Fransız korku sineması yükseliyor. Biz ise fantastiğe adını ve ruhunu veren topraklardan gelen bir sürü örneğin çok azını sinemalarımızda görme imkanı bulabiliyoruz. Festivallerin dahi yabancı seçkilerini yaparken Fransız fantastik sinemasının örneklerini atladığını duyuyorum. Belki de “Fransız sineması” deyince akla Godard’vari sanat filmlerinin gelmesindendir.
Ülkemizde 2011 yılında sessiz sedasız bir şekilde vizyona giren ve bir “supernatural slasher” olarak nitelendirebileceğimiz Ölüm Çiftliği en azından bu eksikliği gidermesi açısından önem taşıyan bir film.
Ölüm Çiftliği, korku sinemasında alt tür olarak tanımlanabilecek bir “otostopçu gerilimi” olarak başlıyor. Genç yaşında hayattan bıkmış ve yanına bir dünya müzik CD’si alarak onlar bitene kadar yola devam etmeye karar vermiş olan güzel Charlotte, yolda rastladığı ve tedirgin olduğu motosikletli grubun tacizinden kurtulmak için tanımadığı bir adamı, Max’i arabasına alıyor. Zoraki ikili bir süre sonra bir yol kenarı tesisinde (tesis dediğime bakmayın barakamsı bir yer) yemeye içmeye başlıyorlar. Peşlerinden yetişen grubun karıştığı olaylı bir kavgadan sonra her ey normale dönmüşken birden Max sırra kadem basıyor ve her korku filmi karakteri gibi gereğinden fazla meraklı olan Charlotte’un başına bu merak yüzünden gelmeyen kalmıyor!
Ölüm Çiftliği başladığı andan itibaren izleyiciyi tedirgin edebilen tekinsiz bir atmosfere sahip ve hatta ilk 30 dakikası için her şeyin yolunda gittiğini bile söyleyebiliriz. Ama yönetmen Franck Richard, şekerci dükkanına düşmüş bir çocuk gibi şimdiye kadar yapılmış tüm korku filmlerinden aşırdığı numaraları beceriksizce uygulanmaya başladığında filmin gazı kaçıyor. Zaten slasher gibi başlayan ve bir süre daha öyle devam eden film bir anda işin içine “madenci zombiler”i karıştırarak bambaşka bir denize yelken açıyor. Bu andan itibaren bir slasherda affedilebilecek kimi hatalar iyice belirgin bir hale geliyor.
Belli ki yönetmenin amacı, senaryosunu da yazdığı bu filmi bir zamanların efsane TV dizisi Alacakaranlık Kuşağı tadında bir seyirliğe çevirmek… Barakada bulunan ve ikide bir gözümüze sokulan Twilight Zone’lu tilt makinesinden ve Ghost’s in Goblins Arcade oyunundan bu açıkça anlaşılıyor. Ama 30 dakikalık nefesi olan bir öyküden 90 dakika sürecek bir uzun metraj kotarmak, ilk filmini çeken birinin harcı değil ne yazık ki… Hal böyle olunca da filmimiz, 2009 yapımı The House of Devil’dan beri giderek yükselen 80’ler ruh haline sığınmış. Charlotte’nin arabası dahil tüm referanslar slasherların altın çağı olan 80’lere ait… Bu çabanın en beğendiğim kısmı tüm filme ve özellikle gerilimin yükseldiği anlara yedirilmiş synthesizer tınıları oldu.
Meraklısı için uyaralım; Ölüm Çiftliği, son yıllarda yükselen Fransız korku sinemasından gelen ilginç ama çok da önemli olmayan bir seyirlik… Bir slasher gibi başlıyor ama öyle devam etmiyor. Doğaüstü fenomenlerden hoşlanmıyorsanız filmin bu makas değiştirme halinden de epey rahatsız olabilirsiniz. Film, Dog Soldiers’tan Night of the Living Dead’e kadar bir dolu korku filmiyle etkileşime giriyor ama bunlar da genelde eline yüzüne bulaştırıyor. Bana 80’ler video furyası sırasında izlediğim bütçesiz ve dar bir cast’a sahip ama yine de belli bir lezzeti olan korku filmlerini anımsattı ve kendi payıma sırf bu etkiyi almış olmaktan dolayı mutlu bir seyir yaşadım. Eğer korku türüyle böyle bir geçmişiniz yoksa Ölüm Çiftliği sizin için katlanılması zor bir film olabilir, benden söylemesi…
güzel bir yazı olmuş keyifle okudum