Summerset, İngiltere. 1894 yazı. Sanayi devriminin henüz ulaşmadığı İngiltere kırsalında kas gücüne dayalı bir tarım kasabası. Sapsarı buğday başaklarıyla kaplı uçsuz bucaksız tarlalar, yaz sarısı çayırlar ve mutlu görünen bir tarım toplumu… Tüm bu toprak, tüm kulübeler ve tüm tarlalar; hatta üzerindeki köylüler bile – bir anlamda – Appleby ailesine ait. Ve evin hanımefendisi Bayan Appleby çok hasta. Yine de telaşa mahal yok, çünkü evin genç beyi, yaz gün dönümünde eve dönüyor. Ancak genç beyin dönüşü, bir dizi tuhaf ve tekinsiz hadisenin yaşanacağı bu köy için, göründüğü kadar hayırlı bir olay mı? Cevap evet olsaydı, The Living And The Dead’i izlemenin de bir anlamı kalmazdı öyle değil mi…

Nathan Appleby (Colin Morgan) ve karısı Charlotte Appleby (Charlotte Spencer), Nathan’ın hasta olan annesini ziyaret için Summerset’e gelirler. Ancak Nathan ve eşi, köylülerle birlikte yaz gündönümü ateşini yakmaktayken annesi vefat edince, bu koca arazi de Nathan ve eşine kalır. Genç çift, Londra’da tanışıp evlenmişlerdir. Tam bir beyefendi olan psikiyatrist Nathan ve dönemine göre dikkat çekici derecede güçlü bir kadın olan fotoğrafa meraklı Charlotte, kırsalda kalmaya ve aileden kalan tarım arazisini yönetmeye karar verirler. Fakat, bu toprak ve bu evle ilgili kederli bir gerçek vardır.

Nathan’ın kimliğinden hiç söz edilmeyen eski eşinden olan oğlu, evin hemen yakınındaki gölette boğulmuş, Nathan onu kurtaramamıştır. Zaten Nathan’ı Summerset’ten koparan ve Londra’ya gitmesine sebep olan da bu elim hadisedir. Oğlunun ölümünün yarattığı onulmaz acıyla kaçtığı topraklara geri dönen ve bu sefer evin beyi olan Nathan’ın içine hapsedemediği kederi açığa çıkar ve bir dizi olayın, zaten kendinden lanetli olan bu topraklarda peşi sıra yaşanmasında tetikleyici olur.

The Living And The Dead 02

Olaylar, papazın kızı Harriet’in kötü bir ruh tarafından ele geçirilmiş olduğunu iddia etmesiyle başlar. Ancak idealist bir psikiyatrist olan Nathan, bu hadisenin aslında başka sebeplere dayandığını iddia eder ve Harriet’i bu illetten kurtarmanın yollarını arar. Nathan’ın Harriet’in problemiyle ilgilenmesi, tekinsiz olaylar silsilesinin sadece başlangıcıdır. Çünkü ilerleyen günler, çok daha ürkütücü olaylara gebedir. Appleby arazisinde lanet, ölüm ve hayaletler kol gezmektedir ve üstelik yaklaşmakta olan hadiseler; hem ölülerin, hem de dirilerin tekmilini birden hayrete düşürecek cinstendir.

Yapımcılığını Ashley Pharoah’nın üstlendiği 6 bölümlük mini-dizi The Living and the Dead, hiç kuşkusuz BBC One’ın yaz seyircisine bir armağanı. Her bölümü ayrı ayrı irdelenebilecek, kendi içinde başıyla sonuyla birer film tadında olan mini-dizi, zirveyi 3. bölümde yapıyor. Her bölümde kırsal alan haunting vakalarının temel hikayelerinden biri işleniyor dersek yanlış olmaz. Ama 3. bölüm gerçekten de zirve.

3. bölümde Thomas Hardy romanlarının o pastoral-gerçekçi tadını, hatta Yaşar Kemal’in, Orhan Kemal’in tarım toplumu olmanın ağırlığına dair çizdikleri o kendinden dramalı portreleri aratmayacak dramatizasyonuyla enfes bir bölüm görüyoruz.

The Living And The Dead 05

4. bölümden sonra tempo biraz düşse de, hiçbir şekilde sıkılmadan sonunu getiriyorsunuz. Üstelik BBC oyuncularının ortalama üstü performansları ve enfes pastoral İngiliz ezgileri ile şenleniyor dizi. Son zamanların en parlak genç oyuncularından Colin Morgan faktörünü de unutmamak gerek tabi. Colin Morgan hem gerçekten yetenekli bir oyuncu, hem de olanca İrlandalılığıyla gönlümüzde taht kurmuş hoş bir arkadaş.

The Living And The Dead için bir tür belirtmemiz gerekse, tam anlamıyla klasik bir haunting ve hayalet hikayesi diyebiliriz. Bu bağlamda bize bir yanıyla The Woman in Black (1989), The Woman in White (1997), The Innocents (1961), The Watcher In The Woods (1980), The Haunting (1963) ve House of Usher (1960) gibi tüm o güzel klasik hayalet filmlerini hatırlatıyor. Ancak dizinin bir de modern bir dokunuşu olduğunu söylemek gerek.

Hikayedeki “elinde ışıklı kitap tutan kadın” ayrıntısı, özellikle The Others (2001) ve Blackwood (2014) gibi filmleri izleyenler için çok da kafa karıştırıcı bir ayrıntı değil. Ancak kabul etmeliyim ki son bölümde göletten çıkan şey, biraz fazlaydı. Neyse…

The Living And The Dead 01

Hikayedeki bu modern yan, özellikle son dönem İngiliz sinemasında gördüğümüz “haunting aslında nedir?” sorusuna verilen bir diğer enteresan cevap. Haunting aslında nedir, insan kaderinden kaçabilir mi, insanın kaderi ona musallat olabilir mi gibi sorular soran hikayede; paralel evrenler ve paralel evrenler arasındaki geçişlerden bile bahsedebiliriz. Ve inanın fazla uçmuş sayılmayız. Ancak bu modern dokunuş sizi korkutmasın; çünkü atmosfere son derece güzel yedirilmiş ve o klasik yapıyı hiç de bozmayan bir dokunuş bu.

The Living And The Dead’in yavaş yavaş tırmanan gerilimi, yavaş yavaş yedirilen çıldırma hali ve tüm o inanması güç olayların, son derece inandırıcı bir düzlemde cereyan ediyor oluşu; benim gibi gerçek haunting hikayelerinin aşığı olanları hayli tatmin edecektir. Eğer siz de benim gibi evlerin ve evleri içine alan arazilerin özel ve sabit enerjileri olduğuna, bazı yerlerin varoluş itibarıyla lanetli olduğuna ve orada hiçbir zaman gerçek huzurun elde edilemeyeceğine inanıyorsanız; BBC One’ın yaz draması The Living and the Dead tam sizlik.

The Living And The Dead 06

Son dönemde Amerikan ve İngiliz hayalet dramaları arasında bariz bir fark var. Amerikan sineması haunting olayını hala ısrarla dinsel faktörlerle doğrudan bağlantılandırırken; İngiliz sineması bu fenomene çok daha farklı açıklamalar bulma derdinde. Şimdiye kadar tamamen ve sadece dinsel bir tür olarak kodlanmış hayalet hikayelerini alıp bambaşka düzleme taşımaktalar. Ölüm sonrası yaşam kültü, dinsel zeminden ne kadar arındırılabilirse, o kadar arınmış olarak karşımıza çıkıyor son dönemde İngiltere’den çıkan örneklerde. The Living and the Dead’de de öyle. Bu bağlamda da değerli olan dizi, Amerikan dizilerinin arasında kaynayıp gitmeden izleyin derim.

Ayrıca bu yaz, hayalet ve haunting türü söz konusu olduğunda Conjuring 2‘nin gölgesinde geçecek gibi duruyordu. Ama ilk Conjuring‘in başarısının ardından serinin özgünlükten uzak bir “ürün”e dönüşmesi ve yaratılan atmosferin, hikayenin önüne geçmesi nedeniyle, gözümde özelliğini kaybetmişti. Durum buyken The Living and The Dead, hızır gibi imdadımıza yetişti. Klasik bir hayalet hikayesi ve modern dokunuşlar… Şu cehennem sıcağı günlerde daha ne isteriz ki…

Öteki Sinema için yazan: Ezgi Aksoy

https://www.youtube.com/watch?v=pnmqYl5PbI8

blank

Ezgi Aksoy

Sinema yolculuğu 80’li yıllar korku filmleriyle başladı. Ucuz filmlerle büyüdü. Sinema, yazından sonraki en büyük tutkusudur. Şuan LeMan, yeniHarman ve Bayan Yanı’nda araştırma dosyaları ve populer kült yazıları yazmakta ve medeniyet üzerine kafa yormaktadır.

3 Comments Bir yanıt yazın

  1. harika bir diziyi gerçekten güzel anlatmışsınız. Tadı da damağımızda kalmadı değil hani dizinin…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Kimlik, Yabancılaşma ve Kavanozdaki Adam (1987)

Televizyon tarihimizin en ilginç ve başarılı dizilerinden biri olan Kavanozdaki
blank

Bu Dizi Kaçmaz: Orange Is the New Black (2013)

Orange is The New Black, izleyiciyi çok çabuk içine çeken