Bir süredir Coen Kardeşler üzerine çalışıyorum. Sinemaları hakkında yazılan kitaplar bir düzineyi geçti. Sadece tek bir filmleri hakkında yazılan kitaplar var. Mark Conard’ın editörlüğünde çıkarılan bir de Coen filmleri felsefesi kitabı bulunuyor. Gerçekten dikkat çekici.
Coen’ler çok ilginç bir figür, neredeyse tek bir kişiymiş gibi hareket ediyorlar, üretimlerinin tüm aşamalarında omuz omuzalar ve müthiş bir ahenk yakalamış durumdalar. 30 yılı aşkın bir süredir durmadan üretiyorlar, büyük ölçüde bağımsızlıklarını korumayı başardılar, kafalarına göre takılıyorlar, türden türe zıplıyorlar. Filmografileri çingene bohçası gibi, her renk var. Dürüst olmam gerekirse, Coen Kardeşler’in filmlerinin yarısını hiç sevmiyorum ama diğer yarısına da bayılıyorum. Filmografileri kalp kardiyografisi gibi, dev yükselişler ve keskin düşüşlerden ibaret ve mütemadiyen de öyle, o şekilde gidiyor. Coen’lere tam bittiler diyorsunuz bomba gibi bir filmle dönüyorlar, tam yeni bir şahesere imza atıyorlar bir sonraki filmleri fiyasko! Herhangi bir dönemde birbirini takip eden 4-5 Coen filmine bakın, ne demek istediğimi gayet iyi anlarsınız. Şahsi kanaatimce, an itibariyle ‘en iyi’, ‘en olmuş’ Coen filmi “Fargo”dur. Ama şahsi favorime gelince, benim en sevdiğim Coen filmi, “The Big Lebowski”dir. Bowling’e mi başlamadık bu film yüzünden, White Russian’lar delik mi açmadı küçük bütçelerimizde.
Kült Filmler Zamanı adını verdiğimiz yazı dizisine komedi filmlerini de entegre etmek istediğimde ilk aklıma gelen filmlerden biri “The Big Lebowski” (1998) oldu. Her ne kadar gösterime girdiği dönem kıymeti pek anlaşılamasa da (ne ödüller, ne de eleştirmenler ne de seyirci nezdinde) sadece birkaç sene içinde neredeyse küresel bir fenomene dönüşen filmin kült bir film olduğuna dair bugün hiçbir sinemaseverin şüphesi olduğunu sanmıyorum. New York’ta sadece bu filmdeki malzemeleri satan bir dükkan var ve her yıl sadece bu filme has festivaller düzenleniyor. Amerika’daki 15 yıldır yapılıyor, adı “Lebowski Festivali”, İngiltere’dekinin adı ise “Ahbap Aldırmaz” (The Dude Abides). Film hala Amerikan sinemalarında ara sıra gösteriliyor ve gösterildiği sinemalara filmdeki kıyafetlerle gidenler var. Asıl çarpıcı olan da bu filmden sonra “Dudeism” (Ahbapçılık) diye 100 binden fazla üyesi olan bir din/kilise kurulmuş olması. Sanıyorum, daha başka söyleyecek bir şey yok.
“The Big Lebowski”, olay örgüsündeki sayısız detayı başlıca kara filmlerden alıyor, “The Maltese Falcon” (Malta Şahini, 1941), “Murder, My Sweet” (1944), Double Indemnity (Çifte Tazminat, 1944), “Dark Passage” (Karanlık Geçit, 1947), “The Night of the Hunter” (Caniler Avcısı, 1955), “The Long Goodbye” (Uzun Veda, 1973), “Chinatown” (Çin Mahallesi, 1974) ve daha niceleri. Birbiri içine geçmiş hikayelerden oluşan kompleks olay örgüsü, hikayenin geçtiği yerler (Los Angeles, Malibu, Hollywood vb.) ve bir şekilde porno endüstrisi, çarpık ilişkiler ve ihanetlerle örülü yapısı da Raymond Chandler’ın eserlerinden izler taşıyor. Coen’lerin asıl başarısı tüm bunları hiçbir detayı atlamadan ustalıkla biraraya getirirken, hem hiçbir karakterin basit birer tipleme olarak kalmasına izin vermemeleri hem de ana gövdeye müthiş bir kara mizah taşımış olmalarıdır.
“Amerikan Dedektiflik Filmlerinde Revizyon: 1970’ler” adlı yazımda da bahsetmiştim, Jorge Luis Borges; “Ficciones: Hayaller ve Hikayeler” adlı kitabının ilk öyküsü “Tlön, Uqbar, Orbis Tertius”ta, evine gelen bir misafirle “birinci tekil şahıs ağzından anlatılacak bir romanın yazılışına dair sonu gelmez bir tartışmaya” daldıklarını, bu tip bir yazımın, “romanın anlatıcısının, kimi olguları görmezden gelecek ya da çarpıtacak” veya “bilerek türlü çelişkilere düşecek” olmasıyla sonuçlanacağının altını çizer. Ben kendi adıma Borges’in bu tespitine bir de anlatıcının her şeyi uydurmuş olabileceği ya da her şeyin bir rüyadan veya bir sanrılamadan ibaret olmuş olma olasılığını doğurabileceği seçeneklerini ekliyorum. Coen’lerin “The Big Lebowski”sinde de benzer bir risk var, filmde Ahbap’ın yer almadığı tek bir sahne bile yok, Nihilistlerin restoranda oturdukları sahnede bile arkadan araçla geçiyor. Adam her sahnede var, onsuz sahne yok. Roman Polanski’nin Ira Levin’den uyarladığı “Rosemary’s Baby” (Rosemary’nin Bebeği, 1968) filminin bir tık altı yani.
Haliyle ardı ardına yığılan bir hayli karmaşık olaylar, yok canım bu kadar da olmaz dedirten “rüya gibi” gelişmeler, alkol ve uyuşturucu kullanmadan birkaç saat dahi geçirmeyen Ahbap’ın karmaşık zihninde cereyan eden olaylar olduğu izlenimini veriyor. İnanılmaz derecede detaylı canlandırılmış rüya sahnesi bu bakımdan filmin kilit sahnesi olma işlevini taşıyor. Bu sahnede, o sahneye kadar Ahbap’ın gördüğü şeylerin (kadınlar, erkekler, objeler, müzikler, artık her ne varsa) derneşik bir hale getirildiğini gözlemliyoruz. Tıpkı rüyalarımızda gördüğümüz şeylerin, gerçek hayatta gördüğümüz şeylerin aynısı ya da yansıması olması durumu gibi. Peki ya, bu rüya sahnesi gerçek ve diğer gördüklerimiz rüyaysa? Abarttım, biliyorum. Peki, bize olayları en ince ayrıntısına kadar anlatan “Yabancı” (The Stranger) kim o zaman? Nereden biliyor tüm o detayları? Ya da o “Yabancı” Lebowski’nin neyi oluyor? Sonuçta “”The Big Lebowski”nin esin kaynakları “The Night of the Hunter”, “The Dark Passage” ve “Chinatown” gibi filmler. Bunları düşünmemiz normal. Bu arada, Ira Levin’in “Rosemary’s Baby” romanının devamı olarak yazdığı “Son of Rosemary”nin finalinde başından beri her şeyin Rosemary’nin rüyası olduğunun ortaya çıktığını biliyor muydunuz? Oops.
“The Big Lebowski”deki karakterler görkemli bir resmi geçidi andırıyor. 69 sentlik bir çeki öbür seneye yazan Ahbap’tan, Time’a kapak olmuş “Büyük Lebowski”ye, Coen’lerin yönetmen John Milius’u esas alarak inşa ettikleri o benzersiz Walter Sobchak karakterinden John Turturro’nun olağanüstü Jesus Quintana’sına kadar herkes mükemmel. Senaryo tam bir detaylar cehennemi ve sadece üç-beş dakika ekran süresi olan yan karakterler bile (ev sahibi, dedektif, Maude, Bunny, Donny, Nihilistler vb.) mücevher gibi parlıyor.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Filmde her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Bush’un konuşmasından, hangi sahnede hangi müziğin çalınacağına (sadece filmin müziklerine odaklanan bir yazı yazmayı da düşünüyorum), Lebowski’nin giyim kuşamından Malibu’daki partiye, Maude’un atölyesinden Büyük Lebowski’nin evine, o muhteşem bowling salonundan Lebowski’nin evine hatta evindeki posterlere kadar. Kara filmlere yapılan göndermeleri saymıyorum bile. Örneğin, açılış sahnesi çok net bir şekilde gelmiş geçmiş en cool Philip Marlowe karakterinin yer aldığı Robert Altman şaheseri “The Long Goodbye”a bir atıf.
[/box]
Filmdeki her şey ama her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Şimdilik sadece tek bir örnek vermekle yetineceğim, hem yerli literatürde hem de yabancı literatürde Jesus Quintana’nın yüzükleri ile ilgili yanlış yorumlar okudum. Yüzükleri onun oğlancılığıyla ya da olası/gizli eşcinselliğiyle ilişkilendirenler olmuş, bu hatalı. Neden hatalı? İşte detaylar böyle anlarda önem kazanır. Jesus’ın ayakkabısını bağladığı sahnede ve sonra parmaklarını kuruttuğu sahnede sol elinde üç adet yüzük görürüz (serçe parmağında, yüzük parmağında ve işaret parmağında). Üçü de kallavi yüzüklerdir ve taşlıdırlar. Birleşik Devletler Bowling Kongresi (The United States Bowling Congress-USBC) resmi bowling turnuvalarında/liginde bir maçta 300, 299 ya da 298 puan yapanlara bir yüzük takdim ediyormuş. Yine benzer şekilde 900 puan yapanlara (üç kez üst üste 300) da ayrı bir yüzük takdim ediyormuş. Bu skorları tekrar edenlerin yüzüklerine de ayrıca değerli taş (mücevher) ilave edilirmiş. Burada farklı yüzüklerle ve taşlarla altı çizilmek istenen şey, Jesus’ın anormal düzeyde iyi bir bowling oyuncusu ve çok dişli bir rakip olduğudur yani. Jesus tüm kukaları devirdikten sonra çalan müzik Eagles’dan. Yani Ahbap’ın en nefret ettiği grup. Ama söyleyenler Gypsy Kings çünkü Quintana bir Hispanik. Burada fonda çalan “non-diegetic” müzik bile bunların bir rüya olabileceğine işaret ediyor. Ama şimdilik burada bırakalım.
Coen Kardeşler’in “The Big Lebowski”si (1998) tüm zamanların en kült komedi filmlerinden biri, kendi kültürünü yaratmış bir fenomen. Gerçekten zengin bir içeriği var, her izlediğinizde yeniden keşfedeceğiniz ya da hakkında bir şey okumazsanız asla keşfedemeyeceğiniz detaylarla örülü senaryosu hayranlık verici. Ama tüm filmin merkezinde tembelliği/ataleti adeta bilgece bir erdeme dönüştüren Ahbap karakteri var. Bu bağlamda, onu kusursuz bir şekilde canlandıran Jeff Bridges’e de ayrı bir parantez açmak ve hakkını teslim etmek lazım. Öyle sanıyorum ki, Jeff Bridges’in oyuncu-karakter bütünleşmesi bağlamında ortaya koyduğu başarı tüm zamanların en iyi erkek oyuncu performanslarından biri olarak anılmayı sonuna kadar hak ediyor. Ama zaten öyle anılmasa bile sorun değil. Ahbap aldırmaz adamım, Ahbap aldırmaz.
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]KAYNAKLAR
Borges, Jorge Luis. “FICCIONES: HAYALLER VE HİKAYELER”, 2011. (çevirenler: Fatih Özgüven ve Tomris Uyar), İletişim Yayınları, Türkiye.
Conard, Mark T. (editör), THE PHILOSOPHY OF THE COEN BROTHERS, 2009. The University Press of Kentucky, ABD.
Doom, Ryan P. “THE BROTHERS COEN: UNIQUE CHARACTERS OF VIOLENCE”, 2009. ABC-CLIO, LLC, ABD.
Jones, Jenny M. “THE BIG LEBOWSKI: AN ILLUSTRATED, ANNOTATED HISTORY OF THE GREATEST CULT FILM OF ALL TIME”, 2012. Voyageur Press, ABD.
https://en.wikipedia.org/wiki/Lebowski_Fest
http://hagininkosani.blogspot.com.tr/2012/11/hayatimin-filmleri-24the-big-lebowski.html[/box]
Merhaba Ertan Bey, yazılarınızı büyük bir ilgiyle takip ediyorum. hatta bir film izlediğimde sizin o filmle ilgili bir incelemeniz var mı diye gelip baktığım dahi oluyor. Detaylı, eğlenceli ve de bilgilendirici yazılarınız için teşekkür ederim. Steve McQueen’in başrol olduğu filmler hakkında da incelemeler yazabilir misiniz? Bunu özellikle rica ediyorum çünkü bu alanda Türkçe kaynak neredeyse hiç yok ve McQueen bence hatırlanması gereken bir kişilik. Şimdiden teşekkür ederim.