Kült Filmler Zamanı: The Most Dangerous Game (1932)

19 Kasım 2016

poster-most-dangerous-game-the_01

Akşit Göktürk’ün “İngiliz Yazınında Ada Kavramı” kitabı, tüm hayatım boyunca okuduğum en ufuk açıcı kitaplardan biri olmuştu, hele benim gibi iflah olmaz bir Robinson Crusoe hayranı için. Gerçi Robinson Crusoe’nun başka bir eserden araklanmış olma olasılığı belirdiğinde önce birtakım hayalleriniz yıkılıyor ama sonra toparlıyorsunuz. Her eseri bir bütün olarak ve kendi çerçevesinde değerlendirmek ama yine de hakkaniyetiyle bulunduğu yere oturtmak lazım. Sevdiğiniz bir eserin çalıntı olduğu ortaya çıkarsa, ondan da gocunmanın anlamı yok. Sezar’ın hakkı Sezar’a.

Akşit hoca, “İngiliz Yazınında Ada Kavramı” kitabında edebiyatta ada mefhumunun köşe taşlarını yerleştirmeden önce “Ada” özleminin evrenselliği üzerinden bir giriş yapar ve akabinde yazında/edebiyatta ada ortamının özelliklerine geçer. Adalar tıpkı edebiyatta olduğu gibi sinemada da, eserin yaratıcısına kendine içkin özellikleri sayesinde büyük avantajlar sağlar. İşte bu avantajları nedeniyle bugün bile hâlâ ne sinema, ne de edebiyat adalardan vazgeçebilir durumdadır. Bu sınırları belirlenmiş bir alanda yaşanan izolasyon, doğal kısıtlanma hali ve süreklilik arz eden keşfetme durumu özellikle gerilime dayalı ana çatısı olan bütün hikayelere müthiş bir zemin hazırlar. Sinemada ada kavramı üzerine başlı başına bir yazı yazacağım için şimdilik çok fazla detaya giremeyeceğim. Ve kült filmler zamanında, bir adada hayat bulan gelmiş geçmiş en önemli edebiyat uyarlamalarından birini sizlere kısaca tanıtacağım: “The Most Dangerous Game” (1932).

unnamed-1

“The Most Dangerous Game” (1932) her ne kadar hikayenin geçtiği adayı hikayenin ana bileşenlerinden biri haline getirmiş olsa da, asıl ününü uyarlandığı eserdeki dehşet verici bir fikre borçlu. Filmin uyarlandığı eser Richard Connell’ın 1924 tarihli, aynı adlı öyküsü. Connell’ın  “The Most Dangerous Game” (En Tehlikeli Oyun) adlı 20 sayfalık o meşhur hikayesinin özündeki olayın sinema tarihine onlarca defa uyarlanmasının bir sebebi var. Karşımızdaki eser, adından da muhtemelen tahmin etmiş olduğunuz üzere, edebiyat tarihinin ilk “insan avı” öykülerinden birini içeriyor. Evet, insan avı. Hatta şu Amerika’daki, David Fincher’ların bile filmini çektiği meşhur “Zodiac” seri katiline ilham veren fikrin bu film olduğu öne sürülür.

Zevk için, tıpkı bir hayvan avlar gibi insan avlayan zengin bir aristokrat olan General Zaroff bir adayı mesken tutmuştur ve ağına düşen zavallıları kendi belirlediği kurallar çerçevesinde bir oyuna davet eder. Ölümcül bir “kaç-kovala” oyununa. Ve bu işte o kadar uzmanlaşmıştır ki, hiçbir müsabakayı kaybetmemiştir. Haliyle, saray yavrusunu andıran görkemli şatosunda insan kafalarıyla dolu bir de “av odası” vardır. Zaroff, daha çok ada yakınlarında kaza yapan ve canını kurtarmak için güç bela adaya sığınan denizcileri avlamaktadır. Tabii, önce biraz misafirperverlik gösterip daha sonra durumun ciddiyetini iyice kavramalarını sağladıktan sonra.

“The Most Dangerous Game” (1932), genel olarak, bugünün seyircisini o zamanlardaki gibi etkileyebilecek bir film değil ama yine de kült bir klasik. Üzüldüğüm en önemli nokta, bugün maalesef bize kadar ulaşmayan, ön seyirci tepkisiyle kesilip atılmış dehşet görüntüleri. 6 dakikalık bu görüntülerin içinde insan başlarıyla dolu av odası duvarları (filmde bir adet gösteriliyor, geri kalan görüntü kesilmiş), bir ağaca okla saplanmış yavaş yavaş ölmekte olan bir deri bir kemik denizci gibi detaylar varmış. Kritik bir başka sahne ise, Zaroff’un her öldürdüğü avını anlattığı sahne. Bugün bunlar olsaydı, filmin çok daha dehşet bir film olacağı açık. Ama yine de film tıkır tıkır işliyor. Özellikle de son 10 dakikası nefes kesici.

unnamed

Filmde orijinal hikayede yer almayan yan karakterler mevcut. Haliyle klasik Hollywood çatı dramatiği olan “birbirine uygun kadın-erkek” ilişkisi de ilave edilmiş. Bunların hikayeye zarar verdiğini söyleyemeyeceğim. Zaroff’un canavara benzeyen tazıları filmde çok daha önemli bir gerilim unsuru olarak kullanılıyor, kovalamaca sahnelerine büyük bir heyecan kattıkları açık. Ada, zaten başlı başına bir tür karaktere dönüşmüş durumda. Buradaki başarı da, hiç şüphesiz yönetmen Irving Pichel’ın.

Joel McCrea (Robert Rainsford), Fay Wray (Eve Trowbridge) ve Leslie Banks (Kont Zaroff) sağlam performanslar ortaya koymuşlar. Leslie Banks jestleri, mimikleri ve aksanıyla unutulmaz bir iş çıkarıyor. Sol kaşına dokunduğu planlar bugün bir klasik. Müzikler gerilime hizmet ediyor. Sanat yönetimi bir harika, o meşhur “King Kong” (1933) filmiyle aynı anda aynı setlerde çekildiği için (yani bir nevi Kafatası Adası’nda), filmi izlerken size bazı yerler (bilhassa köprü vazifesi gören dev kütük) tanıdık gelirse hiç şaşırmayın. Zaten her iki filmde de bir sürü ortak çalışan var. Fay Wray haricindeki en önemlileri, hiç kuşkusuz Marian Cooper (King Kong), Robert Armstrong  (“King Kong”, “The Son of Kong”) ve Ernest B. Schoedsack (“King Kong”, “The Son of Kong”).

Hikayeyi benim açımdan önemli kılan özellik, (tıpkı The Island of Dr. Moreau örneğinde olduğu gibi) aslında büyük ölçüde orijinal eserdeki argümanlar. Orijinal eserin asıl büyüklüğü, Zaroff’un yaptığı şeyi klasik bir avcılıkla kıyaslarken öne sürdüğü gerekçelerdir. Madame Butterfly’ı ezbere bilen, Marcus Aurelius’un eserleri üzerinde çalışan Kont Zaroff’un klasik bir hayvan avcısı olan Sanger Rainsford’a (filmde Robert/Bob ismi kullanılmış) yaptığı entelektüel savunma bir noktadan sonra her türlü avcılığın ne kadar vahşice olduğu sonucuna ulaşmanızı sağlıyor. Orijinal hikayede aristokrat Zaroff, yazdığı kitapta ballandıra ballandıra Tibet’teki kar kaplanlarını nasıl avladığını anlatan Sanger’ın ağzının payını veriyor. Veriyor vermesine de, sonra kendisini öldüren Sanger’ın bizzat yerine geçmesine de engel olamıyor. Asıl tüyler ürpertici olan da bu. Thierry Kuntzel’in film hakkındaki efsanevi analizine dayanak teşkil eden öğelerden biri budur.

unnamed-2

Richard Connell’ın “The Most Dangerous Game” (En Tehlikeli Oyun) adlı eseri daha uzun yıllar sinemaya uyarlanmaya devam edecek, orası kesin. Filmi uyarlandığı eserle birebir kıyaslayan yazıma kadar, şimdilik bu kadar. Pauline Kael’e göre Connell’ın eserinin “en eğlenceli versiyon”u, Time Out’un deyişiyle “korku döneminin hâlâ en iyilerinden biri” olan bu kült filmi herkese tavsiye ederim. Bir adada geçen insan avı filmi izlenmez de ne yapılır. Cümleten iyi seyirler.

[box type=”info” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

Kael, Pauline. “5001 Nights at the Movies”, 1991.

http://www.imdb.com/title/tt0023238/trivia?ref_=ttfc_ql_trv_1

http://www.1000misspenthours.com/reviews/reviewsh-m/mostdangerousgame.htm

http://jerryattheoldmovies.blogspot.com.tr/2016/06/beware-of-fog-hollow.html#!/2016/06/beware-of-fog-hollow.html

http://www.timeout.com/london/film/the-most-dangerous-game

http://homepages.sover.net/~ozus/mostdangerousgame.htm[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

1 Comment Leave a Reply

  1. Her anıyla tam bir klasik. Aynı King Kong gibi bu da yapım yılını hiç çaktırmıyor, hem de aradan 80 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen. Yalnız şu Zodiac seri katiline ilham veren fikrin bu film olduğu savı bana biraz uçuk geliyor. Kim nerden nasıl öğrenmiş olabilir ya da neye dayanarak bunu öne sürebilir, çok oturtamıyorum kafamda.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Don’t Deliver Us From Evil (1971)

Don't Deliver Us From Evil çekildiği Fransa'da Tanrı ve kutsal
blank

Battle Los Angeles (2011)

Battle Los Angeles 16-24 yaş arası genç seyirciyi hedef alan,