Gilles Deleuze, Proust ve Göstergeler (Proust et Signes) adlı kitabının giriş bölümünde Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’yi kastederek şunu vurguladığını söyler: “Kahraman belli bir anda belli bir şeyi bilmiyordu, daha sonra öğrenecekti.” Jean-Pierre Melville’in kahramanları için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Melville’in kahramanları boyunlarını sarmaya başlayan, günden güne sıkılaşan ve sonunda onları öldürecek olan ilmeği filmin/öykünün finalinde fark ederler. Le doulos (Unutulmazlar, 1962) olmuş, Le deuxieme souffle (İkinci Soluk, 1966), Le samourai (Kiralık Katil, 1967), Le cercle rouge (Ateş Çemberi, 1970) ya da Un flic (Gecelerin Adamı, 1972) olmuş, fark etmez, Melville kahramanları kaybetmeye yazgılıdırlar ve işin ilginci, çok da umursamazlar. Ama ilginç olan şudur, bir Melville filmi seyrettiğinizde siz de size neyin çarptığını anlamazsınız. Melville sizdeki bazı duyguları harekete geçirmiştir, size bir şey sezdirmiştir ama bunu nasıl yaptığını ilk etapta çözümlemek güçtür, onun sinemasını eşsiz kılan budur.
İzledikten sonra Ateş Çemberi’yle ilgili yabancı kaynakları okursanız, bu filmin bir aşk filmi niteliği taşıdığını öne sürenler olduğunu görürsünüz, ciddi ciddi bu konuyu tartışan uzmanlar vardır. Bu size ilk başta anlamsız gelir. Nedir Melville kahramanlarını görünmez iplerle birbirine bağlamayı başaran şey? Ve nedir bizi bir Melville kahramanına meftun eden şey? Sonuçta, bunlar gırtlağına kadar suça bulaşmış, dışarıdan bakıldığında duygusuz erkeklerdir, ama bir şey görünmez bir mıknatıs gibi bizi Bob’a, Costello’ya, Gerbier’ye, Gustave’a, Silien’e ve Corey’e çeker. Nedir bunun sırrı? Bunun sırrı, çatısı kurguyla çatılmış eşi menendi olmayan bir sinematografidir arkadaşlar.
Keşke görüntüler eşliğinde size bunu anlatabilseydim, belki bir gün o da olur, ama şimdi plan plan yazarak Ateş Çemberi’nden bir sahneyi analiz etmek istiyorum. Bence sinemada çaktırmadan spesifik bir duygu nasıl tesis edilir, onu gösteren olağanüstü bir sahne. İmkânı olan yazının bundan sonraki sahne analizini filmin ilgili bölümünü izlerken okusun. Başlıyoruz.
Filmin 131. dakikasındayız. Corey’in evinde. Vogel ve Corey soygundan elde ettikleri ganimeti özenle bir çantaya/bavula yerleştiriyorlar. Normalde başka bir yönetmenin çekmemeyi tercih edeceği, çekmişse bile kurguda atacağı ya da ille de kullanacaksa çok kısa tutacağı bir plan, Melville’de sola doğru bir panla ve hafif tınılarla anbean bir ritüele dönüşüyor. Tek tek yerleştiriyorlar mücevherleri çantaya. Vogel, Corey’e veriyor, Corey çantaya koyuyor. Kamera yaklaşıyor, iki karakteri tam ortaya alıyor ve karakterlerin belden yukarısını alan bir çekimde sabitliyor. Konuşmaya başlıyorlar. Vogel teslimatla ilgili çeşitli sorular soruyor, kaygılı olduğunu hissediyoruz. Corey sakin. Ama durdurup bu kareyi incelemezseniz, büyük bir yönetmenin fırça darbelerini ıskalarsınız. Detayları tarif etmeye çalışalım.
Vogel beyaz gömlekli. Corey’in üstünde siyah bir ceket var. Vogel’in arkası aydınlık, bir lamba görüyoruz, onun tarafını aydınlatıyor. Ondan taraftaki duvarda hayat dolu bir tablo var. Corey’in arkası karanlık. Düz, kesif bir karanlık var ardında. Müthiş bir kontrast yakalıyor bu çerçeveyle Melville. İkisinin ortasına denk gelen duvar nasıl dersiniz? Yatay bir şekilde kalın siyah ve beyaz şeritlerle dolu “çizgili” bir duvar. Tek başına çok şey anlatan muhteşem bir ambiyans. Vogel yaşamı/aydınlığı temsil ediyor, Corey ölümü/karanlığı, ikisi bir arada olduğunda hem yaşamı hem ölümü.
Konuşma devam ediyor. Sorgulayıcı bir tavır takınan Vogel’in, Corey’in sağlığından endişe ettiğini anlamaya başlıyoruz. Ciddileşiyor. Sonra Melville’in yakın plan yüz çekimine geçmesiyle beraber, konuşma sanki iki sevgilinin arasında geçebilecek türden bir diyaloğa sahne oluyor.
– Ben de seninle geliyorum.
– Saçmalama. Ben dönene kadar bekle.
Corey, Vogel’i evde kalmaya ikna ediyor. “Gidiyorum. Görüşürüz. İçini ferah tut” diyen Corey elinde bavulla oturma odasının kapısından çıkmak üzereyken Vogel’e dönüp, hafiften gülümseyerek, “Daha beterlerini de gördük” diyor. Vogel onu doğrulayan bir baş hareketi yapıyor. Corey’in ona bakışını seyrediyoruz. Ardından Corey dış kapıya yöneliyor, kapıyı açıyor ama ilginç bir şey yapıyor. Geriye dönüyor ve sanki evine son bir kez bakıyor. Bir daha o eve dönemeyeceğini düşünen birinin yapacağı türden bir jest bu. Hemen Vogel’e kesme atıyor Melville. Şüpheli gözlerle bakan Vogel’in ardından Corey’e geçiyor kamera, o da derhal kapıdan çıkıyor. Hatta biraz hızlıca kapatıyor kapıyı. Çiftlerden birinin elinde bavuluyla evden ayrılırken yapacağı türden bir jest bu. Hemen Vogel’e dönüyor Melville, Vogel’in bakışı sertleşmiş, heyecanlı olduğunu belirten bir şekilde eli cebinde sağına doğru yürüyor, ona bakan kamera da sola doğru kayıyor. Birkaç saniye süren bu planın ardından gangster filmleri tarihinin en tuhaf kurgularından biri olan o mucizevi sahne geliyor, bana bu yazıyı yazdıran o benzersiz çapraz kurgu.
Asansördeyiz. Dakika 132. Önce bavulu ve onu tutan eli görüyoruz. Kamera usulca yukarıya yükselip Corey’in kafasını kadraja almışken asansör de inmektedir. Corey düşünceli, ama neyi ya da kimi düşünüyor? Tabii ki teslimatı diyoruz ve tabii ki yanılıyoruz. Asansör katı inmeye devam ediyor. Corey’in kafası ekrandan kaybolur kaybolmaz dairede kalan Vogel’e bir kısa kesme atıyor Melville. Minicik bir plan, sadece iki saniye. Vogel endişeli. Melville hemen asansördeki Corey’e geçiyor, o da aşağı kata inmekle meşgul. Baş kısmını ortalayan çerçeve onun da düşünceli olduğunu mimliyor. Corey’in başı inmekte olan asansörle birlikte ekrandan kaybolur kaybolmaz, hoop, yine Vogel’deyiz. Vogel düşünceli bir şekilde başını yana çeviriyor, elleri cebindeyken konsola doğru ilerliyor, kamera onu takip ediyor. Vogel konsolun üzerinden Santi’nin yerindeki çiçekçi kızın Corey’e verdiği kırmızı gülü alıyor, pencereye yaklaşıyor, perdenin aralığından Corey’i görmek umuduyla aşağıya, sokağa bakıyor. Corey apartmandan çıkıyor, arabasına yürüyor, kapıyı açıp çantayı yan koltuğa atıp şoför koltuğuna oturuyor. Hızlıca arabayı çalıştırıp gidiyor. Melville tekrar Vogel’e dönüyor, Corey’in gidişini gören adam pencerenin önünde donakalıyor. Sanki sevdiği birini son kez görmüş gibi omuzları çökük, boynu bükük ve sağ elinde hâlâ o gül var.
Jean-Pierre Melville sineması ilk kez izlediğinizde gözünüzden kaçan, çeşitli anlamlara gebe böyle onlarca yaratıcı sahneden mürekkeptir. Ateş Çemberi’nin bahsettiğim sahnesi buna güzel bir örnek. Yoksa iki adamın derinleşen dostluğu daha başka nasıl anlatılabilirdi? Ve nasıl anlamlandırabilirdik Vogel’in Corey’i kurtarmak için canını ortaya koymasını? Ateş Çemberi, Bonnie ve Clyde (1967) gibi son bulur. Polisler suçluları yakalamak için değil, gaddarca katletmek için tuzak kurmuştur. Yukarıda bahsettiğim gibi zarif sahneler olmasa bu final bu denli etkileyici olur muydu, hiç sanmıyorum. Hem de hiç.
Bilinler bilir, Jean-Pierre Melville benim en sevdiğim Fransız yönetmen (ikincisi Henri-Georges Clouzot), Le cercle rouge (Ateş Çemberi, 1970) da onun en sevdiğim filmlerinden biri. Filmi çözümlemeye çemberle/dairesellikle kurduğu ilişki üzerinden değerlendiren ikinci bir yazıyla devam edeceğim. İyi seyirler…