Kwai Köprüsü’nden Black Mirror’a Sinemanın Kutsallığı ve Ölümü

24 Ekim 2023

Sinemaya dair ilk anım Pamukkale’de bir otelin televizyon odasından. Annem, babam ve bir avuç otel müşterisiyle birlikte 1957 yapımı meşhur Kwai Köprüsü’nü izliyormuşuz. İzliyormuşuz diyorum çünkü ben bu anıyı galiba hatırlamıyorum ama annem ve babam o kadar çok anlattı ki, hani olur ya öyle, hatırlıyor gibiyim. Televizyon odasının atmosferi, boş duvarlar, hafif sigara dumanı, köşede yüksekte duran bir televizyon ve dikkatle televizyondaki filmi izleyen “büyükler” gözümün önünde sanki.

Eskiden otellerde böyle küçük televizyon odaları vardı. Çoğu zaman penceresiz. Yerler halıfleks falan. Sandalyelerde oturarak yüksekte duran bir tüplü televizyondan film izlemek vardı. Sene 1985, 1986 olsa gerek. 3 ya da 4 yaşındayım. Odanın bir köşesinde çıt çıkarmadan dikkatle filmi izleyen bir çocuk olarak odadaki diğer insanların dikkatini üzerimde toplamışım, dönüp dönüp nasıl da dikkatle izliyor oluşuma bakıyorlarmış. Annem böyle anlatıyor.

Kwai Köprüsü, sinema tarihinin unutulmaz bol Oscar’lı filmlerinden biri. Eskiden arada sırada bir yerlerde adı geçerdi, son zamanlarda hiç duymuyorum. İkinci Dünya Savaşı esnasında Japonların eline esir düşmüş bir grup İngiliz askerinin yapımına yardım etmekte olduğu bir köprü ve bu köprüden geçecek olan kritik önem taşıyan bir trenin sabote edilmesi planının hikayesi…

blank

Film boyunca devamlı yaklaşan bir tren izliyoruz. Yakın plan kara bir lokomotif, kocaman tekerlekler, kocaman bir baca ve vagonlar… Bu tren fetişizmi tadındaki görkemli sahneler, film boyunca seyircide adeta bir saatli bomba etkisi yaparak “tren yaklaşıyor!” duygusunu zirvede tutmak için tasarlanmış.

Ben de bebekken tren hastasıymışım. Hatta o kadar ki, annem babam beni “trenlerin evi” diyerek Haydarpaşa tren garına götürürlermiş. Orada dakikalarca “uyuyan” trenlere bakarmışız beraber. Haliyle ben bu Kwai Köprüsü filmini, film boyunca yaklaşan tren sahneleri sebebiyle bambaşka bir dikkatle, odadakilerden ayrı bir huşu içerisinde izliyormuşum. Filmin sonunda o meşhur köprü patlama sahnesi gelip de, tren büyük bir ihtişamla nehre çakıldığında, ben birden ağlamaya başlamışım. Ben öyle birden yüksek sesle ağlamaya başlayınca da odadaki herkes gülmeye başlamış… Sinemaya dair hatırladığım ilk anım böyle bir şey işte.

Bugün, sinema artık kutsal değil diyorum öğrencilerime. Bu ne demek, onun üzerine konuşuyoruz sonra. Parliament Sinema Kulübü’nün açılış filmi Tim Burton’ın Batman’ini (1989) anlatmaya bayılıyorum. Son zamanlarda her yerde bunu anlatır oldum. O dönem televizyonda önemli bir film gösterileceği zaman günler öncesinden reklamları dönmeye başlardı. VHS dönemi yeni bitmiş, VCD daha başlamamıştı. Sinemada bir filmi kaçırdıysanız başka izleme şansınız da yok. Star’ın adı daha Star 1’di. Parliament Sinema Kulübü diye bir kuşak başlattılar. İlk büyük bombaları da Batman’di.

O ilk Pazar gecesi geldiğinde bütün aile Batman’i büyük bir heyecanla izledik. O ilk Batman gösterimindeki reklam aralarının uzunluğu bile bizi heyecanlandıran bir yenilikti. Şimdi düşününce çok saçma, biliyorum ve kısa bir süre sonra çocuk olarak biz de reklamlardan nefret ettik. Ama tam o dönem bir filmde uzun reklam arası olması, o filmin fiyakasını kabartıyordu işte… Ama esas aklımda kalan ertesi gün okuldaki heyecandı.

blank

Pazartesi sabahı okulda istisnasız herkes Batman’i konuşuyordu. Ama herkes. Öğretmenler odasının kapısında durup, koridordan çaktırmadan içeriyi dinlerdim bazen. O gün öğretmenler odasında Batman konuşulduğunu hatırlıyorum mesela. Bu nedense aklımdan hiç çıkmıyor. Sonra kantinde, 5. sınıflar, 1. sınıflar, servis şoförü abiler, her yerde Batman’e dair bir espri, bir sohbet dönüyordu. Sinema o zamanlar kutsaldı ve bugün artık değil dediğimde, bu ortak kültürel tecrübeyi kastediyorum aslında.

Titanic (1997) vizyona girdiği zaman Kadıköy’de bir sinemada 8 ay gösterimde kalmıştı mesela. Braveheart (1995) da aynı şekilde. Hatta bazı ünlü filmler, sinemada belki 1 sene falan seyirci bulurdu. Böyle ortak bir kültürel paydada buluşuyordu bütün şehir. Düşünebiliyor musunuz? Çok sevdiğim bir sınıf arkadaşım Yakut vardı mesela, Lise 1’deydik, Cuma okuldan çıktıktan sonra Pazar gecesine kadar bir hafta sonunda 8 kere gitmişti Titanic’e. Pazartesi okula geldiğinde bunu anlatıyordu.

Gazetede şöyle bir haber hatırlıyorum: Adamın biri Terminator 2’yi (1991) 40 kere izlemiş. “Terminatörü 40 kere izledi” idi haberin başlığı, hiç unutmuyorum. Sinemada bilet alıp, kuyruğa girip, 40 kere gitmiş resmen. “Hem bilim-kurgu türünü çok seviyorum, hem de Linda Hamilton’a aşığım” diyordu adam haberde. Bu cümlenin ikinci kısmı, yaşanan olayın takıntı seviyesini daha anlaşılır kılıyordu.

Şimdi durum çok farklı tabi. Artık herkesin niş zevklerini istediği her an her yerde izleyebildiği, paylaşabildiği, hatta birebir etkileşime girebildiği bir dünyaya evrilmiş bulunuyoruz. Filmleri tekrar tekrar izlemek, geri sarmak, durdurup bir karesine bakmak veya arkadaşınızla paylaşmak diye bir şey yokken, şu an aklınıza gelen her filmin, her sahnesini, dünyanın neresinde olursanız olun, birkaç dakika içinde izleyebiliyorsunuz. Bu aradaki farkı yeni jenerasyon ne kadar hissedebiliyor merak ediyorum.

İnsanlar artık bir sosyalleşme adabı olarak da buluşup sinemaya gitmiyor. Çok nadir. Daha da inanılmazı, birkaç arkadaş birinin evinde buluşup film izlemek bile antika bir olaya dönüştü galiba çoktan. Sonunda hepimiz Wall-E’deki (2008) o tek koltuklu arabalarda sadece önündeki ekrana bakarak ilerleyen şişman insancıklar gibi mi olacağız hakikaten? Volkan Öge’nin dediği “Teknoloji bir yerde durmalıydı” lafını gülerek anıyorum. Gülüyorum ama bir yandan da Black Mirror (2011) geldi bile diyorum. Yakın gelecekte falan değil. Şimdi, burada, içinde yaşıyoruz.

blank

Bu düşünce, bende bir nevi zaman yolculuğu yapıyormuşum hissi yaratıyor. Eskiden ne güzeldi, ne romantikti falan filan ama o günleri de hep bugünün hayaliyle yaşadık aslında. Ama bir gün gelecekte sinemanın artık tükenmeye yüz tutacağını, bu kadar yakında hem de, hiç düşünmemiştim. Sinema ölümsüzdü. “İçerik” (content) gibi sıradan bir kelimenin, gelip sinemayı yutacağını kim öngörebilirdi ki? George Orwell bile, 1995’te bir devrim gibi patlayan internetteki çok sesli anarşi ortamının sadece 20 sene içerisinde bu derece kapitalist, mutlak ve politik doğrucu bir tek sesliliğe dönüşmesini hayal edemezdi herhalde. Önce bilgisayar oyunları, sonra CGI görsel efektler, sonra sosyal medya… Çocukluğumda sevdiğim, beni en heyecanlandıran ne varsa bir olup sinemayı boğdular sanki.

Ama aslında bu hissettiğimin yeni bir şey olmadığını da kendime hatırlatmam gerekiyor sık sık.

Çünkü 1977 senesinde Star Wars ilk çıktığında bu filmle beraber “artık sinema öldü” dendiğini biliyor muydunuz? 1977’de şimdiki olduğum 40 yaşında bir sinemacı olsam, Star Wars’u izlediğimde sevinir miydim, üzülür müydüm? Yoksa hem sevinip hem de oturup böyle nostalji dolu bir yazı mı yazardım?

Teknoloji artık bu raddeye geldiyse, o güne kadar sadece B-movie’lere özgü olan bu tarz hikayelerin bu denli kaliteli bir üretim ile ana akımı domine edeceğini, bütün diğer türleri yutacağını ve gerçek manada özgün sinema eserlerine alan kalmayacağını öngörenlerin söylediği bir söz. Bu ne demek? Francis Ford Coppola’nın The Conversation’ı (1974) gibi bir senaryoya asla bir daha o kadar büyük bir bütçe harcanmayacak demek.

Geçenlerde David Fincher’ın bir röportajı çıktı karşıma. Bugün asla hiçbir stüdyo Fight Club (1999) gibi bir senaryoya büyük bütçeli bir film için yeşil ışık yakmaz diyordu. Hiçbir star öyle bir senaryoda oynamak istemez ya da oynayamaz diyordu. Sinemanın ölümünden kasıt biraz bu. Nuri Bilge Ceylan da diyor ya; “Şimdi oğlumla oturup Marvel filmleri izlemek zorunda kalıyorum, bu da benim cezam” diye. Oğlunuzla izlemek harika ama gişede o çok sevdiğimiz Marvel, Star Wars, Fast & Furious, Transformers, Yüzüklerin Efendisi vs. filmlerinden başka hiçbir tarzda film bulamayınca, bizim de cezamız bu olacak. Halbuki ilk defa sinemada büyükçe bütçeli bir Marvel filmi izlediğimizde -Blade (1998), X-Men (2000), Hulk (2003)- ne kadar da heyecanlanmıştık. Geek alt kültürünün ana akımı istila etmesinin böyle bir arafa dönüşeceğini bilemezdik. Ama bilsek de, n’apalım, yine de telefonumuzu kapatıp, patlamış mısırımızı alıp, yanımızdaki arkadaşımızla filmin tadını çıkarmaya bakardık. Devamını Black Mirror yazarları düşünsün.

Öteki Sinema için yazan Can Evrenol

blank

Can Evrenol

University of Kent’ten “Sanat Tarihi” ve “Film Theory”mezunu. Bahçeşehir Üniversitesi’nde seçmeli sinema dersi vermekte. MEHTAP ve OMEGA VATAN isminde iki kısa romanı var. Yeni sinema filmi SAYARA (2024) çok yakında!

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Aynı Salondalar Ama Hiç Karşılaşmadılar: Ali ile Ayşe’nin Hikayesi

Ali ve Ayşe gençliklerini doyasıya yaşayan iki insan, tanışmıyorlar çünkü
blank

Top 10: Afişlerdeki En Sıkı Popolar

Öteki Sinema'nın femme fatale yazarı Semra Doll, bu kez film