“Kötü adam ne kadar başarılı olursa film de o kadar iyi olur.”
A. Hitchcock

Bazen keşke diyorum, gerçek hayatın kötüleri de sinemanın kötüleri gibi bakıldığı anda anlaşılabilir olsalar ve böylelikle kendimizi, sevdiklerimizi kötülerden koruyabilsek. Mesela fantastik sinemadaki Lord Voldemort gibi ya da Sauron gibi, Darth Vader ya da Avengers’in Thanos’u gibi yüzlerine, giyinişlerine, bedenlerine bakıldığında ya da sesleri işitildiğinde diyebilsek ki bu kişi kötü! Korku sinemasındaki Frankenstein, Nosferatu, Golem, King Kong, Alien ya da mumyalar, canavarlar, zombiler, şeytanlar ve çeşit çeşit yaratıklar da hemen tanınırlar ve hatta western sineması iyiler ile kahramanların çatışmasında, zaman zaman siyah giysilerle tasvir eder filmin kötüsünü, kahramanın beyaz giysisine karşıt…

Gündelik yaşamın tüm sıradanlığı içerisinde, alışılmış insan manzaraları içerisinde ortaya çıkan kötüler, zaman zaman kötülüğün biçimsel olarak fark edilmediği noktada kalırlar. Maalesef gerçek hayatta kahraman olmak da kolay değildir; kötü karşısında başarı şansı yakalamak da. Oysa Hollywood sinemasında çoğunlukla beyaz, orta sınıf bir Amerikalı olarak tanımlanan kahraman, filmin finalinde kötülüğü yok eder, düzeni tekrar kurar.

Habil’le Kabil’e, kutsal kitaplara ve yaradılış efsanesine kadar giden iyi ve kötü arasındaki çatışma bazı görüşler için yaradılışa özgüdür. Tıpkı doğrunun ya da ahlakın öznel ve göreceli oluşu gibi sanat, edebiyat, din bilimleri, felsefe gibi alanlarda farklı farklı tanımlanan kötülük kavramı da zaman zaman öznellik içerir. Tembellik örneğin, biri için kötü diğeri için yaratıcılık zemini olabilir. Deprem, fırtına, bakteriler gibi doğal kötülüklerle beraber, insana özgü acımasızlık, oburluk, adaletsizlik, aldatma, tembellik, korkaklık, gaddarlık, haset, yalan, kibir gibi kötülüklerden bahsetmek de olasıdır.

İnsana özgü kötülükler irade, özgürlük ve sorumluluk kavramları ile düşünülmelidirler. Hırsızlık yapan biri için çünkü açtı; insanlara zarar veren biri için çünkü kendisine zarar verileceğini düşünüyordu; çevresine şiddet uygulayan biri için çünkü onun da babası ona şiddet uygulamıştı diyerek durumu nedenselleştirmek de bazı açılardan sorunlu görünüyor. Bu nedenselleştirme hikayelerinin yüzlercesi ile sinemada karşılaşabiliriz, Joker gibi, X-Men gibi ya da Freddy Charles Krueger ve Norman gibi…

blank

Mesela Psycho’nun Norman’ının babası, o çocukken ölmeseydi, Norman ödipal süreci sağlıklı atlatsaydı ve annesi ile bağımlılık ilişkisi kurmasaydı muhtemelen annesini ve üvey babasını öldürmeyecek, kuş doldurmayacak, kadınlar ile sağlıklı iletişim kurabilecekti. Muhtemelen? Kötülerin giderek derinleşen, çok katmanlı inşaları, onların eylemlerinin de anlamlı, anlaşılabilir ve affedilebilir kılınmasının nedeni olur. Tıpkı gerçek yaşamda tanışılan kişiye karşı duyulan hoşgörüye, empati ve onu anlama çabası eşlik etmesi gibi. Bazen bu nedenselleştirmede kötülüğün intikam gibi haklı gerekçesi olduğu dahi düşünülebilir. Öfkeli aileler tarafından Freddy belki yakılmasaydı, o da ebeveynleri cezalandırmayacak ve intikam almak için geri dönmeyecekti?

Kötülüğün zamansal ve uzamsal sınırlara hapsolmadığını belirten Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme isimli kitabında Şeytan filmi üzerinden bazı temel sorular ile bu tartışmayı genişletir. Şeytan filminin kahramanının (Regan) içine şeytan girmiştir. O halde ondan nefret mi etmeliyiz ona acımalı mıyız diye sorar yazar önce. Sonra Eagleton konuyu özgürlük ve determinizm meselesi üzerinden düşünür ve yeni sorusunu sorar; ele geçirilmiş çocuğun içerisindeki şeytan onun özü müdür (ki bu durumda ondan korkmalı ve nefret etmeliyiz), yoksa yabancı bir istilacı mıdır (ki bu durumda ona acımalıyız)? Bu güç elinde savunmasız bir kukla mıdır Regan, yoksa bu güç onun içinden mi gelmektedir? Yoksa kötülük kendine yabancılaşma durumu mudur? Yani bu iğrenç güç, hem sensin hem de değil misin?

Hem acıma hem de korku hissedilen bu karakterlerin durumları gerekçelendirildiğinde elbette affetme meselesi üzerine düşünülmesi gerek. Peki kişinin kendi seçimleri kötü ise ve özgür irade söz konusu ise kötü, kötülükleri nedeniyle cezalandırılmalı mıdır? Planlı bir yok ediciliği içeren kötülüğü nedenselleştirmek yerine, eylemin sonucu ile ilgilenmek daha mı doğrudur? Her soru ile derinleşen ve yönü kolayca farklılaşabilecek kötülük mevzusunu daha derin bir film üzerinden düşünelim, ana akım sinemadan biraz uzaklaşalım. Kaçtığı kişilerden bir kasabaya sığınarak kasabalının kötülüğü ile yüzleşen Dogville’in Grace’i, film boyunca kendisine yapılan kötülükler karşısında erdem sahibi olarak iyi niyetini bozmaz. Kadının çaresizliği kasabalının onun üzerinde güç kurmasını ve eylemlerinin de keyfi hale gelmesine olanak tanır. Kasabalı, her geçen gün Grace’in üzerindeki suiistimalini arttırırken bir yandan da bunları onun iyiliği için yaptıklarını iddia ederler.

Bu durum pek çok okurun aklına -benim de olduğu gibi- 6 saat boyunca ayakta duracağını ve önünde bulunan objelerle kendisine istenilenin yapılabileceğini ve olacakların tüm sorumluluğunu üstleneceğini yazan Marina Abramovic’in çok popüler ve bilindik ve Ryhtm O gösterisini getirecektir. Bu 6 saatlik gösterinin sonunda Abromovic’in giysileri kesiliyor, Abromovic taciz ediliyor, üzerinde kesici alet kullanılıyor ve içi dolu bir silah ona doğru doğrultuyordu. Burada bireysel özgürlük ile yıkıcılığın grift bir şekilde birbirlerine bağlı oluşuna şahit olunuyordu elbette. Muhtemelen Abramoviç üzerinde yapılan ilk kötü eylem, diğerlerinin de önünü açmıştı ve böylelikle de Abramoviç kolayca nesneleştirilmiş ve bu kötücül davranışlar tecavüz girişimine kadar götürülmüştü. Abramoviç’in tepkisizliği ve yapılacak olan her şeyin sorumluluğunu aldığını daha baştan kabul etmesi, seyircinin onu aşağılayabileceği ve yok edebileceği bir ötekine dönüştürmesine de izin vermiş, tıpkı Dr. Jekyll ve Mr. Hyde örneğinde olduğu gibi insanın içindeki kötünün ortaya çıkması için Abramovic bir anlamda seyircisine alan tanımıştı, Dogville kasabasında Grace gibi…

blank

Grace Hıristiyanlık inancından gelen çileci tavırla, kendisine kötülük yapanlara diğer yanağını çevirirken, kasabalıya karşı takındığı tavırla 7 büyük günahtan birini işleyerek aslında kasabalıya kötülük yapıyor olabilir mi? Kibri ile yarattığı merhamet duygusu bir tür vampirimsi yaşama olanak tanıyor olabilir mi? Bu duruma izin veren Grace filmin sonunda kasabayı toptan yok etmek yerine, acaba bütün bu hikayeye sınır koyarak izin vermeyebilir miydi? Ayrıca Grace başkalarının iyiliği için kendisini feda ederken diğerlerinin yaptığından farklı bir şey yapmıyor olabilir mi? Zira kötülerin kendilerini var etme yolları gibi Grace de kibriyle, kendisini bu insanlara yaptığı iyilikler üzerinden var ediyor görünüyor. Elbette kasabalının eylemleri özgür bir bilinçle alınmıştır ve eylemlerinin sorumluluğunu almalıdır. Ancak yine de bu durum Grace’i salt iyi kılmaz. Grace de hepimiz gibi kötülüğü içinde aramak yerine dışarda arar ve erdem saplantısı ile kurduğu benlik duygusuyla o kadar meşgulken, filmin sonunda kendi gerçeği ile yüzleşmek yerine kötülüğün kaynağı olarak gördüğü kasabayı yok etmekten, çocuklar dahil kasabalıyı öldürmekten çekinmez.

Kurumsal kötülük kavramına bir diğer örnek de Nazi Almanyası üzerinden verilebilir. Hannah Arendt Nazi Almanyası döneminde Yahudilerin toplama kamplarına gönderen, dolayısıyla da onların ölümlerinden sorumlu olan SS yetkilisi Karl Adolf Eichmann’ın Kudüs’teki yargı sürecini ele aldığı kitabı Kötülüğün Sıradanlığı’nda Eichmann’ın itham edildiği suçlara karşı savunmasını şöyle anlatır. Eichmann dönemin Nazi hukuk sistemine göre yanlış bir şey yapmadığını; itham edildiği şeylerin suçtan ziyade “hükümet tasarrufları” olduğu, itaat etmekle yükümlü tutulduğu, başarırsa madalya ve nişanlara boğulacağı, başaramazsa darağacını boylayacağı eylemler gerçekleştirmiş olduğu gerekçesi ile kendisine yöneltilen suçları reddeder. Toplumsal, ekonomik ve politik yapıların ve kurumların güç ilişkilerinin merkezinde olduğu düşünülürse, bu kurumlardaki keyfiyet, kişilere göre alınan kararlar ve gücün sahibine koşulsuz itaat insanın çıkar ilişkisi ile ilgili olacaktır. Dolayısıyla çoğunluğun yanında yer almak, yapılan kötülükten azade olunduğu yanılsaması yaratsa da işin aslı kötülük hala kötülüktür. Terry Eagleton Kötülük Üzerine Bir Deneme adlı kitabında “Kötülük türlerinin çoğu, toplumsal sistemlerimizin içine işlemiştir ve bu sistemlere hizmet eden bireyler yaptıklarının ciddiyetinin farkında olmayabilirler” der. Sistem maalesef insan eylemlerini sıklıkla dönüştürür. Yapılanlar kötülükler ise aslında tüm insanlığı ilgilendiren büyük bir sorundur. Dile gelmekten kaçan bu kötülük ise insanları insanlıktan, insan olmaktan esasen yoksun kılar.

Sıklıkla Hollywood sisteme dair sorunların çözümünde, bireyi (burada sıklıkla göçmen, zenci, LGBT+ birey ile sembolize edilen bir alegori bulunur) cezalandırmayı seçerek sorunların üstünü örter, sisteme karşı zedelenen duyguları onarır ve sistemin sorunları ile baş etme yolları önerir, Rosemary’nin Bebeği ya da Şeytan filmlerinde olduğu gibi. Kötülüğün kurumsal düzeyde bir yapı içerisinde ortaya çıkabileceği, çürümüş bir düzenin parçası olan insanların bu çürümüşlükten kendilerini korumalarının güçlükler içerdiği ve bununla yüzleşmenin ciddi bir sistem eleştirisi olduğunu söyleyebiliriz. Elbette Hollywood bir sistem eleştirisine girmeyecek, politik anlamda sistemin yanında yer alacağı filmler üretmeye devam edecek görünüyor.

Farklı bilim ve sanat dallarından tartışılabilecek kötülük kavramı sinemada da çeşitlendirilerek tartışılmaya elbette devam edecektir. Tekrar yazımın başında söylediğim cümleme dönersem, Hollywood sinemasında iyilerin galibiyeti gerçek yaşamın tüm katılığına inat, seyircisine bir rahatlama sunar. Ancak insanların yaşama bakışının şekillenmesinde çok önemli işlevler üstlenen Hollywood sinemasının sunduğu mutlu son, bir fantezidir ve gerçek hayatla baş edebilmenin bir yolu olarak izleyiciye kötülüğün ortaya çıkarılabileceğine, kötülükle baş edilebileceğine ve kötülüğün yok edilebileceğine dair çok da rasyonel olmayan bir kurgu sunar. Bu hali ile de izleyiciye geçici bir yanılsama ve katharsis sunarken, bir anlamda gerçek yaşamın katılığından bir süre seyircisini uzaklaştırıp bir anlamda nefes almasına olanak da tanır.

blank

Zehra Yiğit

Zehra Yiğit, Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo TV Sinema bölümünde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra doktora eğitimine Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı bölümünde devam etti. Oxford Üniversitesi ve Novisad Üniversitesi'ne Visiting Researcher olarak giden Yiğit, İtalya, Portekiz, Sırbistan, Gürcistan, İngiltere gibi pek çok ülkede ders ve seminer verdi, proje ortaklığı yaptı. Yiğit, şu an Akdeniz Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Televizyon Bölüm Başkanı olarak görevine devam etmektedir.

1 Comment Bir yanıt yazın

  1. Kaleminize sağlık hocam. Hollywood’un kötülük tasvirlerine karşın bağımsız sinemanın kötüleri çok daha fazla dokunuyor insana. Kendi yaşamlarımızda karşılaşma olasılığımızın yüksek olduğu veya yüzleşmekten korktuğumuz kötülüğe ışık tutuyor ve sinemanın gerçek gücünü hissediyorsunuz.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Türkiye’de Bağımsız Sinema Usta Oyuncular İçin Yer Açıyor mu?

Ana akım sinemanın tam karşısında yer alan bağımsız sinema, oyuncular
blank

Drakula’ya Davet: Fantastik Dil

Türk Fantastik Sineması dediğimiz zaman tüyleri ürperten bir başka nokta