eraserhead posterİnanın bana, çok az film için bunu söylerim ama eğer “Kült Filmler”e dair liste hazırlayan biri, ne olduğu hiç önemli değil, bu filmi dışarıda bırakmasına neden olacak sebebi/kıstası/kriteri (yıl olabilir, filmin ülkesi olabilir, filmin renkli olması olabilir ya da yönetmenin isminde belirli bir harfin olmaması gibi saçma bir neden de olabilir, her neyse) herhangi bir şüpheye mahal vermeyecek netlikte açıklayamıyorsa çöpe atın gitsin o listeyi. O listenin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Karşımızda, tüm zamanların en iyi, en yaratıcı, en sıra dışı, en kışkırtıcı ve benzersiz Kült Film’lerinden biri var. Kült Filmler Zamanı’nda sıradaki konuğumuz David Lynch’in ilk muhteşem eseri ve ilk başyapıtı “Eraserhead” (1977).

Sinema tarihinde, tamamı bir rüya şeklinde tasarımlanmış çok az film vardır. Bunlardan üç-dört tanesini Kült Filmler yazı dizimize, olayı el alma biçimleri ve türdeşlerinden belirgin bir şekilde ayrılmaları nedeniyle dahil ediyor olacağız. Tüm bu örnekler içinde iki film, kendinden ne önceki ne de sonraki herhangi bir filme benzemiyor olacak, bunların ilki, birçoğunuzun ben şimdi adını yazdığım için hayatında ilk kez duyacağı “Dementia” (1955), diğeri de çoğunuzun benden iyi bildiği “Eraserhead” (1977). Evet, işte tam bu noktada ilk tezimizi öne sürebiliriz. Bence David Lynch’in “Eraserhead”inin atası John Parker’ın “Dementia”sıdır yani, eğer “Dementia” “Daughter of Horror” ise “Eraserhead” de “Son of Horror”dur, nokta. Daha sonra bu iki önemli filmi kıyaslayan, hatta belki işin içine bunların ikisinin tarihsel açıdan aşağı yukarı ortasında duran Ingmar Bergman şaheseri “Vargtimmen”i (Hour of the Wolf, 1968) de katan bir yazı yazma sözü vererek, burada bırakıyorum. Gelelim, “Eraserhead”in (1977) özüne ve bu filmi neden çok önemli bulduğuma…

David Lynch Sinemasını anlamak için, onun bugün daha çok David Cronenberg ile özdeşleşen “body horror” (bedensel durumlardan kaynaklanan korku) köklerine bakmak yani çektiği ilk kısa metrajlara göz atmak lazım gerekmektedir. Erken dönem Lynch “kısa”larından, bilhassa “The Grandmother” (1970), Lynch sinemasını çözümlemek ya da en azından daha iyi kavramak için büyük önem taşımaktadır. “Eraserhead” bir anlamda “The Grandmother”ın geliştirilmiş bir versiyonu gibi durmaktadır. Şimdilik daha fazla detaya girmeyeceğim.

eraserhead-ötekisinema

Demin, sinema tarihinde, tamamı bir rüya şeklinde tasarımlanmış çok az film vardır, demiştim. Lynch söz konusu olduğunda ise bunun bir rüyadan çok bir kabusu, bir karabasanı andırdığını söyleyebiliriz. Beni bu filmde asıl etkileyen ise filmle gerçek yaşamın iç içe geçerek korkunç bir kabusu meydana getirmesi oldu. Bunu sadece David Lynch, bir kabusunu filme aldı anlamında söylemiyorum, onun nesi var ki, onu herkes yapar, filmin bizatihi kendisinin Lynch’in kabusuna hatta daha da ileri giderek gerçek hayatına dönüşmesinden bahsediyorum. Yani bu çift taraflı çalışan ve seneler içinde korkunç bir acıya ve ıstıraba dönüşen film yapılış süreci de bu filmi en azından kendisi kadar kült yapıyor. Bu filmi, onu oluşturan süreçle beraber değerlendirmek gerekiyor. Baştan başlayalım ve kısa kısa ilerleyip bitirelim.

1946 doğumlu David Lynch ilk evliliğini Peggy Lynch ile 1967-1974 yıllar arasında yapar ve bu evlilikten 1968 yılında Jennifer Chambers Lynch adındaki kızları doğar. Ama maalesef minik Jennifer’ın ayağında biçim bozukluğu vardır ve haddinden fazla yumrudur. Ayak bileği, topuğu ve parmakları içe dönük gibidir yani. Lynch’in kızı o yaşta defalarca ciddi ameliyat geçirir, bu da sadece Jennifer’ın değil, annesinin ve haliyle henüz 22 yaşındaki babasının da psikolojisini bozar. Bu nedenle “Eraserhead”e (1977) dair ilk ve en geçerli ve en yaygın okuma, baba olma ve özellikle de engelli bir çocuk babası olma korkusuna dair bir alegori olduğudur. Ki, bu okuma bir ölçüde doğrudur. Jack Nance’in canlandırdığı Henry’nin hal ve tavırları ile düpedüz saçlarından ötürü David Lynch’i andırıyor oluşu da, açıkçası bu teoriye tuz biber eker. Bir korkunun üst-gerçekçi (sürrealist) dışavurumu ve inşası bağlamında, David Lynch’in “Eraserhead”inin (1977) George Barry’nin “Death Bed: The Bed That Eats”i (1977) ile kan kardeş olduğunu öne sürebiliriz. Ama şahsi kanaatimce, Lynch’in filmini klasik bir üst-gerçekçi istismar (exploitation) filmi olmanın ötesine taşıyan ve onu mistik bir yapıt haline getiren başka bir şey vardır. Yönetmenin korkularını, kabuslarını peliküle aktarırken geçen süreçte, pelikülün ya da (yeniden) canlandırılmış kabusun kendi korkularını (filme alınamama, tarih olma, unutulma) yaratıcısına yani Lynch’e aktarmış olduğu gerçeği. Ki, bence filmi asıl kült yapan da bu yapım sürecinin yarattığı yıkımdır. Hadi bunu biraz açalım.

eraserhead baby

Çekimlerine 1972 yılında başlanan ve çeşitli aksaklıklar, finans problemleri gibi nedenlerden ötürü ancak 5 yıl (evet, yazıyla “beş”) sonra nihai haline gelen film sırasında David Lynch, kızının annesi Peggy’den boşanır. Film tamamlandıktan sonraki süreçte de, bir süredir beraber olduğu Mary Fisk ile evlenmiştir. Mary Fisk’in filmin tamamlanması için finansör olan Jack Fisk’in kız kardeşi olduğunu da not düşelim, hatta filmin diğer finansörünün de filmde David Lynch’i pardon Henry’i canlandıran Jack Nance’in karısı olduğunu söyleyelim. Filme zihninizde geri dönün ya da ilk kez izleyecekler için ya da tekrar izleyecekler için söylüyorum, filmi izlerken bu bilgileri hatırda tutun. Lynch, filmini bir türlü finanse edemediği bu uzun süreç içinde sevmediği, sıkıcı işlerle uğraşan ve doğal olarak bunalan biridir, Henry’i daha iyi anlamak için bunu da hatırda tutalım. Filmin sinemasal zamanı (filmsel zaman) ile yapım zamanı arasındaki anomalinin ulaştığı düzeyi de şöyle özetlemek mümkün. Bir sahnede Henry kapıyı açar, ve akabindeki planda onu canlandıran Jack Nance 18 ay yaşlanmıştır yani filmsel zamanda sadece 1,5 saniye geçmiş olmasına rağmen gerçek hayatta iki plan arasında 1,5 yıl oynamıştır. Tıpkı bir rüya gibi değil mi? Hepimiz rüya görüyoruz, ister iyi isterse kötü olsun, rüyalarda da zamansal sıçramalar aynen böyledir, bunu da herkes bilir. Lynch “Eraserhead”de bir rüyanın filmini çekerken, kendi yaşadığı gerçeklik zemininin düşsel topraklara yitimine seyirci olmak durumunda kalmıştır. Yapım süreci uzadığı için, ekonomik açıdan çok zor durumda olan Lynch’in filmde Henry’nin yaşadığı odada 1 yıl kadar yaşamak durumunda kalmış olduğunu da ekleyelim. Evet, gerçek hayatında ve aynı odada tam 1 yıl! Filmin tamamının onun zihni, o odanın onun egosu olduğunu düşündüğümüzde, durum daha da ilginçleşiyor, değil mi? Peki mutant bebek neyi simgeliyor? Devam edelim.

Yukarıdaki tespitlerimizin ışığında, beş yıl boyunca, korkularını, endişelerini filme almaya çalışan birinin çekmekte olduğu filmin bizzat (yeni) korkularının nesnesi ve kaynağı haline geldiğini söylemek abartı olmaz. Yani film, belki baba olmaktan ve aile kurmaktan ürken birinin kabuslarıymış gibi başlamış olsa da, ki bu olabilir, zaman içinde filmdeki eciş bücüş bebek başka bir korkuyu/endişeyi simgelemeye başlamış gibi gözüküyor. İşte bu noktada, ikinci teorimi ortaya koyup, bitiriyorum. Bence; filmi yazan, yöneten, finanse eden, yapım tasarımlarını ve özel efektlerini hazırlayan, zaten kendi kabusunu filme almaya çalışan, doğal olarak da kafayı hafiften tırlatan David Lynch baştan sonra “kesintisiz” bir kabusu inşa ederken, aslında bir türlü bitmek bilmeyen, bittiği zaman da eciş bücüş bir şeyin ortaya çıktığı bir şeyin filmini çekmiştir. O da bizzat filmin kendisidir!

primary_eraserhead4

Kimileri için bir film yapımı hakkında çekilmiş en iyi film, Truffaut’un “La Nuit Américaine”ı (1973), kimileri için Fellini’nin “8½” (Sekiz Buçuk, 1963) filmi veya Jean-Luc Godard’ın “Le Mepris”i (1963) ya da Yavuz Turgul’un “Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni”dir (1990), benim için ise David Lynch’in “Eraserhead”idir (1977). En çok sevdiğim filmlerden biri olan bu deneysel başyapıta detaylı bir analizle dönmeye söz vererek yazımı bitiriyorum. Bu arada siz filmi (tekrar) izleyin, biraz da üzerine düşünün. Esinini, Franz Kafka’nın “Dönüşüm” (The Metamorphosis) kitabından alan filmi, ben sevdiğim ve tavsiye ettiğim için merak edip izlemeyecekseniz bile, şu adamların favori filmlerinden biri olduğu için izleyin bari: Charles Bukowski, Mel Brooks, George Lucas ve Stanley Kubrick!

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

2 Comments Leave a Reply

  1. filmdeki prematüre bebeğin aslında yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olmasını temsil eden sancılı bir doğumun meyvesi olduğuna dair tespitiniz şahane. (tabi yanlış anlamadıysam) bu film üzerine yazacağınız yeni yazıyı dört gözle bekliyorum.

  2. Bu film combat shock ve midnight express hayatımda en çok rahatsız olduğum filmlerdendir çok sevdim üçünüde ama bir daha izlemek istemem
    Serbian film, salo falan hikaye bu 3 filmin yanında bence

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

İntihar Dükkanı / Le magasin des suicides (2012)

“İntihar Dükkanı”, Partice Leconte’un uyarlayıp yönettiği bir Fransız animasyonu. Jean
blank

Laputa Castle In The Sky (1986)

Hayao Miyazaki imzalı efsanevi anime Laputa Castle In The Sky,