Kayıtlarıma baktım, “The Tenant” (Kiracı, 1976) hakkındaki ilk yazım Kasım 2003’te yayınlanmış. Ki, finalinde David Lynch’in “Lost Highway”inin gelişini haber verdiğini söylediğim o yazıyı 90’larda “Dick Laurent öldü” ise 70’lerde de “Kiracı haykırmıştır!” şeklinde bitirmişim. Daha sonra “The Tenant”ı Cannes Film Festivali’nde büyük ödül için beraber yarıştıkları Joseph Losey’in enteresan politik okumalara meydan veren, o muazzam “Mr. Klein”ı (Kaderi Arayan Adam, 1976) ile ilişkilendiren bir karşılaştırma yazısı da kaleme aldığımı hatırlıyorum. O tarihlerden bu zamana “The Tenant” (1976) hakkındaki olumlu düşüncelerim hiç azalmadı, bilakis arttı. Kült filmler yazı dizisi hazırlamaya karar verince, halâ yeterince değer verilmediğini düşündüğüm bu Roman Polanski şaheserini de listeye aldım. Biliyorum, Polanski’nin çok fazla güzel eseri var ama şahsi kanaatimce Apartman Üçlemesi’nin en ayrıksı filmi budur. Benim de favori Roman Polanski filmim.
Filmin başkahramanı Trelkovsky. Bu adam sıradan alışkanlıkları, sıradan bir görünümü, sıradan arkadaşları ve sıradan bir hayatı olan, kent yaşamına sıkışmış, kendi halinde bir memurdur (milyonlarcamız gibi). Yeni bir daire kiralamak için farklı bir tasarıma sahip, han-apartman şeklinde eskice bir yere gelir ve tuvaleti bile olmayan eşyalı bir daireyi kiralar. Bu han-apartman, dairesel yapıda, tüm dairelerin avluya bakan bir penceresinin olduğu tuhaf, biraz da korkutucu bir yapıdır. Yeni kiracı (Trelkovsky); kendinden önceki eski kiracının aynı dairede intihar girişiminde bulunduğunu ama ölmediğini ve Bretonneau Hastanesi’nde yatmakta olduğunu öğrenir. Ve kendinden önceki kiracıya nezaket ziyaretinde bulunur. Yıllar önce de yazdığım gibi, “işte bütün hikaye bu nezaket ziyaretinde başlar, belki de biter!..”
Film boyunca halüsinasyon, obsesyon, kişilik ve kimlik bunalımı, yabancılaşma, klostrofobi, şizofreni artık ne varsa biribirini besler ve Trelkovsky, sayısız penceresi ve sanki bir türlü giderilmemiş dev bir ihtiyacı simgeleyen avlusuyla adeta hastalıklı bir insanın zihnini andıran köhne apartmanda aklını yitirmeye başlar. Trelkovsky’nin paranayosına bizi ortak kılmak isteyen Polanski, hikaye içindeki kilit bilgileri başkahramanıyla aynı anda öğrenmemiz sağlar. Bir paket Marlboro, eski kiracının arkadaşı Stella ya da sıradan bir cafe’de öylesine oturulan bir yer zamanla bambaşka anlamlara gelmeye başlar. Tekinsizlik (uncanny) tüm sahnelere usulca sızar ve Paris’in uyduruk bir kenar mahallesinde geçen bu karabasan/kabus, Lacangil algılama ve fantazmatik gerçek/gerçekdışı üzerine ayakları yere sağlam basan öncül bir yapıta evrilmeye başlar. Trelkovsky, önceki kiracıya dönüşmektedir. İyi de, önceki kiracı bir kadındı! İşte bu noktada Trelkovsky, tıpkı yine kült filmler yazı dizisinde ele aldığımız “Performance”da (1970) olduğu gibi, kişinin kendini tanımlama yoksunluğundan kaynaklanan kimlik bunalımlarında sıkça rastlanan cinsel kimlik arayışına da kapı açar. Bir süre sonra Trelkovsky’yi tıpkı bir travesti gibi makyaj yaparken, kadın gibi süslenirken ve kadın giysileri içinde gezerken görünce şok geçiririz. Ortak kullanıma açık tuvalette nedendir bilinmez saatlerce ayakta dikilip bekleyen komşular kadar kuvvetli bir imgedir bu.
“The Tenant”daki (1976) kimlik bunalımı, bireyin kendine yabancılaşması, gerçek ile yanılsama arasında gelgitler yaşaması ve akabinde gelen kişilik bölünmesi gibi öğeler “Shining” (1980) ve “Barton Fink”e (1991) oradan “Lost Highway” (1997) ve “Mulholland Dr.”a (1999) kadar uzandıktan sonra 2000’li yıllarda neredeyse onlarca diziyi ve filmi istilâ eden temel fikirlere dönüştü. “The Tenant”daki benzer temaların kullanıldığı yakın tarihli eli yüzü düzgün filmlere “The Double” (2013) ve “Enemy” (2013) örnek verilebilir. “The Tenant” gösterime girdiği dönemlerde kısıtlı bir kitle haricinde kimsenin dikkatini çekmeyen şeyler anlatmaya çalışan bir filmdi. Öte yandan Polanski, hayatını derinden etkileyen, sevdiği insanların ölümleriyle sonuçlanan ve her defasında kendisini yaşadığı toprakları terk etmek durumunda bırakan sansasyonel olaylar (Nazi işgali ve toplama kampları ile Charles Manson katliamı) hesaba katıldığında bu kimlik bunalımını, bu çıkışsızlığı ve kafkaesk sanrılamaları bizzat yaşamış birine benziyordu. Başrolde kendisinin oynamış olması ve çok iyi oynamış olması hiç kimseyi şaşırtmasın. Rol kesmiyordu, kendi olmaya çalışıyordu hepsi o. “The Tenant”, hiç şüphesiz “Mr. Klein”la beraber, Ingmar Bergman’ın “Persona”sından (1966) sonra kimlik bunalımının Modern Avrupa Sineması içindeki öncü filmlerinden biri olarak değerlendirilmelidir. Geriye doğru gittiğimizde Amerikan sinemasında bu tarz kafkaesk kimlik/aidiyet filmlerini kimler çekmişti dersiniz? Robert Siodmak, Anatole Litvak, Billy Wilder ve Fritz Lang! Peki sizce bu büyük yönetmenlerin Polanski ile ortak bir paydaları var mıydı? Tabii ki vardı, bunlar Nazi zulmü nedeniyle yerlerinden yurtlarından ailelerinden olan, kendilerine ait olmayan ülkelerde ve kültürlerde varlık-yokluk mücadelesi içine giren Avrupalı sanatçılardı. Kimlik bunalımını onlar yaşamayacaktı da kim yaşayacaktı?
“The Tenant”ın (1976) en sevdiğim sahnesi, Trelkovsky’nin ilk kez ortak tuvaleti kullanmaya gittiği o tüyler ürpertici bölüm. O sahneden itibaren avludaki akıl almaz ‘intihar tiyatrosu’na kadar zaten ipler tümden kopuyor ve yavaş yavaş yüzeye çıkmaya başlayan her türden kuşku yerini dur durak bilmeyen bir dehşete bırakıyor. Nietzsche, “boşluğa bakarsan, boşluk da sana bakar” demişti. Ayakta dikelip resmen uzaktan “kendine” baktığını fark eden Trelkovsky de içine düştüğü büyük boşluğa, kendini bir boşluğa bırakarak son vermeye çalışır. Ama ne mümkün? “The Tenant”daki kabus, tıpkı “Chinatown”da olduğu gibi, dairesel bir döngü izleyecektir. Hem de sonsuza kadar.
İntihara meyilli, paranoyak Trelkovsky’nin sürreal (üst-gerçekçi) kabuslarına bizi ortak eden “The Tenant” (1976) zamanla kült mertebesine erişen minimalist bir karabasan. Meşhur “avlu” sahnesi hariç filmde “barok” olmakla itham edilecek bir sahne yok. Alabildiğine karanlık bir filmle karşı karşıyayız.
Filmin kadrosu müthiş. Roland Topor’un kitabından uyarlanan filmin senaryo koltuğunda Gérard Brach ve Roman Polanski var. Bu Brach-Polanski ikilisinin uzun yıllar süren verimli işbirliklerinin zirvelerinden biri (bir diğeri için bkz. “Repulsion”). Oyuncu kadrosunda Isabella Adjani, Lila Kedrova, Melvyn Douglas, Jo Van Fleet ve Shelley Winters var. Filmin sanat yönetmenleri Avrupa Sineması’nın güzide eserlerinin arkasındaki isimlerden Claude Moesching (“That Obscure Object of Desire”, “Eyes Without a Face” vb.) ve Albert Rajau (“The Discreet Charm of the Bourgeoisie”, “Last Tango in Paris” vb.). Peki “The Tenant”ın kamera arkasında kim var biliyor musunuz? Sıkı durun, sıkı tututun. Ingmar Bergman’ın fetiş görüntü yönetmeni Sven Nykvist! Evet, evet “Persona”nın görüntü yönetmeni. Başka sözüm yok.
Satanist Charles Manson ve acımasız çetesi “Rosemary’s Baby” (1968) nedeniyle çok kızgın oldukları Roman Polanski’nin evine bir gece aniden baskın yaparlar. Yıl 1969. O sırada Polanski evde yoktur ama hamile eşi (güneşin gördüğü en güzel kadınlardan) Sharon Tate bir parti vermektedir. Manson ve adamları davetlileri hunharca katlederler. Amerikan tarihinin en korkunç trajedilerinden birini yaşayan Polanski, olay yeri incelemeleri tamamlandıktan sonra evi(ni) gezer. Yatak odasına girer. Sharon Tate’in başucunda Thomas Hardy’nin “Tess of the d’Urbenvilles” kitabı duruyordur. Eşinin ölmeden önce okuduğu son kitaptır bu. Ve kitabı görünce, karısının kendisine “bir gün mutlaka bunu filme çekmelisin” dediğini anımsar. Yıllar sonra biraz da tarzının dışına çıkarak, Gérard Brach ile beraber bu kitaptan uyarladıkları “Tess” (1979) filmini çeker ve filmi Sharon Tate’e ithaf eder. Bu hikayeyi öğrendiğimden ve o harikulade imgelerle örülü karanlık başyapıt “The Tenant”ı (1976) izlediğimden beri, haddim olmayarak, acaba diyorum kendi kendime, acaba Sharon Tate’in ölmeden okuduğu son kitap Thomas Hardy’nin o naif “Tess of the d’Urbenvilles”i değil de, Franz Kafka’nın “Dava”sı olsaydı, nasıl olurdu?