“Livyatan`ı çengelle çekebilir misin, dilini halatla bağlayabilir misin? Burnuna sazdan ip takabilir misin, kancayla çenesini delebilir misin? Yalvarıp yakarır mı sana, tatlı tatlı konuşur mu? Seninle antlaşma yapar mı, onu ömür boyu köle edesin diye? Kuşla oynar gibi onunla oynayabilir misin, hizmetçilerin eğlensin diye ona tasma takabilir misin? Balıkçılar onun üzerine pazarlık eder mi? Tüccarlar aralarında onu böler mi? Derisini zıpkınlarla, başını mızraklarla doldurabilir misin? Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, bir daha yapmayacaksın bunu. Onu yakalamak için umutlanma, görünüşü bile insanın ödünü patlatır. Onu uyandıracak kadar yürekli adam yoktur. Öyleyse benim karşımda kim durabilir? Kim benden hesap vermemi isteyebilir?(…) Göklerin altında ne varsa bana aittir. Derin suları kaynayan kazan gibi fokurdatır, denizi merhem çömleği gibi karıştırır. Ardında parlak bir iz bırakır, insan enginin saçları ağarmış sanır. Yeryüzünde bir eşi daha yoktur, korkusuz bir yaratıktır. Kendini büyük gören her varlığı aşağılar, gururlu her varlığın kralı odur”

15504674424_fbe0860168_zEski Ahit’in Eyüp Kitabı’nın 41. bölümünde detaylı bir biçimde tasvir edilen Leviathan isimli deniz canavarı, her ne kadar Eyüp’ün hikâyesinde korku veren, dehşet saçan bir yaratık olarak anlatılsa da, günümüzde çoğunlukla bir devlet metaforu olarak kullanılmaktadır. Bu durum, İngiliz düşünür Thomas Hobbes’un, kutsal metinlerde yer alan bu canavardan etkilenerek, devlet üzerine düşüncelerini anlattığı eserinin ismini Leviathan koymasından ve siyasi düşünce tarihine çok önemli bir deyim kazandırmasından kaynaklanıyor. Evet, Thomas Hobbes mutlakıyetçi tavrı yüzünden oldukça eleştirildi; John Locke, Jean Jacques Rousseau gibi yazarlar tarafından kendisine cevaplar yazıldı ancak içinde bulunduğumuz çağa baktığımızda dahi, Hobbes’un teorisinin ne yazık ki hala kabul görüp, uygulanıyor olması söz konusu sistem üzerine düşünmemiz gerektiğini bir kez daha bize kanıtlıyor. Rus yönetmen Andrey Zvyagintsev, işte tam da bu sebeplerle Leviathan ismini verdiği filminde gözünü modern Rus devletine çevirerek, yüzyıllar önce yazılmış bir metnin geçerliliğini yüzümüze çarpıyor…

Eyüp’ün hikâyesinden hareketle epeyce serbest bir biçimde senaryolaştırılan Leviathan’ı ihtişamlı bir film haline getiren çok sayıda özelliğinden bahsedilebilir fakat hemen her filmde karşılaşamayacağınız türden güçlü imgeler barındıran açılış ve kapanış sekanslarının diğerlerine açık ara fark attığını en başından söylemeliyim. Birbirine epeyce benzeyen bu sekansların ilkinde, kıyıya vuran dalgaların görselliğiyle birlikte fonda beliren Philip Glass’ın Akhnaten isimli operası, her karesi ustaca döşenmiş bir film izleyeceğinizin sinyallerini vermeye başlıyor. Mısır’da tek tanrılı dine geçişi sağlayarak, Yahudiliğin ortaya çıkmasında çok önemli bir rolü olan Firavun Akhenaton’un ismini taşıyan operanın, Tevrat’tan bir hikâyeyi konu alan Leviathan’ın giriş müziği olarak kullanılması gerçekten etkileyici bir detay olarak karşımıza çıkıyor. Fakat bundan da öte, deniz canavarı birden ortaya çıkacakmış gibi tekinsizlik veren bu sekansta çürümeye bırakılmış üç kayığın görüntüsü, filmin Hobbes’un kuramının üzerine inşa edildiğini açıkça gösteriyor. Kitaptan hareketle; devlet, din ve birey üçlüsü olarak yorumlayabileceğimiz bu kayıklar, hem filmin hem de Hobbes felsefesinin yapı taşlarını oluşturuyor. Dünyevi ve ruhani iktidarın çarkları arasına sıkışmış bir bireyi merkezine alan ve bu yolla etkileyici bir eleştiri örneği sunan film, böylece daha en başından ne kadar güçlü bir anlatım diline sahip olduğunun da altını çiziyor.

Lilya Leviathan

Thomas Hobbes’un 1651 yılında yazdığı ve bireylerin toplum sözleşmesiyle yetkiyi bir iktidara, yöneticiye devrederek yarattıkları mutlak güce sahip, denetlenemeyen bir canavar modelinin, günümüz Rusya’sında (ve daha pek çok ülkede) varlığını koruyor olmasının sebebi basitçe şöyle açıklanabilir: Rusya’da yıllardır içinde bulunulan kaos ve çatışma ortamının sonucunda (Çarlık rejiminin yıkılması, Sovyetler, Soğuk Savaş, Sovyetlerin dağılması vs.) güçlü devlet özlemi giderek arttı ve buna paralel olarak da otoriterlik yükselişe geçti. Yaşanan toplumsal hareketler ve iç savaş halinden kurtulmanın yolunu, mutlak güce sahip bir egemende ve otoriterleşmekte gören Rus erkleri ve aslında Thomas Hobbes’un düşüncesiyle ortak bir kaygı taşıyorlardı: O da çatışma korkusu. İspanyollarla savaş halinde oldukları için annesinin erken doğum yapmasına neden olan ve prematüre doğan Thomas Hobbes’un içinde bulunduğu bu korku hali, hayatının ve felsefesinin her alanına sirayet eden bir durumdur. 16. yüzyıldan itibaren Tudorlar’la birlikte 7. Henry, 8. Henry ve Elizabeth gibi mutlak monarklarla yönetilen, reformasyon ile tüm gücü elinde toplayarak Kilise’yi iktidar sahasından uzaklaştıran İngiltere’nin, Stuart hanedanının başa gelmesinden sonra iç savaşa sürüklenmesi ve 1640 Devrimi, İngiliz düşünürün iç savaş ve kaos halinden nefret etmesinin başlıca nedenini oluşturuyor. Çünkü Hobbes, her insanın eşit olarak doğduğunu, bu eşitliğin bir getirisi olarak da herkesin kendi istediğini elde etme güdüsü ve ondan da önemlisi hayatta kalma korkusunun doğal yaşam halinde kargaşaya ve kaosa yol açacağına inanıyor. Bu anarşi ve güvensizlik ortamından, bireylerin bir araya gelerek yapacakları bir toplum sözleşmesiyle kurtulabileceklerini söyleyen düşünür, yetkileri devralan erki, Leviathan’ı, sözleşmeye taraf yapmaz. En eski toplum sözleşmesi metinlerinden birini oluşturan Leviathan, kişilerin özgürlüklerinden vazgeçerek devleti kurmaları gerektiğini, egemenliğin bölünmez ve mutlak olması gerektiğini savunur. Böylece Thomas Hobbes, tıpkı İtalya’da Niccolo Machiavelli’in, Fransa’da Jean Bodin’in yaptığı gibi barış ve güvenliğin tesisi için her şeyin üzerinde bir devlet anlayışı geliştirir.

Hobbes’un bu düşüncesinin temelinde, 1640 İngiliz Devrimi öncesinde yaşanan iç savaş, kralın idamı ve Cromwell’in “Koruyucu”luğu ele geçirerek monarşi yerine cumhuriyeti ilan etmesi sonucu ortaya çıkan çatışma ortamından kurtuluşu sağlayacak olan mutlak bir egemen ihtiyacı yatmaktadır. Bu yüzden iktidar mekanizması ve yöneticiyi denetleyen herhangi bir kurumdan bahsetmez ve gücü tamamıyla erke devreder. Dönemin koşullarına baktığımızda, anlaşılabilir bir mutlakıyetçilik teorisi ortaya koyan Hobbes’un bu egemenlik anlayışı, Zvyagintsev’in filminin de ana temasını oluşturur. Şöyle ki; Barents denizinin kıyısında atalarından kalan bir evi bulunan Kolia, arazisine göz diken Belediye Başkanı Vadim’le bir hukuk mücadelesine girişiyor. Moskova Baro’suna bağlı avukat arkadaşının yardımıyla dava açan Kolia, devlet karşısında bir böcekten farkı olmadığını bilse de sonuna kadar gitmeye karar veriyor. Ancak polislerle arkadaşlık yapan, o döneme kadar devletle herhangi bir sorun yaşamayan bir bireyin, iktidar mekanizması karşısında ne kadar çaresiz kalabileceğini tahmin etmek elbette şaşırtıcı olmuyor ve Kolia’nın başına gelmeyen kalmıyor. Bu noktada dikkati çeken bir başka şey ise, Leviathan isimli deniz canavarının karada yaşayan hali olan ama aynı zamanda iri yarı insanları tanımlamak için de kullanılan Behemoth’un Vadim karakterinde can bulması… Leviathan’ı devlet olarak varsaydığımızda, Vadim’de kötülük ve dehşet saçan Behemoth’a ulaşmak kabul edilebilir hale geliyor…

Vadim Leviathan

Eyüp gibi her olayla biraz daha sabrı sınanan Kolia’nın hikâyesinde devlet ve birey dışında çok önemli bir güç daha rol alıyor ki o da Kilise Kurumu. Filmde devletle çıkarları doğrultusunda işbirliği yapan ve dünyevileşen Kilise’ye yöneltilen eleştirilerin benzerini Thomas Hobbes’da da bulmak mümkündür. 8. Henry’nin İngiliz Kilisesi’nde yaptığı reformasyonla birlikte Kilise’nin yegâne ve en yüksek şefi unvanını alarak Vatikan’dan ayrılması, Hobbes’un düşünce sisteminde çok önemli bir rol oynuyor. İnsanın doğa tarafından eşit yaratıldığı fikriyle bile Hıristiyanlık öğretilerine karşı çıkan düşünür, eserinde Ortaçağ sisteminin başat aktörleri Kilise ve Ruhbanı eleştirmekten çekinmiyor. Devleti yöneten egemenin iktidarını başka bir kurumla paylaşmasını doğru bulmayan Hobbes buradan çıkışla, kutsal devlet inancını kırarak Leviathan’ı ölümlü bir tanrı olarak tasavvur ediyor ve dolayısıyla da siyaseti tanrı katından insan katına indirmiş oluyor. Bunun yanı sıra hareket noktası birey ve bireyin güvenliği olduğu için de klasik Rönesans bireyciliğinden bir adım öteye giden düşünür, liberalizmin öncüleri arasında sayılıyor.

Filmle kitap arasında bağlantı kurabileceğimiz bir başka nokta ise, denizlerin canavarı Leviathan’ın, Hıristiyanlık inancına göre yedi ölümcül günahtan kıskançlığa karşılık gelmesi ve filmde de Kolia, karısı Lilya ve en yakın arkadaşı Dimitriy arasında geçen aşk üçgeni bağlamında kendisine yer bulmasıdır. Benzer bir biçimde Kolia’nın oğlu Romka’nın gerçekte annesi olmayan Lilya’yı sürekli olarak kıskanması durumu ve olayların açığa çıkmasından sonra Kolia’nın içinde bulunduğu duygu hali de kıskançlıktan başka bir şey değil. Hatta Romka, babasıyla karısını yakaladığı sekansta yine benzer bir hisle evden kaçıyor ve deniz kıyısındaki Leviathan olduğunu bildiğimiz balina iskeletinin yanına gidiyor ve orada oturuyor. Bu açıdan baktığımızda, Leviathan’ın anlatım gücüne hayran kalmamak neredeyse imkansız hale geliyor.

Nikolay Leviathan

Leviathan’ı, yukarıda bahsettiğim alt metinlerinin dışında bu derece başarılı kılan bir başka unsur ise her şeyiyle Ruslara ait bir film olması. Sürekli votka içen, sarhoş dolaşan karakterleri, silahla vurulacak şişe kalmadığında Brejnev, Lenin, Gorbaçov gibi Sovyet liderlerinin fotoğraflarına ateş etmeleri, devletin otoriter tavrını değiştirmemesiyle dalga geçen ama aynı zamanda sistemin içinde ezilen bireyleri… Tıpkı yönetmenin de söylediği gibi; değişen bir Rus halkı ama ona inat değişmeyen bir devlet modeliyle karşılaşıyorsunuz Leviathan’da. Kendi elleriyle canavar yaratan bir toplumun, o canavarın pençeleri arasında ezilmesini sessizce izliyoruz…

Cannes’da En İyi Senaryo ödülünü alan ve şimdilerde Oscar adaylığı konuşulan Leviathan, Thomas Hobbes’un toplumu sürekli bir korku haliyle gütme ve bu yolla mutlak, sarsılmaz güce sahip egemenler yarattığı kuramını müthiş bir politik taşlama haline getiriyor ve bunu ironik bir biçimde Rus devletinden bütçe desteği alarak yapıyor. Filmi izleyen devlet büyükleri ise tahmin edileceği üzere, “beğenmedikleri” yönünde beyanatlar veriyorlar ama artık çok geç kaldıklarının da farkındalar. Leviathan, her yerde adından söz ettirmeye devam ediyor ve belki de Oscar kazanarak yılın en iyileri arasında adını yazdırmayı başaracak. O halde nasıl derler, şimdi Putin düşünsün!

blank

Başak Bıçak

1987 yılında İzmir'de doğdu. İzmir Özel Tevfik Fikret Lisesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi Tarih bölümünden mezun olduktan sonra Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yüksek lisans yaptı. Bilhassa Fransız Devrimi olmak üzere Avrupa Tarihi üzerine uzmanlaştı.

Sinema özel tutkusu ve 2012 yılından bu yana filmler üzerine yazılar yazıyor. Akşam Gazetesi, Film Arası Dergisi ve Cinedergi yazarı... Dans, seyahat, fotoğraf ve şarap meraklısı...

1 Comment Leave a Reply

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Loved Ones (2009)

The Loved Ones, öyküsü ile çok da farklı değilmiş gibi
blank

Ciddiye Alınacak Gibi Değil: Tekken (2010)

Tekken berbat bir film! "Boş" aksiyon filmlerinin izleyiciyi öldüresiye sıkmak