Lars von Trier, 30 Nisan 1956 yılında Kopenhag, Danimarka’da doğdu. Nudist Yahudi bir ailenin çocuğu olarak duygular, zevk ve inanç üçgenini sorgulayarak büyüdü. Sinemayı dünyayı öğrenmek ve gözlemlemek için açılan bir pencere olarak gördü. Onun için yaşam rüya ile gerçek arasında geçen kısa bir maceraydı.
11 yaşında ona hediye edilen “Süper 8” kamera ile kendi filmlerini çekmeye başladı. Gözlerinden dünyaya açılan kapıları kamerasına ve izleyicisine aktarmayı o gün bu gündür sürdürüyor. Zaman geçtikçe sinemanın ve yapımcılarının katı kuralları onu boğmaya başladı. Aktaranla seyirci arasına çekilen duvara karşı “Dogma 95” adını verdiği hareketle kendi hikâyelerini çekmeye ve genç kuşak yönetmen ve sinemacıları etkileyemeye devam etti. Saç ayağı niteliğindeki üçlemeleri ve aldığı birçok ödülle Lars Von Trier bugün sinemanın en çok konuşulan ve tartışılan yönetmenlerinden biri.
Dogma 95
1995’te Danimarkalı yönetmenler Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Kristian Levring ve Soren Kragh-Jocobsen tarafından başlatılmış avangart film yapım akımıdır. Bir bakıma belgesel kıvamındaki yapımların çekim kurallarıdır akım. Amaç şatafattan, abartıdan, sunilikten uzak durarak seyirciye gerçeği, doğallığı ve görüneni armağan etmektir. İlk kez bu seyri tadan izleyen için amatör kamerayla çekilmiş bir film izlenimi yaratabilir. Fakat senaryo, oyunculuk, kurgu yani bir filmi film yapan tüm detaylar oldukça kaliteli ve zengindir. Müzik seyir içinde yükselirken izleyicinin anlatılan anın içinde kalmasını sağlar ve hikâyeden bağımsız ilerlemez. Zaman ve mekân her daim bellidir. Dogma95 manifestosuna bağlı çekilmiş filmlerde oyunculuk kalitesi oldukça yüksektir. Yapım oyuncuların ellerinde yükselir bir bakıma. Gerçek içinde rüya, rüya içinde gerçeği aramayı sevenler için seyri zevkli yapımlardır işin özü. Gözleriniz açıkken gördüğünüz ve anlamak için dikkat kesildiğiniz bir rüya gibi…
“Benim işim tahrik etmek çünkü bu şekilde iyi film yaparsınız!” Lars von Trier
Yeni Başlayanlar İçin On Adımda Lars Von Trier
1. Adım; Nocturne (1980):
Nocturne; Hülyalı, romantik ya da duygulu bir biçimdeki piyano parçalarını tanımlamak için kullanılan şiirsel formdur. Lars Von Trier’in yaklaşık 9 dakika süren bu kısa hikâyesinde de hülyalı, şiirsel bir yalnızlığın izlerini görmek mümkün. Gecenin 3’ünde bir kadın arkadaşı ile telefonda konuşmaktadır. Konu o sabah yapacağı uçak yolculuğudur. Kadın gitmek istememektedir. Fakat arkadaşı hazırlanmasını ve gitmesini söyler. Sonunda kadını elinde bavulu ile uçan kuşları seyrederken bir araba parkında bırakır ve kendi hülyalarımıza geri döneriz. O kuşlar gibi göçmek üzereyken. Trier bu yapımında her daim sevdiği öğeleri kullanır. Yarı uyur yarı uyanık bir görüş ve gerçekle rüya arasında bizi bırakan karanlık, tek rengin hâkim olduğu bir sahne. Kırmızı ve sarı ışık onun renkleridir. Aynı zamanda algılarımızın renkleri, yönetmene göre… Trier bu kısasıyla Münih Film Festval’inden “En İyi Film” ödülü ile döner. Sinemanın algısını değiştirmeye ve ilgisini çekmeye bir adım yaklaşarak.
2. Adım; The Element of Crime (1984):
Ünlü Avrupa üçlemesinin ilk ayağı olan yapım Avrupa’nın karanlığını aktarmaya başladığı ilk tuvalidir. Renklerini özenle seçen yönetmen aynı zamanda kendi duruşunu da ortaya koymaya başlamıştır. Üçlemede çizdiği ana karakterleri için; “ Doğruluk adına yaptıkları her şey bir şekilde yanlışa dönüşen kahramanlardır.” demiştir. Karanlıkla resmettiği Avrupa ona göre üç şeyi bağrında saklar; salgın, suç ve savaş… Her üç filmde içerikle birlikte biçim ve filmlerin ana kahramanları da benzer özellikler taşır. Avrupa üçlemesinde ana karakterlere hipnoz uygulanması da dikkat çeken bir diğer ayrıntıdır.
The Element of Crime; ezan sesleri eşliğinde bir eşeğin ağır çekim ayağa kalkış mücadelesiyle başlar. Sahne kırmızıya boğulmuş bir karanlığı çerçeveler. Bu Lars von Trier için imza niteliğinde olacaktır yıllar içinde. Başkahraman konuşmaya başlar. Hikâyesini seyrin yanında kendi ağzından da dinleme fırsatı buluruz. Film, adına “Piyango Cinayetleri” denilen bir dizi cinayeti çözmek için Avrupa’ya gelen Fisher’ın kötüyü anlamak için kötüleşmesini vurgular. Avrupa’nın ilk ayağı suçtur.
“Fanteziye karşı değilim. Fakat gerçekle karıştırmamak çok önemli. Biz kaynağa ineceğiz. Anladığım kadarıyla Kahire’ye bu sorun başladıktan sonra döndüm. Ve iki ay önce Kahire’den ayrıldım. Neden? Mesleğimi Avrupa’da sürdürmek için mi? Ama baş ağrıların hala devam ediyor. Bu ağrılardan kurtulmana yardım etmemi istiyorsan, zaman içinde bir yolculuk yapmak zorundayız. Geriye, her şeyin başladığı yere! Tek bildiğim buna Avrupa’da bir şeyin neden olduğu…”
3. Adım; Epidemic (1987):
Yapım yazdıkları senaryonun kaybolmasıyla yeniden senaryo yazmaya koyulan yönetmen ve senaryo yazarının farkında olmadan oluşturdukları bir salgıla yüzyüze kalmasını konu eder. İç içe geçmiş kutucuklar gibi açtıkça farklı bir çılgınlığın ortaya döküldüğü seyrin anti-kahramanı Dr. Mesmer’dir. İdealist bir doktor olan Mesmer söz konusu salgını önlemek için uzun bir yol kat eder. Fakat çantasında taşıdığı virüs salgını önleyeceğine arttırır.
“Film dediğin ayakkabının içine kaçan taş gibi olmalıdır.” Lars Von Trier
4. Adım; Zentropa (1991):
“Şimdi sesimi dinlemelisin! Sesim sana yardımcı olacak ve Avrupa’nın daha derinlerine inmende sana rehberlik edecek. Her sözcük ve sayıyla beraber, sesimi her duyduğunda sen özgür, gevşemiş ve yeni fikirlere açık bir halde daha derin bir katmana girmiş olacaksın. Şimdi, birden ona kadar sayacağım. On olduğunda, sen Avrupa’da olacaksın.”
Ekim, 1945… 2. Dünya Savaş’ından çıkan Avrupa yorgun, bitkin ve kafası karışık vaziyette hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Özellikle kaybeden tarafta… Leopold Kesler tam bu dönemde çalışmak ve babasının adımladığı ülke olan Almanya’yı tanımak için gelen zeki, iyi niyetli idealist bir Amerika’lıdır. Ülkeye adım attığında trenlerde çalışan amcasının yanına gider ve onunla birlikte kondüktör olarak çalışmaya başlar. Amacı kaybeden bir ülkeye iyilik ve umut kazandırmaktır az da olsa… Fakat Zentropa’nın karanlık, tekinsiz ve kâbus gerçek harmanı havası aşkla da karışınca onu da içine çeker ve değiştirir.
Zentropa’da Avrupa üçlemesinin son dönemeci… Hipnoz bu yapımda da aslında başrolde. Faşizmin ince ince kanımıza karışıp bizi rahatsız etmeye devam ediyor seyir boyunca. Yönetmen uyumakla- uyanıklık arasında kalan atmosferini yine çok güzel kullanmış ve ara ara renklenen siyah beyaz perde eşliğinde bize de hipnozunu uygulamış durumda. Film hikâyesinden ziyade boğucu ve karanlık atmosferi ve müzikleri ile ön plana çıkıyor ve yönetmenin izlenmesi gereken yapımları arasındaki yerini alıyor.
5. Adım; Breking the Waves (1996):
“Bir kelimeyi nasıl sevebilirsiniz? Aşkı kelimelere sığdıramazsınız. Bir kelime ile aşık olamazsınız. Başka bir insanı sevebilirsiniz. Mükemmel olan budur!”
1970’lerde İskoçya’nın küçük ve dini kurallara sıkı sıkıya bağlı bir kasabasındayız. Bess bizim seyir boyunca takibe aldığımız karakterimiz. İnanç, günah, aşk ve kadınlık dörtgeninde aşka inancı seçen bir kadının iç ve dış mücadelesini gözlemliyoruz. Bess Danimarkalı bir petrol işçisi olan Jan’a aşık oluyor ve bu kelimenin anlamını ruhsal ve fiziksel tüm zevkleriyle yaşamaya başlıyor. Tek korkusu bir gün bu mutluluğun bitmesi ve tek duası hayatının bu yeni açılan perdesinin hiç kapanmaması yönünde. Lakin hayat bu ya korkusu gerçek oluyor ve Jan iş sırasında geçirdiği bir kazada felç kalıyor. Aşkın ikiliye göre ruhu besleyen fiziksel yansımaları da bu şekilde son buluyor. Bess kocasına olan sevgisini ve bağlılığını korurken içten içe bu fiziksel yoksunluğun izlerini de taşımaya başlıyor yüzünde. Tam da bu sırada eşi onun bu yoksunluğunu giderebilmesi ve evliliğindeki bu kâbusun bitmesi adına ona bir çözüm önerisi sunuyor. Karısına başka erkeklerle birlikte olmasını ve bu maceralarını ona anlatmasını öneriyor. Bu sayede hem Bess’in mutlu olacağını hem de kendi sağlığının daha da iyileşeceğini düşünüyor. Bess bu fikre başlangıçta karşı çıksa da kocasının sağlığının buna bağlı olduğuna inanmaya başlıyor ve kasabanın tüm katılığına rağmen inancı doğrultusunda ilerlemeye devam ediyor.
6. Adım; The Idiots:
“Hiç kimseyi daha mutlu edemiyorsa, gittikçe daha zengin olan bir toplumun mantığı nedir? Taş devrinde, evet tüm o aptallar öldü, ancak bugünde böyle olması gerekmiyor. Aptal olmak bir lüks ama her zaman ileriye doğru bir adım demek. Geleceğin insanları aptallardır. Eğer birisi kendi içindeki aptalı ortaya çıkarabilirse…”
Birlikte yaşayan bir grup zeki insan zihinsel özürlü taklidi yaparak, toplumun değerlerini sarsmayı amaçlar. Sık sık toplumun arasına karışıp rollerini gerçekleştirmeye başlarlar. Roller oyuncularda yerine oturdukça daha ileri düzeye geçme isteği kaçınılmaz olur. Aralarına katılan yeni üyeler ve gittikçe renklenen oyunlarıyla hem hayatı hem de zekâyı sorgulamaları kaçınılmazdır.
7. Adım Dancer in the Dark (2000):
“ Dedektif: Onu neden öldürdün?”
“ Selma: O istediği için!”
Selma on yaşındaki oğlu ile karavanda yaşayan bir Çek göçmenidir. Zamanla görme kaybına sebep olan bir hastalıktan muzdariptir. Oğlu da onunla aynı hastalığı paylaşmaktadır. Bir fabrikada çalışan genç kadın oğlunun okuması ve hastalığından kurtulması için para biriktirmektedir. Hayal ile gerçek arasında yaşayan ve kalbindeki müzikle karanlıkta dans eden Selma yine de hayatından umutlu ve mutludur. Ta ki ev sahibi ve dostu Bill onun parasını çalana ve Selma onu öldürene kadar…
Dancer in the Dark; yönetmenin ilk dram- müzikal denemesidir. Dogma 95 manifestosunun güzel örneklerinden biri olan yapım hikayesi, oyunculukları ve izleyicide bıraktığı izlerle seyredilmesi gereken bir film.
8. Adım; Dogville (2003):
Trier Avrupa’yı bize kendi gözünden bir üçlemeyle aktardıktan sonra sıra ABD’ye gelmişti. Dogville Trier’in USA üçlemesinin ilk ayağı…
Dogville filmi dokuz bölümden ve bir girişten oluşmaktadır.
“Bu Dogville kasabasının hazin öyküsüdür. Dogville, ABD’nin Rocky Dağları’nda bir kasabadır. Burada yol terk edilmiş gümüş madenine çıkar ve sona erer. Dogville’nin sakinleri kasabalarını seven iyi ve dürüst insanlardır. Doğu yakasından gelen duygusal biri ana caddeye Elm Sokağı adını vermişti. Hiç “Karaağaç” yetişmemesine karşın bu adı değiştirmeyi düşünmemişlerdi. Binaların çoğu perişan durumdaydı, derme çatma kulübelerdi aslında. Tom’un yaşadığı ev içlerinde en iyisiydi ve eski güzel günlerde hiç de fena sayılmazdı.”
James Caan Colarado yakınlarındaki bir kasabada sıra dışı bir kadın ortaya çıkar. Grace ismindeki bu kadın peşindeki insanlardan kaçarak buraya gelmiştir. İlk başta kasaba halkı kendini koşulsuz olarak sarıp sarmalasa da sonrasında onun kendileri için bir tehdit ettiğine inanır ve onu kasabadan göndermek için ellerinden geleni yaparlar.
Dogville, bir anlatıcı eşliğinde tek bir platformda ilerleyen fakat masalsı anlatımıyla seyri güzel hale getiren, Brecht’in oyunlarını aratmayan, teatral bir yapım.
9. Adım; Manderlay (2005):
“Korkuyorum. Yeni bir hayata hazır olamamaktan korkuyorum. Manderlay’de biz köleler her gün saat yedi de yemek yeriz. İnsanlar özgür olduğunda kaçta yer bunu hiç bilmiyorum.”
USA üçlemesinin ikinci ayağıdır. Trier’in kullandığı teatral teknik artarak devam eder. Tek kamera, tek görüş açısı ve yine tek mekân ve az dekor… Trier Dogville’de yerden yere vurduğu Amerikan-vari değerleri burada iyiden iyiye falakaya yatırır.
Yıl 1933… Manderlay ABD’nin güneyinde ıssız ve sakin bir kasabadır. Grace ve babası kendilerine yerleşecek güzel bir yer bulma adına Dogville kasabasından ayrılıp yollara düşerler. Tesadüfen yolları Manderley adındaki bir kasabaya düşer. Kapısı sıkı sıkıya zincirli, kalın parmaklıklarla çevrili bu kasaba da hala beyaz efendiler ve siyah köleler vardır. Ve Grace buraya özgürlük ve eşitlik getirmek için orada kalmaya ve insanları eşit şekilde yaşamasını sağlamaya karar verir. Film özetle yıllarca kafeste yaşamaya alışmış kuşların dışarıda verdiği özgürlük mücadelesini anlatır.
10. Adım; Melancholia (2011)
“Bir düğün, melankoli ve psikolojik bir felaket filmi…”
Trier USA üçlemesinin üçüncü ayağını çekmeden köklerine dönmeye karar verir. Bu bir düğün, bir aile dramı ve bir kıyamet filmi… Trier yine kullandığı müthiş müzik seçimi ve ağırlaştırılmış kamera görüntüleriyle açar yapımı. Mükemmel görsellik bu kez renklerle ve doğayla desteklenir ve iki bölüme ayrılmış bir kıyamet filmi çıkar ortaya. İlk kıyamet bir kişinin kendi küçük kıyametidir. İkinci bölüm ise dünyanın sonunu gösterir psişik güçleri olan ve bazı şeyleri önceden hisseden Justine’in gözünden…
Lars Von Trier kameranın arkasındaki göz olduğundan beri sinemanın kurallarını paramparça etmeye yeminli bir yönetmen. Çok sayıda hayranı olduğu gibi onu eleştiren ve beğenmeyenlere de sahip.Fakat bu iki grubu da buluşturduğu bir ortak noktası var. Trier kesinlikle sinemayı kendi gözünde tanımlamayı başaran ve tarihe adını yazdıran başarılı bir yönetmen. İnsan doğasından korkmadan anlatmaya ve insanın tüm zayıflıklarını çıplak bir hümanizm’le gözler önüne seren bir isim. Kapitalizmi, insanlığı, vahşeti ve şiddeti bizlere el kamerası ve hikâyeleriyle anlatmaya devam ediyor. İnandıklarından ve tekniklerinden ödün vermeden…