37. İstanbul Film Festivali’nin bu seneki sayısız sürprizi içinde, sundukları sinemasal deneyim itibariyle iki tanesi Kült Filmler Zamanı adlı yazı dizimize girecek kadar çok kült öğe içeren, sıra dışı yapımlardı: Phase 4 (Dördüncü Safha, 1974) ve Liquid Sky (1982). Bana âdeta yıldırım gibi çarpan bu iki harikulade filmi yazmasam çatlardım. Liquid Sky ile başlayalım.

İşte başından sonuna, tepeden tırnağa hemen her bir öğesiyle (kurgu, kostüm, sanat tasarımı, müzik, senaryo, makyaj, görüntü yönetimi, ışık ve ses kurgusu, oyunculuk, yönetmenlik, set ve çekim hikâyeleri, artık ne varsa) ayrı ayrı kült mertebesine çıkmayı hak eden, eşi menendi olmayan bir film. Hangi birini anlatalım? Hadi isminden başlayalım. “Sıvı Gökyüzü” anlamına gelen “Liquid Sky” aslında argoda eroine verilen bir takma ad. Bilmem sette uyuşturucu kullanımının serbest olduğunu ve ekibin hatırı sayılır bir kısmının bağımlı olduğunu söylememe gerek var mı? Açık konuşayım, bu filmde bir nevi eroin güzellemesi var, daha doğrusu her türden opiat bağımlılığına dair bir çeşit müsamaha. Opiat; afyon, haşhaş ve morfin türevlerinden oluşan bir grubun adı. Liquid Sky’daki en büyük bağımlılar ise sevişmekte olan uyuşturucu (LSD, amfetamin, eroin, kokain vb.) bağımlılarının orgazmın doruğundayken salgıladıkları beyin sıvısı ile beslenen minik uzaylılar. Nasıl ama? Kulağa kült geliyor, değil mi? Devam edelim…

blank

UFO uzmanı Alman bir astrofizikçi ile kadınsı görünen erkek kardeşi punk olmuş Yahudi bir ablanın tuhaf ilişkisi. Genç öğrencisinden faydalanan çokbilmiş bir profesör ile zengin karısı sayesinde eroine verecek para bulan, çaptan düşmüş bir yazar eskisi. En deli saçması şeylerin bile şaşırtmayı başaramadığı, çılgınca müzikler yapan, intihara meyilli, lezbiyen ve ölü sevici bir uyuşturucu satıcısı. New York moda dünyasının yeraltından insan manzaraları. Gece kulüpleri, çatı katları, neon lambaları, dayak, bıçaklama, tecavüz dahil her türden taciz ve nekrofili. Bitti mi? Ne gezer? Bilim, sanat, müzik, gece hayatı, her türlü uyuşturucu, sıra dışı partiler, çılgınca danslar, makyaj, cinsiyet, seks, feminizm, orgazm, ölüm, biseksüellik, çıplaklık, sürrealizm, cinsel kimlik ve cinsel özgürlük, mahalle baskısı, öteki olmak, punk felsefesi, New Wave kültürü, kitle sosyolojisi ve UFO istilası… Hepsini eksiksiz saymanın olanaksız olduğu çok sayıda öğeden oluşan müthiş bir deneysel paket. Normal şartlarda, bu denli alakasız konuları uzun metrajda anlamlı bir şekilde bir araya getirmek mümkün değildir ama Rus yönetmen Slava Tsukerman ve ekip arkadaşlarının ortaya koyduğu çok katmanlı avangart çalışma insana parmak ısırtacak cinsten.

Bu film hakkında en az iki ayrı yazı yazmayı düşündüğüm için, bu incelemede sadece genel hatlarıyla Liquid Sky’ı kült mertebesine yükselten başlıca sebeplere ve çekildiği yıl itibariyle onu sinema tarihinde çekilmiş bütün filmlerden ayıran birkaç özelliğe odaklanacağım, filmi seyreder seyretmez sinema tarihinin en sevdiğim kadın karakterlerden biri olup çıkan Margaret’ı sinemada feminist retoriğin (“You wanted to know where I’m from? I’m from Connecticut, Mayflower stock. I was taught that my prince would come, and he would be a lawyer, and I would have his children. And on the weekends we would barbecue. And all the other princes and their princesses would come, and they would say, ‘Delicious, delicious.’ Oh, how boring.) ve cinsel özgürlükçülüğün (“Whether or not I like someone doesn’t depend on what kind of genitals they have.”) Olimpos Dağı’na gönderen kısımları ise bir başka yazıya bırakacağım.

Öncelikle Liquid Sky, ilk derli toplu kurmaca “New Wave” (Yeni Akım) filmidir. Amerikalılar, “punk” kavramından ziyade ondan esinlenip ayrı bir kültüre evirilen bu terimi kullanırlar. 1982 öncesi sinemasında bu alanda sadece müzikaller ve belgeseller yer alıyordu. Times Square (1980), Breaking Glass (1980) ve çekimlerine 1980 yılında başlanan Smithereens (1982) gibi filmler, sinemada New Wave’in öncü çalışmalarıdır ama bu filmlerde müzik, hikâyenin önüne geçer ve yaşam tarzı, müziğin içinde âdeta erir. Halbuki Liquid Sky, kısmen Smithereens ile benzerlik taşısa da erken dönem New Wave ve punk yapımlarından ziyade Andy Warhol’un ve/veya Paul Morrisey’in Trash (1970) benzeri öncü eserlerini andırır. Daha açık söylersek, onları alıp popüler köşe taşlarına (UFO, seks, seri cinayet vb.) sahip bütünlüklü bir senaryo içinde her türden tabunun yerle yeksan edildiği bir çeşit özgürleşme eylemine dönüştürür. Ses, görüntü ve müziği ise bambaşka bir amaçla kullanır. Slava Tsukerman’ın röportajlarından öğrendiklerimiz bunu doğruluyor. Tsukerman 1970’lerin ikinci yarısında “Sweet Sixteen” adında çizgi dışı bir projeye başlıyor, eserlerine hayran olduğu Andy Warhol projeyi çok beğeniyor ve Tsukerman’ın filminde oynamayı kabul ediyor. Tsukerman arkadaşlarıyla birlikte filmin hazırlıklarına başlıyor, New York’un New Wave hareketiyle yakınlaşıyor, Anne Carlisle ve arkadaşlarıyla ahbaplık ediyor. Onlar sayesinde, sıra dışı bir müzik ve moda akımı şeklinde vücut bulan New Wave’in yeraltındaki yitik krallığına giriş biletini kapıyor. Gece kulüpleri, batakhaneler, uyuşturucu partileri… Kapalı devre çalışan, normalde asla ayak basamayacağınız tuhaf bir dünya. Bu süreç Tsukerman’ı entelektüel anlamda besliyor lakin “Sweet Sixteen” projesi yatıyor. Tsukerman da hazır bu kadar emek verdik, buradan bir şey çıkartalım diye düşünüyor ve o sıralar New York’ta yaşayan, (bazıları Sovyetler’den eski arkadaşı olan) kendisi gibi Rus asıllı üç göçmen ile güçlerini birleştiriyor ve ortaya eşi benzeri olmayan bir iş çıkıyor: Liquid Sky!

Şimdi kadroyu inceleyelim. Yönetmen Slava Tsukerman, Nina V. Kerova (kendisi Tsukerman ve Anne Carlisle ile birlikte senaryoyu yazmakla kalmıyor, yapımcı olarak da görev alıyor), Yuri Neyman (görüntü yönetmeni ve özel efekt uzmanı) ve Yuri Neyman’ın eşi Marina Levikova (kostüm ve sahne tasarımcısı). Bu “isimsiz” isimlerin başka bir filmini sayabilecek olan var mı? Yok. Devam edelim. Film, bir anda herkesin yüreğini ortaya koyduğu, müthiş bir kolektif çalışmaya dönüşüyor. Başrolü, gerçek hayatta New Wave’in ete kemiğe bürünmüş hâli olan fotomodel Anne Carlisle üstleniyor. Üstelik kendisi senaristlerden biri. İkonik fotomodel, özyaşam hikâyesini ve kendi çevresini (arkadaşlarını, dostlarını, tanıdıklarını) filme dahil ediyor. Kült filmlerin çoğu, bazen bazı koşulların yapım sürecini olumsuz etkilemesi sonucu ortaya çıkar. Maddi imkânsızlıklar ve mecburiyetler yönetmeni bazı sıra dışı tercihlere iter. Liquid Sky’ın üretim sürecinde bu gibi sayısız detayla karşılaştım. Mesela, aslında film proje aşamasındayken “Jimmy” rolünü başka biri üstlenecekmiş, düşündükleri kişiye senaryoyu vermişler, Tsukerman’ın aktardığına göre, arkadaş senaryoyu okur okumaz dehşete düşüp anında reddetmiş. O zaman yönetmenin aklına Carlisle’nin her iki rolü de oynaması fikri gelmiş ama gelmesinin asıl nedeni şu: Carlisle’nin senaryoya asıl katkısı, moda dünyasındaki tecrübesi değil, küçükken yaşadığı bir olaymış. Anne Carlisle, üç çocuklu bir ailenin son çocuğuymuş. İki ablası varmış. Eskiden beri bir erkek çocuk isteyen annesi, üçüncü çocuk da kız olunca, Anne’e oğlan çocuğuymuş gibi davranmaya başlamış. Ona erkek çocuk elbiseleri giydirip, dikkat buyurun, burası önemli, “Jimmy” diye seslenmeye başlamış. Bu travmatik anekdottan Anne’nin sonraki yıllardaki dönüşümünün köklerini öğrenebiliyoruz ama o diğer yazımızın konusu. Müziklere geçelim…

blank

Müzikleri yapan Brenda I. Hutchinson ve Clive Smith’e Slava Tsukerman da dahil oluyor. O güne kadar denenmemiş, çılgınca müzikal denemelere girişiyorlar. Yeni yeni kullanılan birleştirici/sentezleyici (synthesizer) modelleriyle dönemin/akımın ruhuna uygun, synth-pop’vari özgün elektronik müzikler üretiyorlar. Bu arada şunu belirtelim, punk kültüründen türeyen New Wave müziğinin blues ve rock and roll kökenli punk müzikten en önemli farkı, disko müziğine, elektronik müziğe sıcak bakıyor oluşudur. New Wave; disko, reggae ve funk’tan da beslenir ve onu farklı füzyonlarla yeniden üretir. Tıpkı Forbidden Planet (Meçhul Dünya, 1956) gibi, Liquid Sky’ın da dijital seslerin âdeta dans ettiği olağanüstü bir soundtrack’i var. Benim favorim, açık ara “Me and My Rhythm Box”. Çarpıcı sözlerini Tsukerman’ın yazdığı bu eseri besteleyenler, Anatoli Gerasimov ve Helene Zvereva ikilisi. Liquid Sky’da müzik, melodi ve ritim niye bu denli önemli, birazdan açıklayacağım.

Marina Levikova, filmin hem kostümlerini hem de sanat yönetimini icra ediyor. Aslında bunun sebebi basit, film ekibinin bütçesi çok kısıtlı. Disko ve Anne’in çatı katı başta olmak üzere bütün mekân tasarımları (setler), bütün aksesuarlar ve aşağı yukarı bütün kostüm seçimleri Marina’nın kontrolünde, Anne Carlisle’nin küçük ve etkili dokunuşlarını da unutmayalım. Bütçe kısıtlı olunca mekân sayısını azaltıp kompakt hâle getiriyorlar, bazen aynı daire iki farklı yermiş gibi tasarlanıyor. Hâl böyle olunca, Levikova’nın filmin görsel dokusu üzerinde tutarlılığı had safhaya çıkıyor. O da detaylarını sona sakladığım muhteşem bir işe imza atıyor.

Oleg Chichilnitsky, Yuri Neyman ve Slava Tsukerman, özel efektlerden sorumlu. Bu filmde, o tarihe kadar denenmemiş film trükleri buluyorlar, tabii bunun asıl sebebi –tahmin edebileceğiniz üzere- bütçelerinin çok düşük oluşu. Bu trükler/hileler, filmin amacına uygun, görsel dokusuyla uyumlu özel bir renk çalışması içeriyor. Tsukerman ve arkadaşları, New York’ta geçen, özel efektli bir bilimkurgu filmine göre o dönem için bir hayli mütevazi bir meblağa işi kotarmak durumunda kalmışlar. Filmleri kıyasladığım ve aynı kefeye koyduğum için değil, kesinlikle öyle bir amacım yok, sadece basit bir maddi karşılaştırma imkânı vermesi açısından şu bilgileri paylaşalım: Mesela aynı dönemde Steven Spielberg’ün (1982) E.T.’si 10,5 milyon dolara, John Carpenter’ın The Thing’i (1982) 15 milyon dolara, Steven Lisberger’in Tron’u (1982) 17 milyon dolara, Ridley Scott’ın Blade Runner’ı (1982) 28 milyon dolara mal olmuş. Liquid Sky’ın bütçesi ise sadece 500.000 dolar! Filmin yönetmeni Tsukerman’a soruyorlar, “Neden filminizdeki uzaylılar ve UFO’lar çok küçük?” diye, adam kibarca “Bütçemiz yoktu, ondan.” diyor. “Uzaylı büyük olsa, uzay gemisini büyütmemiz gerekecekti, UFO büyüse bu sefer de çatı katı dairesinin ve balkonunun büyümesi lazımdı. Bütçemiz yoktu, biz de uzaylıları küçülttük.”, diyor. Gülmeyin, kült film böyle olunur yani karmaşık sorunlara getirilen basit çözümlerle.

Filmin yüzeydeki iki konusuna gelince… Tsukerman burada punk ruhunu özümseyen iç içe geçmiş iki yapı kurmayı tercih ediyor. En üst katmanda punk felsefesi anlamında “ters yüz edilmiş” popüler öğeler var. “O dönem havada ne varsa onu topladım.” şeklinde samimi bir itirafta bulunuyor yönetmen verdiği röportajlarda. 1970’lerin sonundan itibaren, Close Encounters of the Third Kind (Üçüncü Türden Yakınlaşmalar, 1977) ve Star Wars (Yıldız Savaşları, 1977) popüler kültürü etkisi altına almaya başlamış, ardından Star Wars: Episode V – The Empire Strikes Back (Yıldız Savaşları: İmparator, 1980) ve E.T. the Extra-Terrestrial (E.T., 1982) çıkmış, neredeyse her ülke (biz dahil) kendi uzay ve uzaylı filmlerini çekmeye başlamış, Tsukerman “Biz de senaryomuza uzaylı koyduk.” diyor. 1970’lerden itibaren seri katil ve cinayet filmleri tırmanışa geçiyor, onu da senaryoya ilave ediyorlar. Filmin en dış katmanında, saçma sapan bir uzaylı istilası mevzusu var. Üstelik bu uzaylılar seri katil! Ama dert o değil.

blank

Şimdi bu konuya anlam veremeyenler için kısaca bir durumu özetleyeyim çünkü geçenlerde Mu Tunç’un Arada (2018) adlı ilk Türk punk filmi gösterime girdi, insanlar gitti ana karakterin “Ya Sev, Ya Terket!” vurgusuna takıldı, “Yakışmamış böylesi bir filme” diye. Tam tersi! Bundan daha iyi bir ifade bulunamazdı. Senaryonun belki de kusursuz olan yegâne buluşu odur. Burada punk ruhunu iyi anlamak lazım. Punk; popüler olanı, önem addedileni alır, onu piçleştirir (sosyolojik anlamda, “bastardise”) yani bağlamından koparıp değerini düşürür, yozlaştırır. İngiliz punk gruplarının çoğunda İngiltere Kraliçesi, Kraliyet Arması bir dövme, bir sticker olarak kullanılır, bunun amacı ona sahip çıkmak, ona değer vermek değildir, bilakis onu yermek ve/veya onu kullanarak mesaj vermektir. Punk gruplarında Nazi dövmeleri ve Nazi selamları görürsünüz, benzer bir mantık işler. Amaç asla o zihniyete tapmak değildir. Mesela Lars von Trier’in hem ilk filmlerinin birinde kendi oynadığı rolün kıyafetinde hem de şahsi fotoğraflarında Nazi arması görülmüştü, adamı linç etmişlerdi. Halbuki Trier gençken punk’tı. Neyse, sonuçta Liquid Sky belirli bir yaşam felsefesini aktarmak için popüler öğeleri kullanan bir filmdir. O felsefe de Anne Carlisle’nin canlandırdığı Margaret karakterinde cisimleşen New Wave’dir.

Liquid Sky’ın anlattığı öykünün bir alt katmanında New Wave ve punk felsefesi yatar. Ana karakter -tıpkı Smithereens’de olduğu gibi- özgürleşen, büyük şehirde bağımsız bir birey olarak ayakta kalmaya çalışan, geleneklerle ve yaygın değer yargılarıyla kuşatılmayı içine sindiremediği için başkaldıran bir kadındır. Margaret ne istediğini iyi bilen biridir. Bu bağlamda, filmin feminist öğeler taşıyan, devrimci bir ruha sahip olduğunu söyleyebiliriz. Burada duralım ve Lars von Trier’in Nymphomaniac’ına (İtiraf, 2013) gidelim. Joe’nun gençliğini oynayan Stacy Martin, filmin tanıtım sürecinde verdiği bir röportajda, boşboğazlık edip “Lars von Trier’in otobiyografik filminde oynamak harika bir deneyimdi.” gibisinden bir lafı ağzından yanlışlıkla kaçırınca Nymphomaniac’taki her bir cinsel deneyimin Lars von Trier’in çektiği (ama kısa ama uzun metraj) filmleri eğretilediği, Joe’nun da bizzat von Trier olduğu anlaşılmış ve maalesef, birdenbire filmin başka türlü okunması gayrimümkün hâle gelivermişti. Neyse, o konuya daha sonra derinlemesine dalacağız. Şimdilik, Nymphomaniac’ı bir kadının cinsel açıdan özgürleşme sürecini ele alan ya da cinsellik denince akla gelen ne varsa onu anlatan bir tür kolaj olarak değerlendiren daha üst ve daha yüzeysel okumaya odaklanalım. Gözden kaçırıldığını düşündüğüm bir ayrıntı var. Nymphomaniac’ın başkahramanı (protagonist) Joe, binbir çeşit badire atlatmış olmasına rağmen, yaşadığı olaylar nedeniyle hiç kimseyi cezalandırmaz. Finale kadar. Filmin sonunda ise beklenmedik bir şiddet patlaması yaşanır ve Joe, ilk etapta kendisine yardım elini uzatan ve sonra tecavüze yeltenen ev sahibini öldürür. Filmi analiz edenlerin bu cinayete bir türlü anlam veremediğini okuyorum, halbuki bundan daha basit bir şey olamaz. Joe, o ana kadarki bütün ilişkilerini yaşamaya kendi özgür iradesiyle karar vermiştir. Genç kızlıktan o yaşa kadarki ilişkilerinde bireysel tercihi başrol oynamıştır. Cinayet, o irade yok sayıldığı için işlenir. Lafı niye bu kadar uzattım çünkü Liquid Sky’da da benzer bir durum var. Johann içinde bulunduğu tehlikeyi kendisine izah etmeye çalıştığında, Margaret uzaylı yaşam formunun niye kendisini öldürmediğini kavrayamaz, halbuki o da uyuşturucu kullanmış, o da seks yapmıştır, niye sadece “partnerleri” ölmüştür? Bunun sebebi basittir. Margaret, özgür iradesi dışında gelişen bu cinsel birleşmelerde orgazm olmamıştır. Arzusu hilafına (gönülsüz/rızasız) yaşadığı ilişkilerde, onu buna zorlayan kişiler ölmüş hatta tümden ortadan kalkmıştır (I kill with my cunt!). Peki ama finalde eroin kullanan Margaret cinsel birleşme yaşamamış olmasına rağmen niçin uzaylı tarafından emilmiştir/tüketilmiştir/götürülmüştür? Cevabı çok açık. Aslında yönetmen Tsukerman film boyunca bunu bize defalarca gösterdi. Margaret sadece o çılgınca dansını yaparken orgazm olmaktadır!

Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddelerine takılmadan kendimi nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum ama şimdi sadede gelelim yani bana bu yazıyı yazdıran asıl şeye. Arkadaşlar Liquid Sky, salt bir film değil, aynı zamanda bir refakatçi/rehber/yer gösterici. Refakatçi (companion), rehber (guide), usher (yer gösterici) tanımları; argoda bir uyuşturucu kullanımı esnasında onu kullanan kişinin modunu düzenleyen çeşitli regülatörler (insan, ses, müzik, görseller vb.) için kullanılır. Sanırım bu hususu müzik üzerinden daha rahat anlatabilirim.

Müzikte uyuşturucu parçası (drug song) adı verilen bazı örnekler vardır. Burada uyuşturucu müziği ile kastedilen şey, söz konusu parçanın ille de bir uyuşturucu deneyimi ya da onunla ilişkili bir şeyi anlatıyor olması değildir, bir uyuşturucu deneyimini amacına ulaştırmaya yönelik duyusal yardımda bulunuyor olmasıdır. Bu tip parçalar, kişinin zihnini ve/veya bedenini (kalp/nabız üzerinden) uyuşturucunun muhtemel etkisine (trip) hazırlama işlevi taşır ve uyuşturucunun çeşidine (LSD, amfetamin, eroin, kokain vb.) ve mahiyetine göre tarz değişikliği gösterir. Jefferson Airplane’in “White Rabbit”i, The Doors’un “The Crystal Ship”i, The Creation’ın “How Does It Feel to Feel”ı, Pink Floyd “Astronomy Domine”si ve Syd Barrett’a ithaf ettikleri “Shine on You Crazy Diamond”ı, Syd Barrett’ın “If It’s in You”su, The Fall’un “Totally Wired”ı, Plastic Ono Band’in “Cold Turkey”i, The Beatles’ın “Tomorrow Never Knows”u buna örnek verilebilir. Bunlar sıradan parçalar değildir. Liquid Sky’ın da bir “uyuşturucu parçası”nın (drug song) yarattığı etkiyi düşünerek bir tür “uyuşturucu filmi” (drug movie) olduğu öne sürülebilir.

blank

Belirli bir döneme kadar tedavi amacıyla kullanılan birçok uyuşturucu günümüzde suç statüsünde. Bazı uyuşturucuların birbirinden farklı etkileri var, hâliyle deneyimleri de farklı. Duyular üzerinde etkisi kanıtlanmış bazı uyuşturucular tat ve koku reseptörlerini etkinleştirirken, bazıları ses bazıları da görüntü hassasiyetini arttırır. Liquid Sky, iki ayrı uyuşturucu ekolüne (ses hassasiyeti – görüntü hassasiyeti) “refakat/rehberlik etmeyi” başaran bir yapım. Soundtrack listesini kullanarak ses ve müzikten başlayalım. Liquid Sky, hem orijinal synthesizer sesleri ve müzikleri sayesinde hem de o ünlü “Me and My Rhythm Box” parçası vasıtasıyla daha ilk dakikalarından başlayarak nabız regülasyonu yapıyor. Uzaylının faaliyete geçtiği sahnelerde (“Noon” ve “Alien’s Theme”) keskin ses iniş ve çıkışlarına yüklenirken, film boyunca hemen her daim bir çemberi tamamlarcasına artan tempoyu (“Margaret’s Apartment”) azalan tempoyla (“The Way the Alien Kills”, “Night Club II” vb.) bitirip bir tür rahatlama/dinginlik sağlıyor. Filmin başladığı sahne ve seslerle bitmesi kesinlikle tesadüf değil. “Me and My Rhythm Box”ı ise konuşmaya bile gerek yok. Sözleri ve müziğiyle en az demin yukarıda saydığım uyuşturucu parçaları kalitesinde bir eserden söz ediyoruz.

Liquid Sky’ın son derece hesaplı, ölçülü ve bilinçli bir görüntü ve renk çalışması ile görsel hassasiyeti derinden etkilemesiyle bilinen, renklerle haşır neşir bir uyuşturucu türünün deneyimine de refakat/rehberlik ettiğini ileri sürmek mümkün. Liquid Sky’da özellikle “uyuşturucu ve endorfin bağımlısı uzaylı”nın gözünden izlediğimiz cinayet sahnelerindeki renk çalışmasıyla sahne ve set tasarımlarının müthiş bir uyumu var. Uzaylının cinayet sahneleri (tıpkı “kurutma kartları”nda olduğu gibi) üç ana ve üç ara rengin hakimiyetinde. Bu sahneler –içerik açısından değil, renk kullanımı anlamında- bana sıklıkla, aynı amaçla kullanılan Fehérlófia (Son of the White Mare, 1981) ve benzeri çalışmaların stilini hatırlattı. Tekno DJ’leri dinlemeye gidenler, arkada büyük bir ekranda yayınlanan bu tip filmleri iyi bilirler. Genelde kontrasta dayalı renkli ve geometrik (kare, çember vb.) imajlar çok da hızlı olmayan bir tempoda büyür, küçülür, renk değiştirir, uzaklaşır, yakınlaşır, ikiye bölünür ve simetrik görüntüler yaratır. Belirli bir hızda ekranın farklı taraflarına hareket eden ve herkese farklı şeyleri çağrıştıran bu simetrik görüntülerin halüsinatif bir etkisi vardır. Tsukerman ve ekibi bununla da yetinmez. Filmi izlerken fark ettiğim bir detayı, “Acaba yanılıyor muyum?” diye düşünüp filmden çıktıktan sonra araştırdım ve birinci ağızdan teyidine ulaştım. Filmin hem kostümcüsü hem de sahne ve set tasarımcısı (yapım tasarımı) olan Marina Levikova bir röportajında verdiği beyanatla kuşkularımı doğruladı. Sette üç ana renk kullanılmış. Sarı, mor ve turkuaz. Sarı; gündüz, mor; gece ve turkuaz ise gün doğumu ve gün batımı sahneleri için. Üstelik bütün kostümler de bu ana setlerdeki ilkelere uygun ve uyumlu tasarlanmış. Slava Tsukerman, Sharyn L. Ross ile birlikte görsel simetriye dayalı halüsinasyona zemin hazırlamak için çoğu sahneyi paralel kurgulamışlar. Birbirlerine “kardeş gibi” benzeyen Margaret ve Jimmy’nin ortak sahneleri de benzer bir etki uyandırıyor ve ilk başta bahsettiğim görsel stili güçlendiriyor. Chris Evans, Marcel Fiéve ve Lenna Rashkovsky-Kaleva üçlüsünün filmin ruhuna işleyen o benzersiz makyaj çalışması da işin tuzu biberi oluyor. Bu görüntülerin müziklerle uyumu olağanüstü.

Liquid Sky, gösterime girdiği zaman gişede beklenmedik bir başarı sağlayan bağımsız yapımlardan olur. Ayrıca Brüksel, Cartegana, Montreal ve Sydney gibi birkaç festivalden ödülle döner. Eleştirmenler de filme olumlu bakar. Film, New York ve Tokyo gibi bazı metropollerde kısa sürede şöhret olur ve bazı sinemalarda aylarca oynar. Özel gösterimler yapılır ve ülke içinde ve dışında kült statüsüne erişir. Filmin moda kültürü üstündeki etkisi o denli büyük olur ki, birkaç sezon sonra dünyaca ünlü markaların vitrinleri bu film için yokluktan/imkânsızlıktan/sıfırdan yaratılan kıyafetlerin benzerleriyle dolup taşar. Filmin yönetmeni Slava Tsukerman bir röportajında filmin Japonya’da yarattığı etkiyle ilgili ilginç bir anekdot paylaşır. Japon bir dağıtımcı kendisine Liquid Sky Japonya’da gösterime girdikten sonra insanların başkalarıyla aynı daireyi paylaşmaya başladıklarını söylemiştir. Japonya’da daha önce böyle bir gelenek (share house) yokmuş. Film, giyim-kuşam ve makyajlarıyla bir yeraltı kültürü olarak gençleri derinden etkiler. İşte böyle. Şimdilik burada bırakalım, siz de bu arada bu muhteşem filmi izleyin ve sinema tarihinin en nevi şahsına münhasır karakterlerinden biri olan Margaret ile tanışın. Ama dikkatli olun, because she kills with her cunt! İyi seyirler/tripler…

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

KAYNAKLAR

[/box]

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

The Baron Against the Demons (2006)

İspanya yapımı The Baron Against the Demons keşfedilmesi gereken bir
blank

Chernobyl Diaries / Çernobil’in Sırları (2012)

Chernobyl Diaries buluntu film kurallarını da işine geldiği gibi kullanıyor.