Kuzey Avrupa sinemasını oldum olası severim. Hele de Kuzey Avrupa’dan çıkan korku ya da gerilim filmlerini büyük bir huşu ile bağrıma basıp keyifle izliyorum. Kuzey’in o soğuk ve sert havasına çok denk düşüyor gibime geliyor gerilim sineması.
André Bjerke’nin aynı adlı romanından uyarlanan Lake of The Dead ya da Lake of The Damned, 1958 Norveç yapımı kült bir klasik. İnternette araştırma yaparken pek çok farklı sitede okuduğuma göre, pek çok Norveçli genç için Lake of The Dead Norveç’te yapılmış en iyi korku filmiymiş. Belki Norveç’te doğup Lake of The Dead’i 7 yaşımda izlemediğimden; ben öyle düşünmüyorum açıkçası. Ancak geçen yıllar içinde son derece ilham verici bir misyon üstlendiğini de görebiliyorum.
Film, 1958 yazında birkaç günlüğüne göl kıyısındaki bir kulübede tatil yapmaya giden bir grup genç arkadaşın başından geçenleri anlatıyor. Amerikan sinemasında son derece alıştığımız üzere, gençler birer birer yamyam katillere kurban olmuyorlar. Zaten de yıl henüz 1958. Yani yamyam katiller henüz mısır tarlalarında vitamin olarak ikamet ediyorlar…
Suç ve gerilim romanları yazan Bernhard Borge ve karısı Sonja, psikiyatrist Kai Bugge, dergi editörü Gabriel Mørk, avukat Harald Gran ve nişanlısı Liljan Werner; o sıralarda Østerdal ormanlarındaki bir kulübede tatil yapmakta olan Bjørn Werner’i ziyarete gidiyorlar. Lakin gittiklerinde Werner’in kulübede olmadığını görüyorlar ve Werner’in kayboluşunu araştırmaya başlıyorlar. Çok geçmeden içinde bulundukları kulübeyle ilgili söylenegelen efsaneyi keşfediyorlar. Efsaneye göre; çok yıllar önce bir adam kızkardeşini ve onun sevgilisini öldürüp kendisini de yakındaki göle atarak boğmuş. Ve söylendiğine göre; katilin kulübesinde kalanlar da, eninde sonunda katilin huzursuz ruhu tarafından ele geçirilir ve kendilerini gölde boğarlarmış. Geceleri göl civarında bir adamın çığlık attığı duyulur, bir kadının suya girip kaybolduğu gözlenebilirmiş. Ancak gençlerin tamamı böylesi efsanelere pek de kıymet vermeyen, batıl itikatları olmayan iyi eğitimli insanlar olduklarından, söylenenlere kulak asmayıp arkadaşlarını aramaya ve yıllardır anlatılan gizemi çözmeye karar verirler. Lakin durum mantık sahibi gençlerin tahmin ettikleri gibi gelişmez; gölü ve kulübeyi çevreleyen gizemli güçler kendilerini gösterir, insanlar uykusunda yürümeye başlar, kabuslar görürler, huzursuz olurlar ve olaylar gelişir…
Bana biraz da Agatha Christie tarzını hatırlattı film. “Old school” gizemli hayalet hikayelerini sevenler için biçilmez kaftan. Üstelik 50’li yılların son çeyreğinde çekilmesine rağmen, görselliğin son derece etkileyici olduğunu belirtmek lazım. Gece göl kıyısı sahneleri, bir hayli etkileyici. Katarsise aksiyonla değil, diyaloglarla ulaşan film ecnebilerin “eerie” dediği o hissi öylesine güzel uyandırıyor ki; hiç bitmesin istiyor insan bazı anlarda.
bu güzel öneri için teşekkürler.
şimdiden sabırsızlanıyorum izlemek için.