Günümüz sinemasının en karakterli yönetmenlerinden biri olan Ken Loach’un 1995 yapımı Ülke ve Özgürlük’ü, ilk bakışta bir savaş filmi gibi gözükse de politik yönü daha ağır basan bir iş. FIPRESCI Uluslararası Eleştirmenler Ödülü ve Cannes’da Ekümenik Jüri Ödüllerini kazanan filmde Loach, kamerasını bu defa İspanya iç savaşına çeviriyor ve gerçekleşemeyen bir devrimin hikayesini perdeye aktarıyor.
Öteki Sinema için yazan: Nuri Şimşek
David Carr, İngiltere’nin işçi kenti Liverpool’da işsizlik maaşıyla geçinmeye çalışan bir Komünist Parti üyesidir. Katıldığı bir toplantıda İspanya’daki gelişmeler ile ilgili bir videodan çok etkilenir ve daha iyi bir dünya için mücadele etmek üzere İspanya’ya gitmeye karar verir. Uzun ve zor bir yolculuğun ardından kendisini faşift general Franco’nun askerlerine karşı savaşan bir milis grubunun içinde bulur. Bu grupta Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelmiş gönüllüler, cumhuriyetçilerle birlikte mücadele etmektedirler. Dışarıdan destek göremedikleri için eski ve etkisiz silahlarla mücadele eden bu idealist grup içinde David, yeni katılanlara silah eğitimi verdiği bir gün, silahın elinde patlaması sonucunda yaralanır ve Barcelona’ya tedaviye gönderilir. Burada yine Franco’ya karşı mücadele eden Stalinistler’in düzenli ordusuna katılmaya karar veren David, kısa sürede kararından pişmanlık duyar çünkü çatışmalar boyut değiştirmiş, sosyalistler birbirleriyle çatışmaya başlamıştır. Bu noktada eski arkadaşlarının yanına, milislere geri dönen David için mücadelenin bittiği nokta, Stalinistlerin düzenli ordusunun kendi saflarında yer almayanları düşman ilan etmeleri olmuştur. Bu kişiler faşistlere karşı, yoğun çatışmalar içinde olup, bir hayli başarı kazanmış olmalarına rağmen artık birer suçlu ve aranandır.
Filmi iki bölümde ele alacak olursak, ilk bölüm daha çok faşizm ve Franco düşmanlığına ayrılmış durumdadır. Çok yüksek ihtimalle, kısıtlı bütçeden ötürü çatışma sahnelerinin filmin genelinde az yer kapladığını, diyalogların filmin bütününde daha ön planda olduğunu belirtebiliriz. Filmin en önemli sahnelerinden biri, milislerin faşistlerin yönetimindeki bir köyü ele geçirdikten sonra burada halkın toprakların yönetimi konusunda birbirleriyle yaptıkları tartışmadır. Filmlerinde sosyalizmi masaya yatırmaktan keyif aldığını bildiğimiz yönetmenimiz, burada da aynı şeyi yapıyor ve toprak ve mülkiyet kavramlarını farklı fraksiyonların bakış açılarından değerlendirmeye sunuyor. Toprakların kolektifleştirilmesinden, ortak kullanıma sunulmasından yana olan köylüler ile kendi toprağını kendi kullanmaya devam etmek istediğini belirten, kapital ruhlu takım elbiseli köylünün tartışması yapılan oylama ile son bulur ve topraklar herkesin malı haline gelir. Köyün milisler tarafından ele geçirilmeye çalışıldığı çatışmalarda cumhuriyetçilerin üzerine ateş eden rahip karakteri, filmin en akılda kalıcı yan rollerinden biriydi. Köyde kendisine günah çıkartmaya gelen Franco karşıtlarından birinin söylemlerini, faşistlere yetiştiren ve 5 gencin ölümüne sebep olan bu rahibin milisler tarafından infazı aslında din ve din adamlarına ne kadar güvenilmesi gerektiği konusunu düşünmemiz için önemli bir detaydı.
Filmin ikinci bölümü ise daha çok fikir ayrılıkları ve ideolojik çelişkiler sebebiyle ters düşen, asıl düşmana değil de birbirleriyle mücadele içine giren sol görüşlü grupların hikayesine yöneliyor. Bu bölümde Barselona’da çatışan iki sol grubu gördüğümüz bir sahne vardır. Bir tarafta Stalinist düzenli askeri birlikler, karşı tarafta Troçkist milisler. Faşistlere harcamaları gereken mermileri birbirleri için kullanan bu grupların mücadeleleri sırasında yoldan geçen bir teyzenin feryadı aslında bütün dünya sosyalistlerine söylenmiş bir sözdür: “Birbirinizi öldüreceğinize faşistleri öldürün.” Filmin ilk yarısında erkekler ile birlikte etkin şekilde çatışmalarda rol alan kadınların, ilerleyen zamanda silah kullanımının yasaklanıp, aşçılık, sıhhıye gibi görevlere verilmesi savaş dönemi feminizmine indirilen bir darbeyken, bunu filminde göstermesi Loach’un yine takdir edilmesi gereken başka bir özelliği. Finalde, halk için mücadele edip, hayatlarını ortaya koyanların, mücadeleleri başarısız olduğu zaman egemen güçler tarafından terörist ilan edilmeleri ise “niyeyse” fazla tanıdık geldi bana.
Duyarlılığı ve tutarlılığı konusunda herkesin takdir ettiği bir isim olan, ödül kazandığı Toronto Film Festivali’nde taşeron işçi çalıştırıldığını öğrenince ödülünü reddeden Ken Loach’u, bu filmi yapmaya iten en önemli sebebi, İspanya İç Savaşı ile ilgili söylediği şu sözlerinde bulabiliriz; “Yaşadığımız yüzyılda, halkın bu gezegenin gerçek sahibi olabilmesi için birkaç büyük fırsat çıkmıştı, bu da onlardan biriydi.” İspanya’daki mücadelenin aslında yerel bir olaydan ziyade daha küresel düzenekler ışığında şekillendiğini gösteren Loach, temiz ve insancıl düşüncelerle yola çıkanların sistem karşısında nasıl çaresiz kaldıklarını anlatıyor fakat bunu yaparken asla geleceğe dair bir karamsarlık empoze etmiyor, aksine mücadelenin gerekliliğini hatırlatarak umut ışığını yüreklerde var etmeye devam ediyor. Land and Freedom yoğun eleştirileri olup, herhangi bir propaganda yapmayan, gerçekçi bir bakış açısıyla işlenmiş bir film.