Antik Yunan’dan beri hemen hemen bütün filozoflar neyin güzel olduğu sorusuna kafa yorup bunu eserlerine yansıtmışlar ve “Güzel” olanla ile “İyi” (ya da Yüce) olan arasında bir bağ/ilgi kurmaya çalışmışlardır. “Güzel” sözcüğünü genelde beğendiğimiz bir şeyi ifade etmek üzere kullanıyoruz, zarif, enfes, harika, muhteşem gibi sayısız sıfatla da destekleyerek. Yüzlerce yıl boyunca estetik kültüründe, güzelliğin oran ve uyumdan (hatta simetriden) kaynaklandığına dair olan görüş hâkimdi. Umberto Eco, hazırladığı “Güzelliğin Tarihi” kitabında bunun Edmund Burke’e kadar böyle gittiğini belirtir. Burke ise ilk baskısı 1756’da yapılan kitabı “A Philosophical Enquiry into the Origin of Our Ideas of the Sublime and Beautiful”da, Güzelliği Yüceliğin karşısına yerleştirir. Burke’e göre güzel olanın tipik özellikleri çeşitlilik, küçüklük, pürüzsüzlük, aşamalı değişim, duyarlılık, duruluk ve açık renklilik, ayrıca bir ölçüye kadar zarafet ve inceliktir. Burke’ün bu tercihlerinin, geniş boyutları, yalçınlığı ve özensizliği, sağlamlığı, dayanıklılığı ve karanlığı çağrıştıran Yücelikle ilgili görüşüyle çelişkili olduğu için çok ilginç olduğunu belirtir Eco.
Zamanla, Burke gibi düşünürlerin de etkisiyle güzellik algısı Montaigne, Shakespeare gibi eski çağ yazarlarının çizdiği çerçevelerin bir hayli dışına taşmaya başlar. Günümüze yaklaştıkça da giderek çok daha kısa zaman dilimlerinde değişir hâle gelir. 19. ve 20. yüzyılın genel-geçer modalarının ağına düşen güzellik anlayışlarını ise az-çok hepimiz biliyoruz. Bugün annelerimiz, teyzelerimiz, halalarımız, babalarımız, amcalarımız, dayılarımız bile eski resimlerine bakınca “Yahu biz ne yapmışız?” diye soruyorlar. Kendi “Güzellik” anlayışlarını sorguladıkları tarih, olsa olsa 20-30 yıl öncesi. Bu süre giderek daha da kısalıyor.
Son 50-60 yılda, çağdaş estetik kuramların, tespitten çok yeni bir değer yaratma amacıyla ele aldıkları “Güzel” kavramı, tarihte benzeri görülmemiş ölçüde çeşitlendi. Birçok açıdan devrimci yönler taşıdığını kabul etmekle beraber, yine de, kitleselleşemediler ve hemen her dönem olduğu gibi, dönemin sermaye hareketlerini büyük ölçüde kontrol edenlerin belirlediği güzellik anlayışı ne ise, kalabalıkları yönlendirmeye de o devam etti. Bugün, her ne kadar başta feminizm olmak üzere akademik teoriler başka bulgu ve öneriler ortaya koyuyor olsa da, kapitalizm ve küresel sermaye ulaşabildiği her türlü kanaldan estetik anlayışımızı belirlemeye devam ediyor. Rodrigo Prieto’nun kısa filmi “Likeness” (2013) da bize yutturulmaya çalışılan böylesi sahte bir güzellik reçetesiyle açılıyor.
Çoğu, neyin nasıl olması gerektiğine dair estetik dayatmalardan oluşan kuşe kağıda basılmış 100-150 sayfalık janjanlı dergileri hepiniz bilirsiniz. Tamamına yakını kişide eksiklik duygusu yeşertmeye çalışan reklamlardan mürekkep olan albenisi yüksek bu dergilerin temel amacı, insanlara bir şey tükettirmek ve para harcatmaktır. İşte bu tip dergiler, reklamlar, yarışmalar, ödüller, magazin programları başta olmak üzere yüzlerce binlerce koldan insan zihnine adeta sistematik olarak gerçekleştirilen (ve onlarca yıl süren) saldırılardan sonra elimizde, farklı ve özel olmak için herkesin giydiği kıyafeti giymek, saçını başını herkes gibi yaptırmak ve herkesin kullandığı bir aksesuarı ve cihazı (telefon, çanta, kolye vs.) kullanmak zorunda olduğunu hisseden yaralı bir nesil kaldı. Bitmek tükenmek bilmeyen bir eksiklenme hissiyle büyümüş/büyütülmüş ama aslında tek derdi sevilmek/beğenilmek olan sakat bir nesil. Daha ilkokuldan başlayarak, irili ufaklı her türlü zaafı her görüldüğü yerde incitici bir şekilde yüzüne vurulan kırgın bir nesil. Tabii, bütün bu saldırıların yöneldiği en önemli noktanın kişinin fiziksel görünüşü olduğunu vurgulamaya gerek yok.
Kişilik gelişiminde işe yarar umuduyla; sen aslansın sen kaplansın, prensessin kralsın gibi gerçeklerden uzak abartılı palavralarla beslediğimiz ama sevgi, merhamet, empati, dürüstlük, paylaşımcılık ve cesaret gibi temel değerleri yeterince aşılayamadığımız çocuklarımızın okuduğu okulda arkadaşına dış görünüşü nedeniyle eziyet ettiğini öğrenince inanamıyoruz ve eğitimcilerini suçluyoruz. Çocuğunu bu nedenle okuduğu okuldan alan arkadaşım var benim. Farklılıkların da bir değer olduğunu onca yıldır öğretemediğimiz çocuklarımız, kendi arkadaşlarının birtakım zaaflarını daha anaokulundan, ilkokuldan başlayarak olup olabilecek en acımasız düzeyde ifşa etme huyuna sahip bir şekilde büyüyor (aynısı da ona yapılıyor, hiç merak etmeyin). Bu güdü, daha sonra yazılı ve görsel basın ile her türden iletişim aracı vasıtasıyla beslenmeye devam ediyor. Sonuç, “güzel görünme” şeklinde vuk’u bulan kitlesel bir histeri oluyor.
Uzun yıllar önce, bir arkadaşımla lüks bir restorana gitmiştik. Arkadaşım bir ara tuvalete gitti ve döndüğünde bana ilginç bir olay anlattı. İçeri girdiğinde bir kız lavaboda kusuyormuş. Gelen seslere bakılırsa, diğer bir kız da kabinlerden birinde. Yemeklerden mi acaba diye biraz morali bozulmuş arkadaşımın. Sonra, lavabodaki kızın bilerek ve isteyerek kusmaya çalıştığını fark etmiş. Önce duruma anlam verememiş ama daha sonra kabindeki kız çıkıp, diğeriyle -ortada hiçbir şey yokmuş gibi- konuşmaya başlayınca duruma uyanmış. Maalesef, dayatılmasına engel olamadığımız bir sözümona “Güzellik” tanımı yüzünden vücuduna bunu yapmayı göze almış, psikolojik açıdan sorunlu bir nesil yarattık. Prieto’nun “Likeness”ını ilk seyrettiğimde aklıma direk bu olay geldi.
“Likeness”da Elle Fanning’in canlandırdığı Mia karakterinin bir hastalığı var. Acaba depresyon, düşük özgüven ve yeme alışkanlığını kontrol edememekten kaynaklanan Bluimia mı, yoksa halk arasında hedefi tam on ikiden vuran olağanüstü bir betimlemeyle, “manken hastalığı” denilen, yediklerinden dolayı kendilerini suçlayan, zayıflamayı, zayıf olmayı ve ilelebet o şekilde kalmayı bir hayat-memat meselesine dönüştüren Anoreksiya Nervoza mı? “Likeness”ın Mia’sı hâlâ biraz kilolu olduğu ve kendinden tiksinip kustuğu için Bluimia olduğunu anlıyoruz. Her iki hastalık da büyük oranda gelişim bozukluğundan kaynaklanır ve beraberinde kişilik bozukluğunu getirir. Mia’nın hastalığı psikolojik kökenli olduğu için, kriz aşamasındayken çevresindeki tüm insanları kendi hayalgücünde tasavvur ettiği şekliyle görüyor. Yani; zayıf, açlıktan kaburgaları sayılan, öte yandan, tüm dikkatleri bedenleri üstünde toplayabilen alımlı, çekici mankenler olarak. Mia sadece kustuktan sonraki rahatlama aşamasında dış dünyayı olduğu gibi algılayabiliyor. O da kısa bir süreliğine.
Aslında Rodrigo Prieto’nun “Likeness”ı (2013), 5 küsur dakikalık bir kısa film (yazılar hariç). Konuşma hemen hemen hiç yok. Ama hem teması, hem onunla bütünleşen görüntü çalışması hem de mesajı o kadar güçlü ki; başrolde yine Elle Fanning’in yer aldığı, Nicolas Winding Refn’in yönettiği ve Natasha Braier’ın müthiş görüntü çalışmasıyla adından söz ettiren “The Neon Demon”ın (2016) makineli tüfekle yol açamadığı tahribatı, adeta İsviçre çakısıyla yaratmış. Sinema, budur.
Bildiğiniz gibi, “Amores perros” (2000), “Frida” (2002), “21 Grams” (2003), “Brokeback Mountain” (2005), “Babel” (2006), “Argo” (2012), “The Wolf of Wall Street” (2013) ve “Silence” (2016) gibi filmlerden tanıdığımız Rodrigo Prieto çağımızın en büyük görüntü yönetmenlerinden biri ama işin ilginci, “Likeness” 52 yaşındaki ustanın ilk ve tek yönetmenlik deneyimi. Peki niye böyle bir işe kalkışmış Prieto? Çünkü “Likeness”da küçük bir rol verdiği kızı Ximena Prieto (Mia’yı karşılayan arkadaşı) da aynı yeme bozukluğundan muzdaripmiş de ondan. Kitlesel histeriden o da nasibini almış. Bireyde fiziksel bir yıkıma yol açan ve zamanında müdahale edilemezse ölümle bile sonuçlanabilecek çok ciddi bir psikolojik soruna ustalıkla değinen, evrensel bir dil ve üslup yakalamayı başaran “Likeness” (2013) her ülkede kamu spotu olarak yayınlansa yeridir. Murat Kızılca’nın önerisiyle seyrettiğim bu kısa filmi içeriği ve anlatısı itibariyle tüm hayatım boyunca seyrettiğim en iyi kısa filmlerden biri olarak kabul ediyorum ve bir başyapıt olarak selamlıyorum. Beş dakikanızı ayırıp yüksek çözünürlüklü bir versiyonunu seyrediniz.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç
[box type=”info” align=”” class=”” width=””]
KAYNAKLAR
Eco, Umberto (hazırlayan). “GÜZELLİĞİN TARİHİ”, 2007. Doğan Kitap, Türkiye.
[/box]