha önce tiyatro uyarlamasında oynamış aktörlerdir. Üstelik filmin sonunda dış ses seyircilere seslenerek salonu terk etmemelerini ister ve tiyatro oyunlarının sonlarındaki gibi ekrana oyuncular birer birer gelip bize selam vererek geçerler. Dış ses de oyuncuları bize tanıtır.
Yönetmen Mervyn Leroy, Bette Davis’i bile kadroda istememiş, tamamen tiyatro uyarlamasında oynamış oyuncuları tercih etmiştir. Yönetmenin, oyuncuların alıştıkları oyun biçimlerine müdahale etmemiş olması, bu tiyatro oyunu havasında ayrıca etkilidir. The Bad Seed filminin başarısı, yönetiminden değil metnin gücünden gelmektedir.
Nevzat Pesen’in yönettiği uyarlama ise hemen hemen tüm yönlerden The Bad Seed’den çok daha iyi filme alınmıştır. Daha fazla mekan ve orijinal uyarlamada olmayan karakterler eklenmiş, senaryoda karakterlere daha fazla derinlik katılmıştır. Ayrıca olayların neden ve sonuçlarını irdelemede, seyirciye bu olayların yarattığı duyguları aktarmada; kamera açıları, kurgu ve müzik kullanımıyla da karşılaştırmaya gerek bırakmayacak düzeyde daha başarılıdır. Hele oyuncu performansları, Amerikan uyarlamasından her yönden üstündür.
Yüzme ve kürek şampiyonlukları da bulunan çok yönlü, çalışkan bir tiyatrocu olan Lale Oraloğlu’nun 1961/62 sezonunda kurduğu Oraloğlu Tiyatrosunun 3. oyunuydu Kötü Tohum. O sezonda 174 kez sahnelenmiş, oyunu 56.232 kişi seyretmişti. Bu sayı o zaman için bir rekordu. Ekip, Mayıs 1962’de Anadolu turnesine çıkarak bu sayıyı katlamıştı. Cani çocuk Alev’i canlandıran Alev Oraloğlu bu oyunda çok beğenilmişti. Yani Kötü Tohum filmi, 1956 yapımı Amerikan uyarlamasının değil, 1962’de Lale Oraloğlu’nun sahneye koyduğu oyunun başarısından sonra filme alınmıştır. Lale ve Alev Oraloğlu oyundaki başarılarını filmde de sürdürmüşlerdir. Nevzat Pesen Amerikan akranının düştüğü hataya düşmeyerek Lale ve Alev Oraloğlu dışında tiyatro oyunundan başka bir oyuncu kullanmamış, onların da oyunlarını sinemasal düzeye çekmeyi bilmiştir. Yine de senaryodaki bazı zayıflıklar nedeniyle Lale’nin tiyatro seyircilerine açıklama yapar gibi kendi kendine konuştuğu birkaç sahne bulunur. Onlarla birlikte Nedret Güvenç, Öztürk Serengil, Bedia Muvahhit ve Suna Pekuysal izlemeye doyulmayan müthiş oyunlar vermişlerdir.
Film, Alev’in de öğrencisi olduğu ilkokulda açılır. Alev bahçede arkadaşlarıyla oynamak yerine büyükler için hazırlanmış dergiler okumaktadır. Arkadaşları içinden yalnızca sıra arkadaşı olan Cemal’le konuşur. Bu dergileri de Cemal’in evden ona getirdiğini öğreniriz. Cemal’in çocukça bir aşkla Alev’i sevdiği bakış ve davranışlarından belli olmaktadır. Ona isterse evden daha fazla dergi getirebileceğini söyler ama Alev Cemal’e nazik davransa da çok da yüzgöz olmak istememektedir. Kendi ailesinin ona her istediğini aldığını isterse bu dergilerden de alacağını söyler. Sınıfta güzel yazı yarışması sırasında Alev’in kurşunkaleminin ucu kırılınca Cemal ona kendi kalemini verir. Alev onun için kritik olan bu sınavda Cemal’in yardımını geri çevirmez, kalemi alır. Cemal de Alev’in ucu kırılan kalemini kalemtıraşla açarak, yazmaya o kalemle devam eder. Cemal onunla konuşabilmek, daha fazla vakit geçirebilmek için uğraşır durur. Elinde topuyla gelip yine herkesten uzakta vakit geçirmekte olan Alev’e birlikte oynamayı teklif eder. Ama Alev büyük dergileri okuduğu gibi, davranışları da büyükler gibidir. Cemal’in topunu aşağılayarak bu kadar küçük bir topla oynamam ben deyip kendisinin üç tane rengarenk büyük topu olduğunu söyler. Cemal yine hayal kırıklığına uğrar ve hevesi yere bıraktığı topun küçük küçük sekerek durması gibi yine söner.
Öykünün dönüm noktası olan güzel yazı yarışmasının sonuçları açıklandığına, yarışmayı Cemal’in kazandığı ortaya çıkar. Öğretmen, herkesin Cemal’i tebrik etmesini ister ama Alev bu sonuca müthiş bozulmuştur. Nasıl olur da onun kadar iyi ve üstün bir öğrenci yerine başka biri kazanabilir? Bu sahnede Alev, Cemal’in ona vermiş olduğu kalemi kırarak, idam kararını da vermiş olur.
Alev’in kendini diğer arkadaşlarından daha üstün görmesinin nedeni, sınıfsal ve ekonomik düzey olarak onlardan üstün olmasıdır. Bununla birlikte, kiracı olarak oturdukları köşkün sahibi olan mirasyedi anne-kız Melek ve Gönül’ün onu sürekli övmeleri, her gün hediyelere boğmaları, devamlı şımartmaları etkilidir. Alev bir çocuk gibi değil de hayatla ilgili düşünce ve prensipleri oturmuş bir büyük gibi davranır ve konuşur. Bu da büyükler tarafından olumlu ve övülmesi gereken bir davranış olarak algılanır. Oysa “Şımarık çocuklardan nefret ederim” derkenki gerçekten nefret dolu yüzünü ve bu çocuktaki diğer anormallikleri göremezler.
Ama aslında Alev’in annesi Lale’nin onun davranışlarıyla ilgili bir fikri olduğu piknik öncesi sahnesinde belli olur. Okul müdürü ve öğretmeni Alev’in ne kadar başarılı olduğunu anlatırken onun merhametli ve titiz bir öğrenci olduğunu söylediklerinde şaşırır. Kızının merhametli ve titiz falan olmadığını bilmektedir. Bir sahnede Alev’i doğru söylemesi için sıkıştırırken “Senin usta bir yalancı olduğunu biliyorum, bana doğruyu söyle!” der.
Piknik esnasında Cemal’in ölmesiyle okulun Alev’le ilgili gerçek düşünceleri de ortaya çıkar. Onu okuldan uzaklaştırırlar, öğretmeni Alev için “Haklıyla haksızı ayıramıyor” der. Aksini söyleseler de Cemal’in öldürülmesinden Alev’i sorumlu tuttukları açıktır. Bu kuşkular annesinde de oluşmaya başlar. Çünkü Alev arkadaşının ölümünden hemen sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam eder. Biz ise zaten en başından beri suçu Alev’in işlemiş olduğundan eminizdir. Filmi, olay nasıl ortaya çıkacak merakıyla izleriz. Evde Cemal’in madalyonunun bulunması ve başka kanıtların ardından Alev suçunu annesine itiraf eder. Fakat en çok beklediğimiz bu geri dönüş sahnesinde nerdeyse hiçbir gerilim unsuru kullanılmamıştır. Göl kenarına güle oynaya gelen iki çocuk konuşurken, Alev Cemal’den madalyonunu ister. Cemal vermeyince Alev onu zorla alıp Cemal’i göle iter, onu şikayet edeceğini söyleyen Cemal’e sudan çıkamaması için ayaklarıyla vurur. Bu yaşananlar bir anda olup biter. Biz olayı önceden bildiğimizden bu sahnede cinayetin ayrıntılarını görmek isteriz ama Alev’in Cemal’i gerçekten öldürmeye karar verme anı bile gösterilmez. Belki de bu sıradanlık içinde bir dehşet yaratılmak amaçlanmış olabilir.
Alev’in suçluluğu, Türkiye koşullarında oldukça düşük bir olasılığı temsil ediyor. Alev 8 yaşında varlıklı bir ailenin tek çocuğudur. Türkiye’de suçlu çocuklar içinde varlıklı bir aileye sahip olanların oranı %13’tür, tek çocuklu ailelerdeki çocukların suçlu çocuklar içindeki oranı ise %01 bile değildir. (Işıktaç, 1999) Alev’in suçluluğu, psikolojik olarak rahatsız olmasına ve bu rahatsızlığı perçinlemiş olan çevresi ve yetiştirilme şekliyle ilgilidir. Alev’e her istediği alınır. Ev sahibi anne kız her biri ayrı ayrı ona hediyeler verip şımartırlar. Alev öyle sevgi arsızı olmuştur ki, annesine sürekli “Beni öpmeyecek misin?” diye onu öpüp sevmeye zorlar. Alev’in örnek alacağı bir otorite figürünün yokluğu da etkilidir. Parçalanmış bir aile olmamasına rağmen baba Nejat, işi gereği uzun süreler evden uzaktadır. Filmin başında yine iş seyahatine giderken Alev’e “İki hafta sonra döneceğim” der. Alev “Hemen döneceğim diyorsun ama bir ay dönmüyorsun?” diyerek ona güvenemediğini belli eder. Babası “Bu sefer sana yalancı çıkmam” diye cevaplar ama yine yalancı çıkar, telefonda karısına işinin 4 haftadan önce bitmeyeceğini haber verir. Nejat, sonda Lale intihar ettiğinde hiç de kendini yıpratmış, üzülmüş gibi görünmez. Hatta kadının ölmüş olmasını “Demek beni terk etmeye karar verdi” diye tanımlar, sanki kadın ölmemiş de bavulunu toplayıp evi terk edip gitmiş gibi konuşur.
Tüm bu etkenler tabi ki bir çocuğun cinayet işlemesi için tek başına yeterli nedenler sayılamaz. Alev’in daha önce çok istediği kolyeyi elde etmek için yaşlı bir kadını merdivenlerden düşürerek öldürmesi, Cemal’i göle itip tekmeleyerek boğması, kendine bir tehdit olarak gördüğü evin hizmetkarı Memo’yu canlı canlı yakarak canice katletmesinin nedeni olarak, “kalıtım” gösterilir. Alev suç işleme güdüsünü cani anneannesinden devralmıştır… Filmin ortalarında Lale birdenbire, onu ziyarete gelmiş olan babasına “Ben kimin kızıyım?” diye sorar. O anda, onun yıllardan beri evlatlık olduğuyla ilgili kuşkuları olduğunu öğreniriz. Babasını sıkıştırarak gerçek annesinin cani bir katil olarak nam salmış Cahide İzel olduğunu öğrenir. (William March, The Bad Seed’i yazarken bu cani anneanne karakteri için gerçekten yaşamış bir seri katilden esinlenmişti. 1.83 boyunda ve 90 kilo ağırlığında Norveçli iri yarı güçlü bir kadın olan Belle Gunness’in, 1900’den 1908’e kadar 25’i kesin olmak üzere kendi iki çocuğu da dahil 40 kişiyi öldürdüğü sanılmaktadır. Gunnes, ülkesinde bir adamın saldırısına uğrayıp çocuğunu düşürdükten sonra karakterinde ve davranışlarında köklü değişiklikler oldu. Bu olaydan sonra Amerika’ya göç etti ve hayat sigortasından faydalanmak için kocalarını, değerli eşya ve paralarını ele geçirmek için gazeteye verdiği ilana cevap veren taliplilerini ve cinayetlere tanık olanların tümünü öldürdü.)
Lale annesinin ünlü katil Cahide İzel olduğunu öğrenince artık emin olur ki, kızının durumunun asıl sorumlusu annesi ve ondan torununa geçen genlerdir. Dolayısıyla Alev’in yaptıklarıyla ilgili kendini ve varoluşunu suçlar: “Mühim olan onun yaptıkları değil, benim yaptıklarım.”
Filmin bu anlamda kadınlarla ilgili sorunlu bir anlatımı vardır. Burada suçun kaynağı ve genlerle taşıyıcısı kadınlar olmaktadır. “Tohum” ataerkil bir toplumda, soy ve döl anlamında erkek bir terim olmasına rağmen burada kötü tohumun sorumlusu kadındır. Kötü tohum kadından kızına, ondan da kız torununa geçer. Erkeğin güya bu kalıtımsal suçta hiç etkisi yok gibidir. Tüm filmde de erkekler hemen hiç ön plana çıkmazlar. Nuran’ın kocası karısına karşı etkisizdir, Lale’nin kocası Nejat zaten ortalarda değildir. Ev sahibi Melek bir duldur ve kızı Gönül bekardır. Böylece yaşanan caniliğin sorumlusu olarak erkeksizlik ve otorite boşluğu da gösterilmiş olur.
Suç işleme eğiliminin kalıtım yoluyla geçeceği teorisi, Cesare Lombroso’nun 1878’de yazdığı “Suçlu İnsan” adlı kitabına dayanmaktadır. Lombroso, suç işleyen kişilerin doğuştan böyle olduklarını söylemişti. Hatta bu kişilerin ortak fiziksel yapılarını dahi belirlemişti. Buna göre; suçlular asimetrik yüzlü, büyük kulaklı, çıkık çeneli, biçimsiz kafataslı, dar alınlı, uzun kolludur. Acıdan daha az etkilenirler. Lombroso ayrıca; gözleri daha keskin gören, aşırı kibirli, düşünmeden hareket eden, kinci, ağzı bozuk ve aşırı dövmeli kimseleri de potansiyel suçlular olarak tanımlamıştır.
Lombroso’nun nerdeyse kafatasçılığa, ırkçılığa varan faşistçe görüşlerinin pek çoğu Avrupa’da kabul görmedi ama ırkçılığa fazlasıyla yatkın bir toplum barındıran Amerika’da ciddiye alındı. Lombroso’nun hiçbir istatistiki bilgi içermeyen, yalnızca kendi klinik deney ve ölçümlerinden yola çıkarak oluşturduğu bu görüşler 1913’te Charles Goring tarafından çürütüldü.
Her katilin çocuğunun veya torunlarının da katil olacağını, onların da ortadan kaldırılmaları veya kısırlaştırılmaları gerektiğini ima etmek kabul edilemez bir düşüncedir. Türkiye’de, suç işleyen çocuklar arasında yapılan araştırmalar (yetersiz olmakla birlikte), ailesinde ağır psikolojik rahatsızlığı bulunan suçlu çocukların diğer suçlu çocuklara oranının %7’yi geçmediğini göstermiştir.
Cemil’in annesi Nuran, Lale’ye her gelişinde onların sosyetik olmalarından, zenginlik içinde yaşamalarından, saray gibi bir evde oturmalarından, en kaliteli içkilerden içmelerinden, Lale’nin şık elbiselerinden bahsedip durur. “Sen üstün bir insansın, sosyetedensin.” Kendisini ise, bunları elde edecek paraya ve bu şıklığı seçip alabilecek elit zevke sahip olmayan biri olarak tanımlar.
Kötü Tohum filminde aslında suçlu olan Alev değil, onun ve çevresinin temsil ettiği burjuvadır. Cemal’in madalyonuyla simgelenen değerler, Alev’in temsil ettiği kesimlerce zorla alınıp çalınmaktadır. Burjuva, daha aşağı gördüğü halk kitlesinin değerlerini, kazancını ele geçirmek için onu yok etmeyi bile göze almaktadır. Alev, Cemal’in madalyonunun kendisinde olmasıyla ilgili konuşurken, “Cemal’e madalyonu bana verirse ona para vereceğimi söyledim” der. Her türden değer ve emeği parayla elde edebileceğini zanneder. Parayla elde edemediğinde ise çaresiz kalakalır ve zorla elde etmekten başka yolu olmadığını düşünür.
Film bu anlatımıyla halkın emeğini sömürerek zenginleşen kesimin hırsızlığını, daha da zenginleşmek için gözünü nasıl karartabildiğini gösterir. Ev sahiplerinin, hizmetkarları Memo’ya davranışları, Alev’in bile babası yaşındaki bu adama davranış şekli; bu insanları yoksunluklarından ötürü aşağılık görmelerinin açık göstergeleridir. Gönül filmin başında, güya onu yıllardır koruduğunu söyleyerek iyilik yapmış olduğunu ima ederken Memo’nun akıl noksanlığı, beceriksizliği ve erkekliğinden duyduğu kuşku da dahil olmak üzere herkesin önünde rezil olmasını sağlayan sözler eder. Bu davranışlarla kalp kazanmak yerine düşman edinmektedirler. Memo işittiği azarlardan sonra öfke içinde kendi kendine, “Hepiniz göreceksiniz kim akıllı kim akılsız” der. Alev sırf ona kötülük olsun diye kirli su kovasını salona devirdiğinde, “Onun tüm derdi beni durmadan çalıştırmak” der. Aşağı görülen sınıflar durmadan çalışmalı ve yüksekteki sınıfların refah içindeki hayatlarını bu çalışmanın ürünleriyle sürekli beslemelidirler. Tüm bu tutumlar topluma ekilen asıl kötü tohumlardır; Memo bir sahnede, Alev’in içindeki kötülüğü gördüğünü söyler ve ekler “Çünkü ben de senin kadar kötüyüm.” Alev Memo’nun kaldığı kulübeyi ateşe verip onu canlı canlı yaktığında köşkün sahibi Melek, “Allah evimizi korudu.” der. Az önce korkunç bir şekilde can vermiş Memo’ya zerre üzülmeyip, yangından dolayı evinin zarar görmemiş olmasına sevinmektedir. Bundan sonra da saray gibi evlerinde ana-kız eğlenceli şekilde çekişip durarak, çalışanlarını aşağılayarak, hiç çalışmadan günlerini gün ederek, rahatsız edilmeden yaşamlarını sürdürebilirler. Halkı temsil eden Nuran ise evlat acısına katlanabilmek için her gün sarhoş olup kendini yiyip bitirmeye devam edecektir…
Kötü tohum; burjuvanın daha aşağı gördüğü kesime ektiği nefret, acımasızlık, küçük görme, değerbilmezlik, örtülü veya açık ırkçılık da dahil olmak üzere yansıttığı görüşler ve davranış biçimleridir. Tüm bu veriler bize bir kez daha şunu kanıtlar: Suçlu çocuk yoktur, suçlu toplum vardır…
Kötü Tohum uzun süre bir suç filmi olarak ilerler. Memo’nun öldürülmesi sahnelerinden itibaren ise beklenen gerilimi yakalamayı başarır. Memo’nun çığlıkları arasında odasında hırsla piyano çalan Alev’in kötücüllüğü doruğa ulaşır. Bu duruma daha fazla katlanamayan Lale, filmin en dramatik sahnesinde kendi elleriyle Alev’e uyku hapları içirerek, onu adalet kurumlarına teslim etmeyip cezayı kendisi verir. “Seni bir yere tıkmalarına, sana katil, cani demelerine dayanamam” der.
Ceza kanunlarına göre 11 yaşını doldurmamış çocuklar hiçbir şekilde cezalandırılamaz. Eğer işledikleri suç 1 yıldan fazla ceza gerektiriyorsa, “bir veliye, vasiye, bakıp gözetmeyi üstüne alan akrabalarından birine ya da sağlık durumuna göre tedavi göreceği bir bakımevine teslim edilir.” Lale kızının doğuştan katil ve bunu genlerinde taşıdığını kabullenmiş bir anne olarak, daha 8 yaşında olan bir çocuğa iyileşme şansı tanımamış olur. Tabi bu anne eğer bugün yaşıyor olsaydı ve kızının Türkiye’deki ıslah evlerinde çekeceği olası akıl almaz işkenceleri, tecavüzleri bilseydi herhalde kızının hayatına son verirken çok daha az vicdan azabı çekerdi. Kanıtlı olarak raporlara geçmiş olan korkunçluklarla çocukların bu kurumlarda iyileştirilmesi, rehabilite edilerek topluma zararsız bireyler haline getirilmesi gerekirken nasıl da tam tersine daha da ruhsal olarak yaralandığı, psikopatlaştırıldığı, insanlığa karşı nefret duymalarının sağlandığı ortadadır. Üstelik bu olaylar sonucunda ilgili kurumların yöneticileri ve çalışanları hiç vakit kaybetmeden görevlerinden uzaklaştırılıp yargılanmaları gerekirken onlara hiç dokunulmamakta, olayı ortaya çıkaranlar suçlanabilmektedir. Hükümet yandaşı olunduğu sürece suç işleme serbestliği; eğitimsiz, bilinçsiz, işini severek değil yalnızca para için yapan kişilerin bu görevlerde bulunması, sadece ıslahevi ve cezaevlerinde değil nerdeyse diğer tüm kurum ve sektörlerdeki ana sorundur.
Lale kızını uyku haplarıyla zehirledikten sonra silahla intihar eder. Sese yetişen Melek ve Gönül hemen doktoru arayarak Alev’i kurtarırlar. Böylece Alev’in yaşamaya devam etmesi, toplumu sömüren kesimin faaliyetlerine devam edeceğini de ifade eder. Kitap ve ondan uyarlanan tiyatro uyarlaması bu güzel anlatımla sonlanır. Ama 1956’da oyun filme uyarlanırken metnin sonu değiştirilmişti. Çünkü Amerika’da yürürlükte olan Hays Code’a göre filmlerin sonunda suçlular cezasız kalamazdı. Bu yüzden sona eklenen sahnede kız inanılmaz bir hırsla, annesinin göle attığı madalyayı geri almak için saçma bir şekilde yağmurlu bir gece göle gider. Bu sırada ona çarpan yıldırımla can verir. Kötü Tohum, Türkiye’de böyle belli bir sansür kararı da yokken yine de aynı sonu kullanmıştır. Fakat suçluyu doğanın/tanrının cezalandırmasıyla seyircileri rahatlatma yöntemi filmin anlatımına zarar vermektedir.
Alev’e yıldırım çarpar ve Alev yanarak suya düşer. Ardından açık gökyüzü planıyla Alev’den kurtuluşun ferahlığı gösterilir. Seyirciler Alev öldü diye oh çekedursun, burjuvanın daha aşağı gördüğü halk kitlelerine uyguladığı sessiz dehşetin ve suçların cezasının verilemeyeceği, onların yalnızca “Allahlık” olduğu gösterilmiş olur. Bu söylem de toplum içine ekilen bir başka kötü tohumdur.
Küçük büyük herhangi bir suç cezasız kaldığında o suçtan mağduriyet yaşamış kişiler çaresizlik içinde “Allah’a havale ediyorum” derler. Kanunlar çerçevesinde suçlunun hak ettiği cezayı almaması; adalet duygusunun, uygarlığın oluşturduğu kural ve kanunlara olan inancın yıkılmasını sağlar. Bu söz, bu yıkımı engellemek, topluma ve onun kurallarına, adaletine olan inancını koruyabilmek için kişinin kendine uydurduğu bir avuntudan başka bir şey değildir. Yasama ve yargı kurumları bu tip adaletsizliklere meydan vermemek için en uygun ve yetkin yolları oluşturmalıdırlar.
Kötü tohumlar bazen devletçe, bazen farklı güç odaklarınca, bazen toplumsal çatışmalarımızla, eğitimsizlik ve bilinçsizlikle ekilmeye devam ediyor. O tohumlardan yetişenler birilerini itip mallarına konmaya, emek ve değerlerini çalmaya, tecavüz etmeye, çekinmeksizin ölüm kusmaya, her gün bir yerlerde dehşet saçmaya devam ediyor. Bu acıların en aza indirgenmesi ve kötü tohumların kurutulması için, büyük küçük tüm toplumu kapsayacak çağdaş eğitim politikalarının oluşturulması en önemli zorunluluktur.
Böyle bir filmin olduğundan haberim yoktu, bu yazınızı okuyana kadar. Bu filmi de harika yorumlamışsınız. Filmi, yazınızı okuduktan hemen sonra izledim. Sayenizde birşeyler daha öğrenmiş oldum, teşekkür ederim. Öteki Sinema iyi ki var…
Çok sevindim Ebru, teşekkürler yorumun için.