2011 yılı mahsulü Le Moine, Dominik Moll tarafından yönetilmiş olan İspanya / Fransa ortak yapımı bir film. The Monk olarak da bilinir.
Türkiye’deki vizyon ismiyle Şeytanın Yüzü, Matthew Lewis tarafından yazılmış olan, gotik edebiyatın klasikleşmiş eserlerinden 1796 tarihli The Monk isimli romandan uyarlanmış, ancak sinemaya uyarlanan ilk örnek değil. Senaristleri arasında Luis Bunuel’in de bulunduğu ve Adonis Kyrou’nun yönettiği Le moine (1972) ile Francisco Lara Polop imzalı The Monk (1990) romandan beyazperdeye aktarılan daha önceki yapımlar.
Almanya doğumlu Fransız yönetmen Dominik Moll, Lemming (2005) ve With a Friend Like Harry… (2000) gibi filmleri ile sıradanın içerisinde gizlenen dehşet verici detayları bulup anlatmakta ne kadar becerikli olduğunu cümle âleme göstermişti. Bu manada Le Moine yönetmenin önceki işlerinden ayrı bir yerde duruyor. Bu sefer elinde şok etkisi zaman içerisinde herkes tarafından kabul görmüş, bilindik bir metin var. En baştan söyleyelim, ortaya çıkan sonuç pek iç açıcı değil.
1595 yılında Madrid kırsalındaki bir manastırın kapısına bir bebek bırakılır. Keşişlerin bulduğu bebeğin sağ omzunda el şeklinde bir leke vardır. Keşişlerin çoğu bu lekenin şeytanın işareti olduğunu iddia eder ama bir tanesi bunun Tanrı’nın hediyesi olduğunu söyler ve keşişler çocuğu yetiştirmeye karar verir. Ambrosio ismini alan manastırın yeni üyesi genç yaşta herkesin imrendiği örnek bir keşiş haline gelir. Her daim dile getirmekten sakınmadığı Tanrı’ya olan yıkılmaz inancı ve hitabet gücü ile ünü manastır dışına taşar. Olaylar Valerio isminde maskeli bir adamın manastıra gelmesi ile başka bir hal alır. Keşişler arasına katılan Valerio, Ambrosio’nun hayatını kökten değiştirecektir.
Ambrosio’nun dayanılmaz baş ağrıları, kırmızılar içindeki bir kadını gördüğü kehanet olarak yorumlanan açıklayamadığı rüyaları, tutkulu vaazlarını dinlemeye gelen Antonia adındaki saf ve güzel bir genç kız ile Valerio’nun şeytani planları, aslında Ambrosio’nun acı ve pişmanlık dolu sonunu hazırlamak için bir araya gelmiş önemli parçalardır. Ambrosio bütün olan biteni fark ettiğinde her şey için çok geç olacaktır.
Le Moine çok ağır temposu ve durağan havası ile saniyelik kesmelerle aksiyon bombardımanına alıştırılmış yeni nesil izleyici için izlemesi sıkıntılı bir yapım. Bu durağan anlatım biçimi yetmişli yılların korku filmlerinde hikâyenin dramatik yönünü kuvvetlendirmek adına çok sık kullanılan bir yöntemdi. Aynı yıllara ait ‘iris out/iris in’ denilen ‘daralan bir çember içinde gözden kaybolma/genişleyen bir çember içinde başlama’ tekniği uygulanan sahne geçişleri yönetmen Moll’un yetmişli yılların havasını taşıyan bir film çekme isteğinin bir başka göstergesi. Ancak bütün bunlar ortaya çıkan işi ilginç kılmaktan ziyade sıradanlaştırmaya hizmet ediyor.
Filmin en dikkat çekici özelliğinin etkili ışık kullanımı olduğu söylenebilir. Genelde manastırda geçen karanlık ve kasvetli iç çekimler ile neredeyse gün ışığının patladığı alabildiğince aydınlık dış çekimler arasındaki kontrast, Ambrosio’nun iç dünyasındaki fırtınaların en belirgin simgesi olarak sunuluyor.
Ambrosio’nun dönüşümü bahçede zehirli bir böceğin elini ısırması ile başlıyor. Bu bana ister istemez Peter Parker’ın (nam-ı diğer Örümcek Adam’ın) bir örümceğin ısırması ile geçirdiği dönüşümü anımsattı.
Geraldine Chaplin çok kısa bir süre görünmesine rağmen etkileyici performansı ile gene dikkat çekmeyi başarıyor. Bu tarz otoriter ve acımasız tiplemeler ona çok yakışıyor.
Dominik Moll iyi bir yönetmen, Vincent Cassel iyi bir oyuncu, metin defalarca işlenmiş olsa da iyi bir metin. Ancak her zaman iyi malzemeler ile iyi bir sonuç elde edilemiyor. 70’li yıllara ait anlatım dilline hiçbir yenilik getirmez ve günümüz izleyicisine aynen olduğu gibi servis etmeye kalkarsan, en fazla daha önce defalarca yenmiş alışılageldik bir yemekten alınan lezzet kadar ilgi çekici olabilirsin. Le Moine, bütün teknik ve görsel üstünlüklerine rağmen sıkıcı ve sıradan olmaktan kurtulmayı beceremiyor. Sadece romanın ‘azılı’ hayranlarına tavsiye edebilirim.
Murat Kızılca