Everyone just pretend to be normal

Little Miss Sunshine, Jonathan Dayton ve Valerie Faris çiftinin ilk uzun metrajlı filmi. 2006 yılında ilk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapan film, aynı yıl San Sebastian Film Festivali’nde de izleyici ödülü almış. Daha önceleri Red Hot Chili Peppers, R.E.M, Oasis gibi ünlü grupların müzik videolarını yönetmiş olan Jonathan Dayton ve Valerie Faris, bu gruplara MTV Video Müzik Ödülleri de kazandırmış. Farklı tarzlarını Micheal Arndt’in yazdığı senaryo ile buluşturduklarında ise karşımıza oldukça eğlenceli, birbirinden enteresan karakterlerin yer aldığı, keyifle izlenen bir yol hikayesi çıkarmışlar. Film boyunca hayatın acımasızlığını, kazanmanın ve kaybetmenin ne demek olduğunu sorgulamakla kalmıyor, aynı zamanda bunu seyirciye de çok başarılı bir şekilde yansıtıyorlar.

blank

Öyle bir aile düşünün ki, içinde başarısız bir intihar girişiminde bulunmuş eşcinsel, Proust uzmanı, yazar bir dayı (Steve Carell), kendisini iflah olmaz bir iyimserlikle başarıya endekslemiş bir baba (Greg Kinnear), savaş pilotu olmaya and içmiş ve bunu başarana kadar tek kelime etmemeyi kafasına koymuş bir oğul (Paul Dano), uyuşturucu bağımlısı bir büyükbaba (Alan Arkin), tüm bu aileyi kendi çapında çekip çevirmeye çalışan bir anne (Toni Collette) ve bir çocuk güzellik yarışmasında birinci olma hevesiyle yanıp tutuşan, başka hiçbir şey umurunda olmayan sevimli, tombul, küçük bir kız (Abigail Breslin) olsun. Şimdi de tüm bu renkli kişiliklerin eski sarı bir Volkswagen minibüse bindiğini ve küçük kızı güzellik yarışmasına götürmek için California’ya doğru yola çıktığını düşünün… Başlarına neler geleceğini ve nasıl bir sonla karşılaşacaklarını tahmin bile edemezsiniz…

blank

Hoover ailesi işte böyle her biri birbirinden farklı, takıntılı sıradan insanlardan oluşan bir Amerikan ailesi.. Her birinin kendi içinde sayısız sorunu var belkide ama hepsi bir amaç uğruna tüm kişisel sorunlarını bir kenara bırakıyor ve sarı minibüse atlayıp sevimli afacanımız Olive’in hayallerini gerçekleştirmek için yola çıkıyor.

Yol boyunca aile bireylerini daha yakından tanıyor ve her birinin içsel dünyalarını biraz da olsa keşfediyoruz. İnsanları “kaybedenler ve kazananlar” olarak ikiye ayıran baba Richard tamamen bir iyimserlik abidesi olarak ayakta duruyor. Onun için ya siyah var ya beyaz. Ya başarılı olursun ya da kaybeden. İkisinin ortasında bir yerde olamazsın. Halbuki bu düşüncesini bir kenara koyup Richard’a yoğunlaştığımızda kendisinin tamamen bu iki uç noktanın arasında durduğunu fark ediyoruz. Tabii filmin sonuna doğru karakter “kaybeden”e doğru emin adımlarla yaklaşıyor. Ama gerçek yüzüne tokat gibi çarpana kadar asla ama asla düşüncelerinden, misyonundan ödün vermiyor. Eroinman ve kadın düşkünü büyükbaba, hiçbir şeyi umursamaz tavrıyla oğluyla tamamen bir tezatlık sergiliyor. Seyircinin izlerken ti’ye aldığı Richard’ı kendi çapında filmin içerisinde kendisi ti’ye alıyor aslında. Her ne kadar “kötü” diye tabir edeceğimiz huylara sahip olsa da Olive için büyükbabası onun bir nevi yol göstereni, ailenin en renkli kişiliği… Tek hayali savaş pilotu olmak olan ve bunu gerçekleştirene kadar tek kelime konuşmamaya kendince söz veren, bu nedenle de etrafındaki kişilerle bir deftere yazdığı ve genellikle kısa ve olumsuz yanıtlarla iletişim kuran Dwayne, bir diğer garip gibi görünen ama klasik ergenlik sorunlarıyla boğuşan, daha doğrusu anne ve babasına karşı başkaldırıda bulunan karakterimiz… Dwayne’nin konuşmamayı seçerek birşeyleri başarabileceğini ispatlamaya çalışıyor aslında, tabii anlayana… Karşılıksız aşkı nedeniyle intihara teşebbüs eden fakat başarısız olan Frank yine “kaybedenler” arasında yer alan karakterlerden birisi. Ama o bazı şeyleri kaybettiği için pes ediyor gibi görünse de hayata daha mizahi yönden bakabilme gücüne de sahip bir kişi olarak göze çarpıyor. Tüm bu garip kişilerin arasında sevimli bir kız çocuğu yer alıyor. Tek hayali çocuk güzellik yarışmasında birinci olabilmek ve kazandığı bu başarı sayesinde başarıya tapan babasının kendisini daha çok sevmesini sağlamak. Tüm bu aileyi toparlamak kime düşer peki? Tabii ki anneye… Anne her zaman düzeni saplamak, toparlamak, bir nevi tutkal vazifesi görmek zorundadır. İşte filmimizde de anne Sheryl o görevi başarıyla yerine getirmeye çalışıyor.

blank

Aile California’ya doğru yol aldıkça birbirleriyle diyalog içerisine girmeye başlıyor ve belki de birbirlerine hiç olmadıkları kadar yakınlaşıyorlar. Varacakları yere gidene kadar türlü zorluklarla ve üzüntülü olaylarla karşılaşsalar da Olive için, her türlü zorluğu aşıyorlar ve amaçlarına ulaşıyorlar. Ama ulaştıkları şey bekledikleri şey mi diye düşünürsek pek de evet diyemeyiz. Çünkü hayat Olive’in düşüncelerindeki gibi saf, eğlenceli ve basit değil ne yazık ki…

Film klasik bir yol hikayesi gibi görünüp az şeyler vaat ediyormuş gibi görünse de, izleyene verdiği şeyler hiç de az denecek türde değil. Hele ki, filmde Olive’in tek amacı gibi görünen yarışmayı başlı başına ele alırsak, hayatı sadece kazanmak veya kaybetmek üzerine kuran acımasız tüketici dünyasından sıyrılıp, içimizden geldiği gibi davranarak denemeyi ve bu yolda kaybederken aslında çok daha fazla şey kazanabileceğimizi görmek, filmin sonunda, içimiz burularak da olsa gülümsememizi sağlıyor. Bunun yanında dağılmak üzere olan bir ailenin bir yolculuk sayesinde nasıl da birbirleriyle iletişime geçip aralarındaki bağları yavaş yavaş kuvvetlendirdiğine tanık oluyoruz. Yeri geldiğinde bozulan, ama ite kaka da olsa bir şekilde çalıştırmayı başardıkları sarı minibüs sanki onlara ümitlerini kaybetmemeleri gerektiğini hatırlatıyor ve yolculuğun sonunda her bir karakter eski hayatlarını geride bırakıp yepyeni bir hayata adım atıyor. Yönetmenlerinin ilk uzun metrajlı filmi olmasına karşın başarılı kurgusuyla Little Miss Sunshine bir gün ışığı gibi parıldıyor ve “tipik” diye adlandırılan Amerikan filmlerinden ustaca sıyrılıp seyircinin gözünde apayrı bir yere yerleşen nadir filmlerden biri olmayı sonuna kadar hak ediyor.

blank

Begüm Özdemir

1982 doğumlu yazar ilk sinema deneyimini L’ours (The Bear) filmiyle yaşamış olup Öteki Sinema'da yazmaya 2011 yılında başlamıştır. Sinema yazıları yazmasının yanı sıra dizi ve film çevirileri de yapmaktadır. Ayrıca büyük bir Stephen King ve Queen hayranıdır.

2 Comments Leave a Reply

  1. İzlediğim en sevimli filmlerden. Kritik için teşekkürler.

  2. Abartıdan uzak, farklı ve insanı başladı mı izlettiren bir filmdi. Karakterler klasik kullanılan karakterlerden farklı. Hepsinin kendine özgü içsel dünyası, amaçları ve arka hikayeleri var.Bu da onları güçlü kılıyor haliyle

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Alone in the Dark (1982)

Jack Sholder’ın ilk uzun metrajlı filmi Alone in the Dark,
blank

Bir Ronin Hikâyesi: Panzehir

Türk Sineması’nın geçmişini bilen, bugününü takip eden hemen herkes bir