İktidar kavramına odaklanan Michel Foucault, modern iktidarın tarihini anlatırken onun aynı zamanda geleneksel iktidardan farklı, disipline edici ve düzenleyici yanına da odaklanır. Foucault’ya göre özne, iktidar tarafından şekillenir ve bulunduğu toplumun bir parçası olarak toplumsal ilişkiler ağı içerisinde oluşur ve var olur.
59. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ulusal uzun metrajlı yarışma filmlerinden biri olan Emin Alper imzalı Kurak Günler, Yanıklar kasabasına yeni atanan genç Savcı Emre’nin (Selahattin Paşalı) hikayesini anlatıyor. Bu hikaye ile öznenin toplumsal inşasına ve iktidarla çetrefilli ilişkisine odaklanan yönetmen, anlatısının alt metnine adalet, linç kültürü, hegemonik erkeklik, homofobi, beden gibi kavramları da ekliyor. Filmi aracılığı ile sosyal popülizm eleştirisi yapan Alper, festivalin 4. gününde politik hiçbir mevzuya dokunmaya cesaret edemeyen yönetmenlerin aksine oldukça cesur bir noktada duruyor.
Filmin anlatısında Savcı Emre, önce atandığı kasabadaki su sorununu çözmeye çalışıyor. Ardından da kasabanın kenarına yerleşen çingenelerden biri olan zihinsel engelli Pekmez’e yapılan tecavüzün faillerini bulup adaleti sağlamaya çalışıyor. Emre’nin belediye başkanı ve oğlu Selim (Kazım Sinan Demirer), Kemal (Erdem Şenocak) yerel gazeteci Murat (Ekin Koç), Hakime Zeynep (Selin Yeninci) ve kasabanın eşrafı ile yaşadığı gerilimin psikolojik unsurları da her seferinde gerilimi biraz daha yukarı tırmandırarak anlatıya ekleniyor. Bu hususta oyuncuların ve elbette Alper’in oyuncu yönetimindeki başarılarının altını çizmek gerek. Yönetmen daha önceki filmlerinde olduğu gibi bu filminde de mekanı kurucu bir öğe olarak tasarlıyor. Kapalı, baskıcı ve klostrofobik bir mekan olan Yanıklar kasabası ile de bir Türkiye alegorisi yapmayı başarıyor.
Filmin başlarında büyük bir obruğun başında Hakime Hanım ile sohbet eden Emre, belediye başkanının kendisini sürekli yemeğe çağırdığını ve çeşitli bahanelerle başkanın teklifini prensipleri ve iş ahlakı yüzünden reddettiğini söylüyor. Buralar için bu durumun normal olduğunu söyleyen Zeynep, önlerinde duran obruğa bakarak Emre’ye soruyor. “Nasıl Savcı Bey?” Savcı Emre, obruğa uzun uzun bakıyor ve “Korkutucu gerçekten” diye yanıt veriyor. İktidar ile insanın doğası üzerine keyifli bir sohbet olarak da okunabilecek bu sahnede Hakime Hanım, Emre’nin fikrine katılıyor ve ekliyor; “Ama güzel de.” Hakime Hanım’ın verdiği yanıt, aynı zamanda onun sistemle kurduğu ilişkiyi de simgeliyor. Hakime Hanım, film boyunca ne kasabaya ait sıkıntıları reddediyor ne de onlara çözüm buluyor. İktidarla ters düşmeden ve kendi konfor alanını da bozmadan bu kasabada ayakta kalmayı başarıyor ve hatta genç idealist bir savcıyı nezarete almayı makul bularak sistemin yanında olmaktan da çekinmiyor. Emre’nin sistemle kurduğu bağ ise savunmasız bir şekilde tek başına, tekinsiz bir gölde yüzüşü ile gösteriliyor. Bu sahnede, onun yanına gelen yerel gazeteci Murat, yüzdüğü gölün balçıklı ve tehlikeli olduğu hususunda onu uyarıyor ve ona halkın yüzdüğü tarafta yüzmeyi öneriyor. Simgesel anlamda çoğunluğun yanında olmanın konforu ile onlardan farklı olanın yalnızlaştırılıp, tehlikeli sularda yüzüşü de simgelenmiş oluyor. Bu sahnede Murat’ın Emre’nin bedenine bakışı inceden seyirciye hissettirilirken film Emre’nin de bu anlamda uyanışını anlatıyor.
Emre diğer yandan kendisinin de Pekmez’e yapılan bu kötülüğün parçası olabileceği şüphesi ile bireysel anlamda da bir sınavdan geçerken, yönetmen izleyicisine de kendisi ile yüzleşmesini öneriyor. Yaşanılanların net hatırlanmaması dolayısıyla oluşan belirsizlik ve bilinmezlikler, flu sahnelerle de destekleniyor ve filmdeki gerilim giderek yükselirken yönetmen zaman zaman kara mizahın gücünü de kullanarak, izleyicisini rahatlatıyor. Ancak toplumun ikiyüzlü ahlakını eleştirmeyi de ihmal etmiyor.
Hegel, köle efendi diyalektiğinde, efendinin varlığının kölenin varlığına muhtaç olduğunu ve köle, köle olmayı bıraktığında efendinin de efendiliğinin kalmayacağını söylüyor. Çünkü kölenin olmadığı noktada efendi de kendisini tanımlayacağı ötekisini kaybetmiş oluyor. İktidar da tıpkı özne gibi bir ötekine muhtaçtır ve hatta muhalefet de bu kurgunun bir parçasıdır. Öznenin toplumsal bir kurgu oluşu, onun tekil ve biricik varlığının sistem tarafından üretilişinden hareketle, Ben’i topluma ve ötekine bağlayan bu unsurun, onu kolaylıkla düşman ilan ederek, kontrol ve denetim altına alabileceği ve hatta onu yok edebileceği söylenebilir. Adalet arayışında olan Emre, kasabadaki sorunlara çomak sokarken, tam da bu noktada iktidarın da ötekisine dönüşüp, iktidarın “düşmanı” olarak aynı zamanda çoğunluğun düşmanı haline de geliyor.
İktidarın en kolay geçtiği kaynağın beden kurgusu olduğundan hareketle, bedene ait her unsuru, doğumu, ölümü, cinselliği, nüfusu, vb. kontrol ve denetim altına aldığı söylenebilir. Özneleştirilen bireyin, iktidara karşı gelmesi ise onun elinde oyuncağa dönüşmesi ile sonuçlanacaktır. Bu yüzden çoğunluğun karşısındaki azınlık, toplumun varlığı ve devamı için tehlike arz ettikleri için toplumun dışına itileceklerdir. Film boyunca önce ikna yöntemi, sonra da manipüle ile yaşanılan durumun Savcı nezdinde normalleştirilme çabaları ile topluma dahil edilmeye çalışılan Savcı’nın özneliğini inşa etme çabası ise halk tarafından her geçen gün yok edilmeye çalışılıyor.
İktidarın söylemi ile oluşan öznenin, iktidar tarafından yönlendirilmesi ve ötekini disipline etmek için de çoğunluğun kışkırtılması ve kullanılmasının böylesi bir toplumda nasıl olduğu da gösterilmiş oluyor. Kasabalının hobi olarak yalnızca eğlence amaçlı yaptığı domuz avının bir yandan Türkiye’deki erkeklik algısı ile bağı kurulurken, kolayca manipüle edilen, kendisine verilen bilginin doğruluğuna sorgulamadan inanan, sorunları eleştirmeyen ve iktidarın hakikatinden şüphe duymayan toplumun (tıpkı eve fare zehri getiren oğlan çocuğu gibi), kendilerine yardım etmeye çalışan savcıyı hedefe almaları da çok kolay oluyor. Böylece hobileri olan domuz avı da kolayca insan avına dönüşüyor.
Bilgi, daima politiktir ve iktidar ilişkilerinin güçlenmesine ve devamına hizmet eder. Bu anlamda iktidar ve bilgi birbirlerini içerir. Bu yüzden de toplumun kabul ettiği gerçek/hakikat de iktidar tarafından kurgulanmış ve onunla sarılmıştır. Linç sahnesinde Emre’nin evinin camına atılan lağım faresi bu kasabanın çürümüşlüğün simgesine dönüşüyor.
Gerilimin iyice arttığı, Emre ve Murat’ın arabadan inip kaçtıkları son sahnede karanlıkta peşinden kovalayanlar bir anda obruğun içine düşmek üzereyken duruyorlar. Belediye başkanının yalnızca oğlunu soruşu, onun iktidar algısını bir kez daha kanıtlarken seyirciyi de “güldürmeye” devam ediyor. Sonra bir anda koskoca çukurun karşısında Murat ve Emre görünüyorlar. Obruğun o anda mı oluştuğu, yoksa çevresinden dolaşıp mı oraya ulaştıkları belli olmuyor ancak bu ikili, onları linç etmekten çekinmeyen bu kalabalığın karşısında duruyor. Daha önceki filmlerinde bir döngüyü ve çıkışsızlığı imleyen yönetmen, bu sefer bir umut olduğunu, çoğunluğa karşı azınlığın da ayakta kalabileceğini ve dimdik savaşabileceğini söylüyor.
Öteki Sinema için yazan: Zehra Yiğit
Zehra hocamın her yazdığı yazı aydınlanmamı sağlıyor kaleminize sağlık hocam mükemmel bi yazı olmuş ❤️
Zehra hocam harıka bir yazı, bir lisans üstü sinema öğrencisi olarak sizi örnek alıyorum. Başarılar.
Sevgili Tuğçe ve Sevgili Gözde sizlerin de aklına ruhuna sağlık. Teşekkürler…