All About My Mother (1999), Talk To Her (2002), Volver (2006) gibi filmleri ile yakından tanıdığımız ödüllü İspanyol yönetmen Pedro Almodóvar, 2009’da çektiği Broken Embraces’den sonra karşımıza bu sefer Fransız polisiye yazarı Thierry Jonquet’in 2005’te yazdığı “Tarantula” eserinden uyarladığı ve senaryosunu da kendisinin yazdığı La piel que Habito / The Skin I Live In ile karşımıza çıkıyor.
2011’de Cannes Film Festivali başta olmak üzere Toronto ve New York gibi önemli festivallerde de gösterilen filmin başrollerinde, en son 1990 yılında Átame! / Tie Me Up! Tie Me Down! da birlikte çalıştığı Antonio Banderas ile Talk To Her’de rol verdiği Elena Anaya yer alırken, yan rollerde ise Jan Cornet ve Marisa Paredes’i izleme şansını buluyoruz.
İnsanların zayıf noktalarını çok başarılı bir yaklaşımla resmeden Almodóvar, The Skin I live In’de insanların başından geçen geri dönüşü olmayan süreçlerden birini anlatıyor. Geri dönüşü olmayan bir yola girmiş ana karakterin yaşadıkları en sonunda intikamla perçinleniyor ve işte bu noktada filmin içindeki asıl konuyu gözler önüne seriyor. Kitaptan uyarlama olduğu için tipik Almodóvar filmlerinden farklı olan ama alışılagelmiş Almodóvar öğelerini içinde barındıran film, enfes fotoğraf kareleriyle, maskelerle, bedenlerin içine sıkışıp kalmış ruhlarla bezeli ve bir o kadar da şaşırtıcı. Konu her ne kadar tipik Almodóvar filmlerine benzemese de, görsel açıdan yönetmenin varlığını sonuna kadar hissettiriyor. Film, daha ilk dakikalarından itibaren içinde yer alan dekor ve tasarımlar sayesinde seyirciyi görsel olarak doyurmaya başlıyor. Bu görsel zevkin yanında film kulaklara da hitap ediyor ve iki kez Oscar adayı olmuş müzisyen Alberto Iglesias da üzerine düşen görevi layıkıyla yerine getiriyor. İntikam temalı filmlerden çok farklı bir bakış açısına sahip The Skin I Live In, benzerleri gibi sadece hırs, kin ve acıma duygularına değil, aynı zamanda aşk, dürtü, kimlik duygusunu da ön planda tutan bir yapım. İnsan genetiği ile oynamanın suç sayıldığı bir dünyada bir nevi modern Frankenstein görevi görerek mükemmeli yaratma olgusunu sorgulamayı geri plana iterek daha çok şiddetin ve intikamın beraberinde getirdiği aşkı öne çıkarıyor.
Film, ağaçlar arasında, huzur doluymuş gibi görünen, El Cigarral adındaki, etrafı taştan duvarlarla çevrilmiş, bir köşkü görmemizle başlıyor. Daha sonra yavaş yavaş evin içine giriyoruz ve karşımıza ilk önce çıplak sandığımız, ama yakınlaştıkça üzerinde neredeyse ikinci bir deriymiş gibi duran, tek parça ten rengi streç bir giysiyle duran bir kadını görüyoruz. Vera adındaki bu kadın, geçirdiği araba kazası sonucu yanarak ölmekten son anda kurtulan eşine yeni bir deri yaratmak için çalışmalar yapan estetik cerrah Dr. Robert Ledgard’ın hastasıdır. Karısı öldükten sonra gen transferiyle ilgili çalışmalar yapan ve dirençli bir insan derisi yaratmak konusunu saplantı haline getirmiş Dr. Ledgard, Vera adındaki bu kadını “Gal” adını verdiği bu projesinde kullanmak üzere evinde kapalı tutmaktadır. Film ilerledikçe doktorun saplantısının ne gibi trajedilerle harmanlandığını ve beraberinde de neleri getireceğine ustaca yazılmış senaryo sayesinde büyük bir gerilimle tanık oluruz.
Karısının başından geçen kazadan sonra yapay bir deri üretme konusunda kararlı olan Dr. Ledgard, aradan geçen 12 yılın sonunda evinin içinde bulunan laboratuvarında dokunmaya karşı hassas olan ancak her türlü saldırıya ve darbeye karşı dayanıklı, bir nevi kalkan görevi gören bir deri yapmayı başarır. Ancak yıllar süren bu çalışması sırasında denek olarak kullanacağı bir insana ihtiyaç duyar. İşte bu denek Vera’dır. Zorla sürüklendiği bu çalışmaya tam 6 yılını harcamış, bu süre zarfında pek çok şeyini, en başta da vücudunun en geniş parçası olan kendi derisini kaybetmiştir. Deri bizi diğer insanlardan ayıran bir sınır, ruh halimizi, hangi ırka ait olduğumuzu, duygularımızı yansıtan bir parçamızdır. Ama başta da belirttiğim gibi sadece bir sınırdır. Derimiz değişebilir, yanabilir, dökülebilir ama bu kişiliğimize etki etmez. O her zaman yerli yerinde kalır. Vera deri değiştirmiş olsa bile kişiliği hâlâ yerindedir ve değişecek gibi de görünmemektedir. 6 yıl boyunca yaşadıklarından sonra tıpkı değiştirdiği derisi gibi sapasağlam ayakta durmaktadır ve tüm bu zorluklara yeni bedeniyle karşı koyabileceğine inanmaktadır. Tek bir şeyi amaç edinmiştir artık; beklemeyi.
Özellikle baş kadın karakterleri sayesinde kadın ruhunun çeşitli hallerine getirdiği yorumlarla tanınan Almodóvar son filmi The Skin I Live In’de de bunu sonuna kadar perdeye yansıtmayı başarmış. Kadın karakterlerinin yanında sorunlu erkek karakterleri de unutmamak gerek elbette. Yıllar sonra tekrar çalıştığı Antonio Banderas gerçekten de çok başarılı bir oyunculuğa imza atmış. Filmin ana karakterlere odaklanmasının yanında, filmin ana temasının etrafında dönen pek çok hikayenin de olduğunu görmek mümkün. Ama bu hikayeler birbirleri ile birleşerek filmin sonuna doğru asıl hikayeye bağlanıyor ve olayları çok geniş bir perspektiften görmemize olanak sağlıyor. Geçmişte yaşanmış olaylar, kapanmamış hesaplar, yıllar sonra yaşanacakların haberini verir bir nitelik taşıyor. Film uyarlama olmasına rağmen Almadóvar’ın mükemmel dokunuşlarıyla, görsel zekasıyla, adeta sıfırdan onun elinden çıkmış bir hâle dönüşüyor.
The Skin I Live In, bir nevi modern zaman Frankenstein’ının adım adım intikam yolunda ilerlemesini, değişimler geçiren ama beklemeyi, sabretmeyi başaran sağlam karakterli bir kadının en nihayetinde amacına ulaşabilmesini tüyler ürpertici bir biçimde anlatıyor. Başta senaryosu olmak üzere, oyunculuklar ve teknik olarak hiçbir eksiği bulunmayan film, etkisi kolay kolay geçmeyen, rahatsız edici olayları sıradanmış gibi anlatarak intikam tanımını baştan yazıyor ve son zamanların en sıra dışı yapımlarından biri olmayı sonuna kadar hak ediyor.