Trier ve Nietzsche

Friedrich W. Nietzsche 1888 yılının yaz aylarında 5 yıldır üzerinde çalıştığı Dionysos Dithyrambosları (Dithyrambs of Dionysus) adlı çalışmasını temize çeker, düzeltmeleri ve elemeleri yapıp birer kopyasını çıkartır ama yayınevine göndermez, yıl sonunu bekler. 1 Ocak 1889’da eserinin ithaf bölümünü kaleme alıp imzalar (mevcut bilgilere ve değerlendirmelere göre bu, sağlıklıyken yazdığı son şeylerden biridir). İki gün sonra, yani 3 Ocak 1889’da ağır bir sinirsel çöküntü yaşar (3 Ocak’tan sonra yazdığı şeyleri -el yazısında gözlenen ciddi bozulmadan ötürü- sağlıklı değilken yazdığı kabul edilir) ve zihinsel açıdan çok zor bir sürece girer. İlk 2-3 ay görece iyidir ama daha sonra sağlıklı bir düşünce üretemez hâle gelir. 11 yıl boyunca bakıma muhtaç hâlde yaşar, tek bir şey bile üretecek durumda değildir ve günden güne ağırlaşarak hatta sonra resmen delirerek 25 Ağustos 1900’de hayatını kaybeder. Nietzsche müşkül derecede hastalandığında 44, öldüğünde sadece 56 yaşındaydı. Fakat sinir krizi geçirip delirmeden önceki döneminde, bilhassa 1883-1888 yılları arasında şaşırtıcı bir üretim ortaya koydu ve birçok önemli eserini hastalığının giderek tırmandığı bu döneme sığdırdı. Başyapıtı İşte Böyle Dedi Zerdüşt (Also sprach Zarathustra) de bu dönemde yayınlanmıştır.

blank

Podach gibi sayısız uzman, Nietzsche’nin hastalığı ile son dönemde yazdığı eserler arasında ciddi bağlar olduğunu ortaya koyar ki Nietzsche’nin son döneminde yazdığı dört esere literatürde “Werke des Zusammenbruchs” (Çöküş Eserleri) adı verilir. The Anti-Christ (Deccal), Ecce Homo, Nietzsche contra Wagner (Nietzsche Wagner’e Karşı) ve son eseri Dionysos-Dithyramben’in (Dionysos Dithyrambosları) yer aldığı bu eserlerden Dionysos Dithyrambosları, doğrudan İşte Böyle Dedi Zerdüşt ile ilintilidir. Önemli bir Nietzsche uzmanı olan Prof. Dr. Robert Mailhammer’dan aynen alıntılıyorum:

“İşte Böyle Dedi Zerdüşt 1883-1885 yılları arasında kaleme alınmıştır. Yazarının başlangıçta ‘Zerdüşt’ün bir bölümü olarak düşündüğü Dionysos Dithyrambosları ise daha sonra, 1888’de bağımsız olarak yayınlanmıştır. Ancak İşte Böyle Dedi Zerdüşt ile bağlantıları çok açıktır; Zerdüşt’ün kendisi dokuz dithyrambosun beşinde figür olarak ortaya çıkar; üç şiir ile bir düzyazı bölümü ise çok ufak değişikliklerle, doğrudan İşte Böyle Dedi Zerdüşt’ten alınmadır…

…(Dithyramboslarda) Zerdüşt figürü çeşitli açılardan sergilenir. Bir defa, bir yandan tekbaşınalığından ötürü acı çeken, fakat daha sonra, bilgiye ulaşabilmek için o tekbaşınalığı arayan Zerdüşt vardır. Bunun yanında, ‘Güneş Batıyor’ ve ‘Ün ve Sonsuzluk’ başlıklı bölümlerde, üstelik çeşitli açılardan eşzamanlı olmak üzere, rahatlamış, mutlu bir Zerdüşt’le karşılaşırız. Bir başka yerde, ‘kutsal öfke’yi bir lanet olarak yüksek sesle dile getiren, ama sonra sevgisi ile, yani sonsuz gereklilik ile karşılaşınca yatışan bilgenin kuluçkaya yatmış varoluşunu izleriz. Zerdüşt, bilgeliği ile yalnız başına ve yalnızlık içerisinde sevgiye susamış olarak dağda oturduğu için eleştirilir. Hakikati, karşısına çıkar ve ona suçlamalar yöneltir.”

Nietzsche, Dionysos Dithyrambosları’nda -daha sonra Wittgenstein’ın Tractatus’a yaptığına benzer şekilde- bir şey yapar. İşte Böyle Dedi Zerdüşt’e bir nevi şerh düşüp, kendi kendisinin eleştirisini verir. Uzmanlar onun bu son dönemdeki sorgulayıcı tavrı ile hastalığı arasında eşyönlü bir ilişki olduğu görüşündedir. Lafı bunca uzatmamın maksadını anlamış olmalısınız. Lars von Trier’in akıl hastanesinde kaldığı iki aylık sürede son hâlini verdiği ve hastaneden çıktıktan hemen sonra (artçı etkiler devam ederken) çekimlerine başladığı o muazzam Antichrist (Deccal, 2009) filminden bu yana (şimdilik The House That Jack Built’e kadar) uzun metrajlarda sergilediği eğilimin bana Nietzsche’nin son dönemini anımsattığını söylemeye çalışıyorum. Bu filmlerde hem bir sanatsal özeleştiri hem Tanrı’yla yeniden temasa geçme girişimi (“bağışlanmayacağını bile bile bağışlanma arzusu” yani bir nevi “yakarış”) hem de büyük bir kişisel buhranın ayak izleri var. Artık Trier’in verdiği röportajlara bile sirayet etmeye başlayan türde umutsuz bir arayış hatta çırpınış bu.

Daha sonra kapsamlı bir çalışma ortaya koyacağım ama yekten söyleyeyim: Antichrist (Deccal, 2009), Melancholia (Melankoli, 2011), Nymphomaniac Vol. I (İtiraf: Bölüm 1, 2013), Nymphomaniac Vol. II (İtiraf: Bölüm 2, 2013) ve geçen hafta seyretme şerefine nail olduğum The House That Jack Built; Lars von Trier’in “Çöküş Eserleri”dir (Werke des Zusammenbruchs). O rahatsızlık verici Katabasis bölümünü seyrettikten sonra da korkum odur ki; The House That Jack Built, Lars von Trier’in Dionysos Dithyrambosları’dır. Bu son filmi olursa ve yakında ustanın başına “bir şey” gelirse şaşırmam. İnşallah yanılırım.

blank

Lars von Trier’in Antichrist, Melancholia ve Nymphomaniac filmlerinden oluşan üçlemesine “Depresyon Üçlemesi” adını verdiğini biliyoruz. Trier bu süre zarfında alkolizmle mücadele etti, YouTube’da yer alan bazı röportajlarından ve yakın tarihli kitaplardan bu süre zarfında (birden fazla kez) Norveç’te tedavi gördüğünü öğreniyoruz. Trier’de ciddi bir anksiyete (kaygı bozukluğu) sorunu var, bununla mücadele etmek için (yani muhtemelen intihar etmemek için) ya kendini içkiyle ve uyuşturucuyla sakinleştiriyor ya da film çekiyor. Evet, -tıpkı Woody Allen’ın anksiyeteyle mücadelesinde olduğu gibi- film çekiyor. Kulağa tuhaf geliyor ama öyle. Sette kaygılarından azade olduğu, bizzat Trier’in ifadesi. Yakın tarihli bütün röportajlarında bu var. The House That Jack Built’e bu gözle bakarsak Trier’in depresyonunun tehlikeli bir aşamada olduğu hissediliyor. Ben ilgili sahne başlayınca Jack’in cehennemin dibini boylayacağına adım gibi emindim ama yine de bir umut, nefesimi tutarak seyrettim. Sonuç belli.

Nymphomaniac’ı süresi yüzünden ikiye bölünmek durumunda kalınan tek bir film olarak kabul edip söylüyorum, Lars von Trier’in son 4 filmi yani benim “Çöküş Eserleri” olarak kabul ettiğim filmler, ikili bir yapı üzerinden ilerler. Üst yüzey, normal bir film akışı içerir. Başrolde psikolojik açıdan sıkıntılı/dertli/melankolik bireyler vardır. Evladını yitirmiş biri, ailevi sorunları olan biri, gelecek kaygısı olan biri, cinsel sorunları olan biri, sanat ve estetik kaygısı olan biri. İlk üç filmde bu bir kadın, sonuncusunda bu bir erkektir. Dördü de (Kadın/“She”, Justine, Joe, Jack) hiçbir şüpheye mahal vermeyecek netlikte Lars von Trier’i temsil eder. Bu karakterlerin varoluşa dair ciddi felsefi kaygıları vardır. Karşılıklı girdikleri diyaloglar, normalde o film türüne ait senaryo metninde şık durmayacak kadar tuhaftır. Bu diyaloglarda felsefi argümanlar kapışır, sanat ve estetik üzerine bir akıl yürütme inşa edilir. Alt yüzey bütünüyle bir özeleştiri ve sanatın ne’liği üzerine bir tartışmaya dönüşür. Lars von Trier, hemen her anlamda/alanda hakikat arayışı içine girmiştir.

Aslında Trier’in hakikat arayışı (“Tanrı arayışı” bağlamında), “Peygamberlik yaşı” denen 40. yaşında çektiği Breaking the Waves’e (Dalgaları Aşmak) kadar uzanır. Aynı zamanda meşhur manifestosu “Dogma 95” birlikte Lars von Trier’de ikili (dual) bir arayış başladığını söyleyebiliriz: “Hakikat nedir?” ve “Sanat(ta hakikat) nedir?”. Trier önce bunları ayrı ayrı filmlerde biçimsel zorlamalar ve yeni arayışlarla inşa etmeye çalışır. Idioterne (1998), “Sanat nedir?” arayışının şaşırtıcı bir sonucudur ama zannımca daha şaşırtıcı ürünü, The Five Obstructions (Lars Von Trier’den Beş Engel, 2003) olur. ABD üçlemesi olarak başladığı ama iki filmde kaldığı serinin ilk filmi Dogville’de (2003) tiyatroyla sinemayı benzersiz bir şekilde harmanlayan Trier, kısıt altında sanat/sinema üretiminde çığır açar. Tarihî Emek Sineması’nda seyrettiğim Dogville’i, Lars von Trier Sineması’nın hem biçim hem de içerik anlamında devrimi olarak nitelendirebilirim. Kölelik üzerine akıl yürüttüğü Manderlay’den (2005) sonra biçim arayışı haricinde önemi olmayan ve hâlâ onun çektiğine inanamadığım The Boss of It All’u (Emret Patronum, 2006) çeken Lars von Trier, 2007 yılında ağır bir depresyona girer ve çöküş durumunun vahametini gözler önüne seren bir açıklama yapar: “Artık başka bir film çekemeyebilirim.”

Daha sonra Lars von Trier, depresyonla mücadele yöntemi olarak kendini (sanatını, felsefesini, inancını) masaya yatıran filmler çekmeye karar verir. Ama Antichrist’ın oyuncu seçmeleri defalarca ertelenir. Durup dururken ağlamaya başladığı histeri krizleriyle dolu bir dönemin ardından (kendi isteğiyle) hastaneye yatırılır. Antichrist’ın ilk/orijinal senaryosunun finali basına sızınca sinir krizi geçirdiği söylenir. Senaryoyu değiştirme kararı alır. İşte o senaryoya son hâlini son derece zorlu koşullarla boğuşurken akıl hastanesinde verir. Bu arada, bence son 10 yılındaki “Çöküş Eserleri” arasında en iyi film Antichrist’tır.

Her ne kadar Antichrist, Melancholia ve Nymphomaniac için “Depresyon Üçlemesi” tabiri kullanılsa da ilk iki filmin ağırlık noktasıyla üçüncü filminki farklılık arz eder. İlk iki film, inancın yeniden inşası bağlamında birbirine daha yakın durur. Nymphomaniac ile The House That Jack Built ise daha çok bir sanatsal özyıkım meselesine odaklanır ve bence Jack’in “devam filmi” olarak değerlendirilmesinde sıkıntı yoktur.

Trier ve Nymphomaniac (2013)

İleride Nymphomaniac’ı; bir cinsel (“sanatsal haz ve estetik”) arayış olarak (1), Freud ve Breuer’in 1890’larda hayata geçirdiği psikodinamik yaklaşım esas alındığı bir psikoterapi seansı olarak (2), bir hakikati arama meselesi olarak (3) ve bir özyaşamsal deneme olarak (4) ayrı ayrı inceleyen kapsamlı bir çalışmada masaya yatıracağım, bu analize/otopsiye başladım, henüz bitmedi ama The House That Jack Built’le kesişen bir noktasını önemli buluyorum, onu burada paylaşmak istiyorum.

Lars von Trier bir önceki filmi Nymphomaniac’ta, yönettiği her bir filmi (kısa filmler dahil), bir cinsel deneyimle eğretilemişti. Başroldeki kadın karakter Joe, Trier’i temsil ediyordu. Onun tatminsizliği ve o bitimsiz arayışı bizzat Trier’in sanatsal tatminsizliğini/arayışını simgeliyordu. Bu eğretileme (metafor) kullanımı sayesinde sanatının özeleştirisini verirken, Seligman’la yaptığı tartışma sayesinde sanat, estetik ve etik konusundaki düşüncelerini kapıştırıyordu.

Buradaki Seligman karakteri ismini; pozitif psikoloji, iyimserlik-kötümserlik ve depresyon gibi konulardaki çalışmalarıyla tanınan felsefe kökenli ünlü ve önemli bir psikolog olan Martin Seligman’dan alır. Seligman’ın çalışmalarının tüm dünyada tanınan bir meyvesi de var. Kendisi “öğrenilmiş çaresizlik” (learned helplessness) teorisinin kurucusu. O nedenle, bütün film aslında Lars von Trier’in psikopatolojisine odaklanıyordu ve Joe’nun nezdinde bir psikoterapi seansına tanık oluyorduk. The House That Jack Built’te ise Seligman’ın Nymphomaniac’taki işlevini taşıyan kişi, hiç şüphesiz Bruno Ganz’ın hayat verdiği Verge. Bunu biraz açalım.

Trier ve The House That Jack Built (2018)

Trier’in “Çöküş Eserleri” arasında en ürkütücü ve acımasız olan, ki sanırım bu konuda bana herkes katılacaktır, The House That Jack Built (Jack’in Yaptığı Ev, 2018) oldu. Sebebi de katlanılmaz düzeye çıkardığı, âdeta doz aşımına gidip estetize ettiği grafik şiddet kullanımı. Açıkçası ben bu filmi sinemada seyredemedim çünkü Filmekimi İzmir’deki biletimi son anda bir yere davet edildiğim için yaktım, Eskişehir Film Festivali’nde biletim vardı, lakin film son anda iptal edildi. Filmi evde seyrettim ve seyrederken “gore” içeren şiddet sahneleri nedeniyle birkaç defa durdurmak zorunda kaldım. Gerçekten öyle kolayca seyredilecek bir film değil The House That Jack Built.

Ama filmde yer yer ritme sekte vurup, anlatıyı yapısal olarak değiştiren ve filmi bir nevi alegoriye çeviren bir detay var: Verge’ün varlığı. Verge karakteri çok net bir şekilde Vergilius’u temsil ediyor. Yani Dante Alighieri’nin İlahi Komedya’sında Dante’ye cehennemi gezdiren şair Publius Vergilius Maro’yu. Katabasis bölümünde bu durum, artık şüpheye mahal vermeyecek şekilde netleşiyor. Eugène Delacroix’nın “Dante’nin Kayığı” (The Barque of Dante) adlı tablosunu yeniden inşa eden Lars von Trier, Jack’in cehennemin katmanlarını gördüğü mini bir geziyle sonlandırıyor filmini. The House That Jack Built’e Lars von Trier’in İlahi Komedyası ya da Cehennem’i (Inferno) diyebiliriz. Filmde en kritik konuşmalar Jack ile Verge arasında geçiyor. Tıpkı Nymphomaniac’ta olduğu gibi, Trier tez ile anti-tezi bu iki karakterin replikleriyle çarpıştırıyor. Deyim yerindeyse Lars von Trier’in “hakikati, karşısına çıkıyor”.

blank

Şurası kesin. Jack’in işlediği her cinayet Lars von Trier’in filmlerini simgeliyor, bu konuya ileride daha detaylı değineceğim. Gitme vakti geldiğinde Verge’ün “Jack bir ev yapmayacak mıydı?” sorusunun tetiklediği süreçte eldeki “malzemelerle” elinden geleni yapıyor Jack. Ama cesetler birleştiğinde (“filmografi”) derme-çatma bir çocuk oyun evinden başka bir şeye benzemiyor. Yani bir yönetmenin kendi sanatına hatta düpedüz kendine bu kadar yüklendiği görülmüş şey değil. Bu bir özeleştiriden çok, bir nefret sinyali bana göre. “Birer birer değerlendirildiğinde iyi/başarılı işler çıkardığım söylenebilir ama bir bütün olarak değerlendirildiğinde elimde doğru düzgün bir şey yok.” diyor Lars von Trier. Dante, İlahi Komedya’yı âşık olduğu kadını Meryem Ana’yla birlikte Cennet’in en üst katında göstermek için yazmıştı. İlahi Komedya bir tür aşk mektubuydu. Oysa The House That Jack Built, bir nefret mektubu. O nedenle, Trier’in öyküsü cennetin zirvesinde değil, cehennemin dibinde bitiyor.

Evet, grafik şiddette aşırılığa kaçan bu süslü, çetin, acımasız ve sarsıcı film hakkındaki nihai fikrimi merak ettiğinizi tahmin edebiliyorum. O nedenle sözlerimi Orson Welles’in bir tespitiyle noktalamak istiyorum. Şöyle der Welles: “Sanırım onu yaratan insanı ifade ettiği müddetçe her eser iyidir.” Bu bağlamda, The House That Jack Built’in seyri/hazmı zor ama iyi bir film olduğunu söyleyebilirim. Ben bayıldım. İyi seyirler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Yalnızca Çılgın! Şair, Yalnızca!


mutlu kana susamışlığınla,
avlanarak, sinsice, yalanlarla dolaşmalısın…
Ya da bakışlarını uzun, çok uzun zaman boyunca
uçurumlara diken kartal gibi,
kendi uçurumlarına bakan kartal gibi…
– ah, nasıl da dolanır buradan aşağıya,
halka halka aşağılara, daha içerilere,
gittikçe daha dipsiz derinliklere o uçurumlar! –

Dionysos Dithyrambosları

[/box]

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

  • Nietzsche, Friedrich. “DİONYSOS DİTHYRAMBOSLARI”, 2011. Almanca Aslından Çeviren: Ahmet Cemal, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, Türkiye.
  • Nietzsche, Friedrich. “DITHYRAMBS OF DIONYSUS” (Dionysos-Dithyramben), 1984. Çeviren: R. J. Hollingdale, Anvil Press Poetry, Londra, İngiltere.
  • https://www.imdb.com/title/tt0870984/trivia?ref_=ttrel_ql_trv_1

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Invasion of the Bee Girls (1973)

B filmlere düşkünlüğünüz varsa ve hala Invasion of the Bee
blank

Hot Fuzz (2007)

Birçok sinema dergisi tarafından 2007’nin en iyi komedi filmi seçilen