Ne gelir elimizden insan olmaktan başka, der Edip Cansever, diye söyledim doksan dakika boyunca Marcel Marx’ın kahramanlığında ve Arletty’i Noriko’ya benzettiğim Ozu’nun Tôkyô monogatari’sini, Bresson’ın Au Hasard Balthazar’ını ve Vittorio De Sica’nın Miracolo a Milano’sunu hatırladım Fin yönetmen Aki Kaurismäki’nin minimalist tarzıyla müstehzi ve melankolik dünyası Le Havre’da, ki yalnızca Le Havre değil, ne kadar da hareketlilik açısından farklı bir konumda olsa da benim için Kaurismäki’nin La vie de bohème gibi birçok filminde anımsadığım bir şey bu, diye düşünüyorum şimdi, zira onun sinema dünyasında sınıf mücadelesi, popüler kültür, kara mizah, melodram ve modern dünyaya karşı şüpheci bir bakış açısı sıkça görülür, ki bu noktada Camus’nün sistemli şüpheciliği demek daha doğru olacaktır. Ayrıca Fransa’nın liman şehri Le Havre’nin Normandiya Çıkarması sırasında bombalandığını, şehrin tam anlamıyla yok edildiğini ve altmış bin kişinin öldüğünü de söylemeden geçmeyelim.
Öteki Sinema için yazan: Buğra Şengül
Avrupa’nın en büyük sorunu, demişti Cannes’da Kaurismäki, mülteci sorunudur. Öyle ki Fin yönetmen muhaceret meselesini -pervasızca- kadraja alarak göçmenlerin durumuna yeni bir bakış açısı getiriyor, ancak, ne kadar da Sarkozy dönemindeki hükûmete, ki geçtiğimiz yıllarda otuz üç bin göçmen sınır dışı edilmişti, ve Avrupa’nın ekonomik ve sosyal sistemine sert eleştirilerde bulunsa da Le Havre’yi yalnızca siyasi boyutta değerlendirmek doğru olmaz, zira evrensel bir temayla izleyiciyi insanlık ve merhamet dolu tüm gerçekliğiyle etkilemeyi ve olası bir özgürlük çağrıştırmayı başaran folklorik ya da şiirsel ya da teatral bir alegoridir, Le Havre, yedinci sanat romantizmidir, Chaplin’in The Kid’i gibi.
Toplumun sosyal, ekonomik ve siyasi yapısında radikal bir değişim gerçekleştirebilmenin tek yolu işçi sınıfının düzenleyeceği devrimdir, diye söyler hep Karl Marx, kaldı ki hemen hemen her ülkede, sosyal ve ekonomik adalet isteyen işçi sınıfı hareketi onun bir şeyler bildiğine inanmıştır, Fransa’nın bu liman kentinde baskılara rağmen Marcel -Karl- Marx’ın doğruluğuna inanan insanlar gibi. Öyle ki hümanistler, gerçek sosyalistlerdir. Kaurismäki’nin kahramanları da başkaldıran insan’dır bir yerde, topluluk duygusuyla yaşayan çoğunluğun sınırları dışında bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde başkaldırının kendisidir, Bernhard’ın o sıkça dile getirdiği çoğunluğun felaketten başka bir şey getirmediğinin ve düzensizlik ve adaletsizliğin farkındalık duygusuna varmış yoksul insanlardır.
En nihayetinde, dünya birkaç derece daha soğuduğunda, dostlarım, gecenin tehditvâri karanlığında var olan ateşin sıcaklığının hissedilmesi gerekir, Idrissa ve Arletty ile Marcel Marx’ın hikâyesi gibi. Ve soğuk dünyanın bu döneminde, yaşamın bir yığın budalalığında, onların umut dolu bahçelerinde kiraz ağacının çiçek açması için sevgi yeterlidir, zira her şeyin başı sevgi, demiş vaiz, sevgi her şeyin başı.