Norveç Black Metali Hakkında Bilmenizi İstedikleri Her Şey
Lords of Chaos (2018), Jonas Akerlund’un yönettiği ve senaryosunu Dennis Magnusson ile birlikte yazdığı, 1980’lerin sonunda Norveç’te patlak veren black metal furyasını ve başını Euronymous ve Varg Vikernes’in çektiği black metal çevresinin içinde olduğu bir dizi trajik ve vahşi olayı anlatan bir film. İtiraf edeyim, önce Until The Light Takes Us’ı (2008) yazmayı düşündüm. Sonra Once Upon A Time In Norway’i (2007) işin içine kattım. Sonra da 1993’e kadar süren bu trajik devrenin ete kemiğe bürünmüş hali olan Lords Of Chaos’u -hatasıyla, sevabıyla- yazımın merkezine aldım. Tabi ki Until ve Once Upon belgesellerini de karşılaştırma amacıyla kullanmak şartıyla!
VIKERNES’TEN BREIVIK’E GİDEN YOL
22 Temmuz 2011’de Norveç’in başkenti Oslo’da Başbakanlık ve daha pek çok kamu binasının bulunduğu bölgede bir araç infilak etti. Patlama 7 kişinin ölümüne neden olmuştu. Saldırgan ise o sırada başka bir hedefe doğru çoktan yola koyulmuştu. 32 yaşındaki Anders Behring Breivik iktidardaki İşçi Partisi’nin Ütöya adasındaki gençlik kampını silahlı olarak basarak 100’e yakın öğrenciyi öldürdü. Kamptaki öğrencilerin içinde göçmenler de vardı.(1) İlk sorgusunda Breivik’in aşırı sağcı ve dinci olduğu ve saldırıdan hemen önce kendi internet sitesinden 1.500 sayfalık bir bildiri yayınladığı ortaya çıktı.
Olay yalnızca Norveç’te değil, hayatın gayet sakin ve düzenli aktığı, çoğunlukla İşçi Partisi/ Sosyalist Parti/ Sosyal Demokrat Parti gibi sol iktidarlarla yaşayan ve sosyal vurgusu oldukça yüksek bir kapitalizm anlayışını içselleştirmiş olan tüm İskandinav ülkelerinde şok yaratmıştı.
Saldırgan aşırı milliyetçiydi. Göçmenlerden ve özellikle müslümanlardan nefret ediyordu. Çok kültürlülüğe, marksizme ve tüm sol görüşlere düşmandı. Breivik eylemleri gerçekleştirdiğini kabul etse de bunların meşru müdafaa olduğunu, suç olmadığını iddia ediyordu. Duruşmalarda oldukça soğukkanlı ve sakin olan Breivik, eylemlerde hayatını kaybeden insanların yakınları ile göz göze gelmekten çekinmiyordu. Tek pişmanlığının, eylemlerinde daha ileri gitmemiş olmak olduğunu çekinmeden söylüyordu. Özenli çember sakalı, her duruşmadan verdiği Nazi selamı ile bir tarz yaratma çabası dikkatlerden kaçmayan Breivik black metal dinleyicilerinin aşina olduğu bir başka Norveçli müzisyen ve aşırı sağcı suç ikonunu, Varg Vikernes’i fena halde andırıyordu. Norveç, hatta bütün dünya 1993’te Vikernes’i ve içinde olduğu çevreyi doğru bir biçimde analiz etmeyi becerip eylemlerinin arkasındaki saikleri doğru değerlendirip onu suça iten temel nedeni anlayabilmiş olsa belki de dünya 2011 yılında Breivik gibi bir eylemci ile muhatap olmak zorunda kalmayacaktı.
Varg Vikernes, Burzum adlı tek kişilik black metal grubunun kurucusuydu. Oslo’daki black metal çevresi ile temas içindeydi. Bu çevrenin en meşhur ve meş’um (uğursuz) grubu Mayhem idi. Mayhem’in lideri ve gitaristi Euronymous (Øystein Aarseth) black metal sahnesinin sözü geçen ağır abisi olarak başat bir konuma sahipti. 1991’den itibaren black metal sahnesi bir dizi intihar, kilise kundaklaması ve cinayet ile sarsıldı. Bu devrenin son ve en trajik olayı ise Varg Vikernes’in Euronymous’u öldürmesi idi.
Norveçli black metal gruplarının içinde olduğu ve kuşkusuz 90’lı yıllara damgasını vuran olaylar zinciri, yüzeyselliği ile bizi hiç şaşırtmayan merkez medya tarafından metal/ heavy metal ve satanizm vurgusu öne çıkarılarak, aşırı sağ ve ırkçılık konularında derinlikli tartışmalara pek girmemeye özen gösterilerek kamuoyuna aktarıldı. Çılgın metalci satanist gençler gene bir çılgınlık yapmış ama bu sefer kantarın topuzunu kaçırmışlardı. Eh, adı üstünde çılgındı bunlar! Çılgınlığın kantarı, baskülü mü olurdu?
BLACK METAL
90’lı yıllarda Norveçli grupların müzik dışına taşan aşırılıkları ile gündeme gelen black metal aslında neydi? Black metal 80’li yılların başında ortaya çıkan ekstrem bir müzik türü idi. İlk dalga (veya erken dönem) black metalin kökleri, New Wave Of British Heavy Metal’deydi (NWOBHM) ama çiçekleri thrash metal olarak açacaktı.
Black metalin mucidi, isim babası ve erken dönemin en ünlü grubu hiç kuşkusuz Venom idi. Kiss, Judas Priest, Black Sabbath, Deep Purple, Motörhead ve Sex Pistols’tan aldıkları etkileri daha sert, daha hızlı ve daha itici bir şeye dönüştürme şiarıyla yola çıktılar. İlk albüm olan Welcome To Hell (1981), Motörhead etkileri ve çamur prodüksiyonuyla daha çok NWOBHM havalarındayken 1982 yılında çıkardıkları Black Metal tüm bir black metal, death metal ve thrash metal nesli için bir taslak ve ecnebilerin deyimiyle bir nevi “genesis” olacaktı. Sonraki yıllarda çıkan At War With Satan (1984) ve Possessed (1985) klasik Venom çizgisinin leziz albümleri olarak hatırlansa da grubun şöhreti gittikçe söndü ve grubun vokalisti Cronos ile gitarist Mantas arasındaki bitmez tükenmez anlaşmazlıklar sonucu meydana gelen kadro değişiklikleri grubu zayıflatarak unutulmasına neden oldu. Venom ilk dönem ekstrem metalinin kalıplarını yalnızca müziksel açıdan belirlemekle kalmadı, satanik şarkı sözleri, siyah ağırlıklı giyimi, mermili kemerleri (bullet belt), siyah albüm kapakları ve tabi ki grup elemanlarının gerçek isim yerine mitolojik-satanik veya tarihsel takma adlar kullanması gibi black metal geleneklerini tastamam kendi bünyesinde toplayarak işin kozmetik kısmının da (ceset makyajı/corpse paint hariç) öncüsü oldu.
1983 yılında İsviçreli grup Hellhammer kuruldu. 1984 yılında Celtic Frost adını alana kadar yayınladıkları bir dizi demo ve E.P. çamur prodüksiyonlarıyla ve yontulmamış punk/black metal tarzıyla akıllarda kaldı. Grup Celtic Frost adını aldıktan sonra çıkardığı Morbid Tales (1984) ve efsanevi To Mega Therion (1985) ile death ve black metal gruplarını oldukça etkiledi. Celtic Frost daha sonraki yıllarda daha deneysel işlere yöneldi ve en sonunda glam metal rüzgarına kapılıp çıkardıkları Cold Lake (1988) albümü ile çok fena kayaya tosladı. Daha sonra çıkaracakları sert iki albüm de grubun kaderini değiştiremedi ve Celtic Frost 2006 yılına kadar sürecek bir sessizliğe gömüldü. Grubun vokalisti ve gitaristi olan Tom Warrior sonraki yıllarda Hellhammer’ın black metal üzerindeki büyük etkisini reddedecek ve erken dönem death metali olarak adlandıracaktı. Tabi ki Tom Warrior sık fikir ve tür değiştirmeyi seven renkli bir kişilik ama bu tavırda Norveç black metal çevresinin vukuatları sonucu oluşan infialden kaçınma çabasını yadsımamak lazım.
1983 yılında faaliyete geçen bir başka önemli grup ise İsveçli Bathory idi. Gitarist/vokalist Quorthon (Tomas Forsberg) tarafından kurulan Bathory, 1984 yılında grupla aynı adı taşıyan ilk albümünü çıkardı. Oldukça Slayer, Destruction ve Venom etkili olan ilk albüm, black metali “scream vokal” olayı ile tanıştıran ilk albüm idi. Quorthon, müziğindeki Slayer ve Venom etkisini hep reddetti. 1985 yılında çıkan The Return albümü thrash etkileri içermekle birlikte grind etkileri ve çok telli tremololar içermesi dolayısıyla 90’lı yıllarda başlayacak olan İskandinav black metalini de müjdeliyordu. 1987 yılında gelen Under The Sign Of The Black, artık black metalin thrash metalin kanatları altından çıkıp daha grind ve Celtic Frost/Hellhammer etkili başka bir türe dönüştüğünün en somut göstergesi ve 90’lı yılların black metalinin taslağı olacaktı. Aynı şeyleri 1989 yılında gelen Blood Fire Death için de söylemek mümkün. Bu albümle yaklaşık 10 yıllık stabil bir kadroya kavuşacak olan Bathory’nin müziği Hammerheart albümü ile daha yavaş, temiz vokalli, daha düz, melodik ve güncel akımlardan etkilenen bir doğrultuya kaymaya başladı. Hem şarkı sözleri hem de kullandığı görseller açısından da satanik doğrultudan uzaklaşıp daha Viking/Norse mitolojisine yöneldiği gözden kaçmıyordu. 1999 yılından itibaren Quorthon yoluna tek başına devam ederken 2004 yılında aramızdan ayrıldı.
Doğrudan doğruya black metal içinde sayamasak da hem satanik şarkı sözleriyle hem de solistinin yüz makyajıyla black metal’e oldukça büyük esin kaynağı olan bir başka grup ise 1981 yılında Danimarka’da kurulan Mercyful Fate idi. Melissa (1983) ve Don’t Break The Oath (1984) albümleriyle oldukça büyük etki bırakan Mercyful Fate daha sonraki yıllarda vokalist King Diamond (Kim Benedict Petersen) grup üyeleriyle anlaşmazlığa düşüp kendi yoluna gidecek ve opera tarzı vokallerden brutal vokala kadar değişen vokal yelpazesiyle heavy metalin gördüğü en orijinal ve saygıdeğer müzisyenlerden biri olacaktı. KISS’in Gene Simmons’ı ile King Diamond’ın sahne şovlarında kullandığı yüz boyasının Norveç black metalinin ceset makyajı (corpse paint) geleneğinin esin kaynağı olduğunu da belirtmek lazım.
Death metalin ilk albümlü grubu olan Possessed, Exodus/Slayer/Venom çizgisindeki hızlı müziği, scream vokali, satanik şarkı sözleri ve satanik görsel kullanımı ile black metal üzerinde devasa bir etki yapan gruplardandır.
Black metal çevreleri dışında daha az tanınan ama black metale etki eden diğer gruplar arasında Brezilyalı Sarcofago, İngiliz Bulldozer, Macar Tormentor’ı sayabiliriz. Ayrıca Slayer, Destruction, Sodom ve Kreator’un güçlü etkilerini ve son olarak -her ne kadar Euronymous ve Varg Vikernes gıcık kapsa da- satanik etkili death metal yapan Deicide ve Morbid Angel’ı unutmamak lazım.
İlk dönem black metali hakkında söyleyebileceğimiz en net şey şu; ismi zikredilen tüm grupları bir tür (genre) görüntüsü vermekten uzak olsa da ilk dönem black metali thrash metaldir. Fakat thrash metalden daha ekstrem bir şeye dönüşme potansiyelini içinde taşımaktadır. Bu benim fikrim değil. İnternette okuduğum bir yazıdan aklımda kalan gayet doğru ve mantıklı bir tespit.(2) Hatta daha ileri giderek çoğu thrash grubunun ilk dönemlerinde az veya çok black metal olduğunu söylemek pek yanlış olmayacaktır.
VE KARŞINIZDA NORVEÇ!
Thrash metal ve death metal teknik yönden daha karmaşık ve prodüksiyon açısından daha düzgün bir tür haline gelirken İskandinav ülkelerinde bunun tersine doğru gidiyordu. Teknik değil ham, sert ve atmosferik müzik peşinde koşan, pırıl pırıl kayıtlardan ziyade berbat kayıtlara itibar eden bir avuç İskandinav müzisyenin kafasında başka şeyler vardı. Black metali İskandinav ülkelerine sıçratan hiç kuşkusuz İsveçli Bathory oldu. Bathory’nin Under The Sign Of The Black Mark (1987) ve Blood Fire Death (1989) ikinci dalga black metalin yani Norveç ağırlıklı İskandinav metalinin taslak albümlerindendi.
1984 yılında Oslo’da Euronymous (Øystein Aarseth) tarafından kurulan Mayhem, Venom ve Hellhammer’ın düz ve ham stilinden çok etkilenmişti. Öyle ki grubun ismi Venom’un şarkılarında çok geçen Mayhem (kargaşa, sakatlama işi) kelimesinden alırken Mayhem’de farklı zamanlarda çalışmış 4 müzisyen ise lakabını Hellhammer grubundan ve onun şarkı sözlerinden alıyordu: Hellhammer, Euronymous, Maniac, Messiah.
1987 yılında gitarda Euronymous (yazımızda bundan sonra Aarseth olarak anılacaktır), davulda Manheim, vokalde Maniac ve basta Necrobutcher’dan oluşan kadro 6 parçalık ilk E.P. olan Deathcrush’ı çıkardı. Bu Bathory tarzındaki ham ve brutal albüm Norveç black metalinin doğuşunu müjdeliyordu. 1988 yılında Aarseth ile anlaşmazlığa düşen Maniac ve müzikal açıdan yetersiz bulunan davulcu Manheim gruptan atıldı. Vokalistlik için gruba başvuran İsveçli Dead (Pelle Yngve Ohlin)(3) davulcu Hellhammer (Jan Axel Von Blomberg) gruba dahil oldu.
Mayhem Norveç yeraltı müzik piyasasında gitgide tanınan bir grup olmaya başlarken Aarseth baskın karakteri ile ön plana çıkıyordu. Gruba yeni alınan Dead içine kapanık, depresif, ölümü çağrıştıran şeylerden hoşlanan, odasına hayvan ölüleri asan ilginç ve maalesef intihara eğilimli bir kişilikti. Normal yaşamında çekingen biri olan Dead sahnede devleşiyor ve kendini keserek seyircilerin üstüne kan sıçratmak gibi bir sürü akıl almaz iş yaparak grubun karanlık imajına katkıda bulunuyordu. Pelle’in black metale olan asıl katkısı ise Gene Simmons ve King Diamond’dan aldığı esin ile ceset makyajı (corpse paint) denen yüz boyama şeklini ilk defa Norveç black metali ile tanıştırmış olması idi. Maalesef Dead Mayhem’in ilk stüdyo albümü olan Mysteriis Dom Sathanas’ın yayınlandığını görecek kadar uzun yaşayamadı ve 1991 yılında intihar etti. Zavallı Dead sahneden çekilirken sahneye yeni aktörler giriyordu. Bunlardan en önemlisi Black Metal çevresine yeni giren Kristian Vikernes isimli gençti. Kristian daha sonra ismini Varg olarak değiştirecekti. Varg Vikernes’in grubu Burzum’un ilk albümü Aarseth’in sahibi olduğu Deathlike Silence firmasından yayınlandı. Vikernes aşırı yetenekli bir müzisyen olmasa da bir metal grubunu oluşturan tüm enstrümanları (gitar, davul, bass, klavye) hatasız bir biçimde çalabilen biriydi. Birkaç riff etrafında dönen ve basit olarak nitelendirilebilecek parçalar yazsa da müziğinde yakaladığı atmosfer eşsizdi.
80’li yılların sonunda ve 90’ların başında Norveç’te faaliyet gösteren gruplar Mayhem ve Burzum’dan ibaret değildi. Old Funeral (Vikernes’in eski grubu), Darkthrone, Emperor, Thorns, Satyricon ve Immortal gibi gruplar da kervana katıldı. Özellikle Emperor ve Darkthrone, Aarseth’in black metal çevresine dahil olan, onunla ve Vikernes ile yakın temas içinde bulunan gruplardı. Bu gruplardan bir kısmının müziğe başlangıcı black metal değildi. Örneğin Darkthrone ve Immortal müzik kariyerine death metal grubu olarak başladı. O sırada yeraltı piyasasında yer üstüne çıkan death metalin cazibesini kırıp insanları black metale ayartan şey hiç kuşkusuz Mayhem ve Aarseth’in çabaları oldu.
Dead’in ölümünden sonra Aarseth, gruba Macar erken dönem black metal gruplarından Tormentor’un vokalisti Attila Chisar’ı dahil etti. Aarseth’in Dead’in av tüfeği ile intihar ettikten sonra fotoğrafını çekmesine ve bunu Dawn of The Black Hearts albümünün kapağına koymak istemesine isyan eden basçı Necrobutcher, Aarseth tarafından yakın dostu Dead’in kafatası parçalarından yapılmış bir kolyeyi takmaya zorlanınca Mayhem’den ayrıldı.(4) Aarseth’in bu arada göz ucuyla da yıldızı parlamaya başlayan ve gittikçe daha cüretlenen Vikernes’i izlemekte olduğu kesindi. Bir süre sonra Varg’ı basçı olarak gruba dahil ederek rakip olmaktansa yakınında tutmak istedi. Dead’in ölümü ve Vikernes’in gruba dahil olması ile başlayan süreç hem Aarseth hem de Vikernes için bir Amok koşusuna dönüşmekte gecikmedi. Önce Vikernes’in kışkırtmakla ve içinde olmakla suçlandığı kilise kundaklamaları geldi. 1992 yılının Haziran ayında Fantoft kilisesi kundaklandı ve bunu bir dizi kundaklama daha takip etti. Bu kundaklamaların Euronumous’un bilgisi ve onayı dahilinde olduğu kesindi ama dahası, kundaklamaların birkçanın içinde olduğu da iddia ediliyordu. (Once Upon A Time in Norway belgeselinde eski Mayhem üyesi Kjetil Manheim de bu olasılığı reddetmiyor, onun aktif olmasa bile bir köşede bekleyip kundaklamayı izlemiş olabileceğini iddia ediyor.) Sonra daha kötüsü geldi. Emperor üyesi Faust (Bard Guldvik Eithun) 1992 yılının Ağustos ayında kendisi ile yakınlaşmak isteyen bir eşcinseli 37 yerinden bıçaklayarak öldürdü. İşin en korkunç yanı ise bunun tamamen planlı bir cinayet olması idi. Eithun, maktulü açıkça reddedip bu olaydan kaçınmayı değil, onunla birlikte olacakmış gibi tenha bir köşeye çekip delik deşik etmeyi tercih etmişti. İşlenişi itibarı ile bir nefret cinayeti olduğu su götürmezdi.
Mayhem Chisar’lı ve Vikernes’li kadrosuyla ilk stüdyo albümünün hazırlıklarına devam ederken Vikernes ve Aarseth arasındaki sürtüşmeler kızışmaya başladı. Vikernes bir gazeteci ile kilise kundaklamalarını yapan grup adına yaptığı bir röportaj sonucu göz altına alındı. En sonunda ilk albümün tamamlanmasına az bir süre kala Vikernes Aarseth’e rest çekerek gruptan ayrıldı. Aarseth, Vikernes’in yaptığı aptalca röportaj yüzünden kızgındı. Vikernes’in gıyabında oldukça tehditkar laflar sarf ediyordu. Hatta Vikernes’i ormanda işkence ile öldürüp videoya çekmekten bahsetmeye başlamıştı ve tabi ki bu Vikernes’in kulağına gitmekte gecikmedi. Aarseth’le olan sürtüşmelerinin tortusu ve ona olan nefreti gıyabındaki ölüm tehdidi Vikernes’i harekete geçirdi. 10 Ağustos 1993’te Vikernes’i vahşice öldürdü ve böylece black metalin ikinci dalgası efsaneleri, başyapıtları ve dehşet verici eylemleri ile birlikte tarihe karıştı. Vikernes 21 yıl ceza alıp 16 yıl yatarak 2009 yılında cezaevinden çıktı.
Aarseth ve Vikernes’in black metal sahnesinden zorunlu olarak çekilmesi (yani “black metal polislerinin gitmesi”) ve black metalin malzemesinin tükenmesi gibi sebeplerden dolayı 90’lı yılların ikinci yarısı birtakım değişiklikler, kırılmalar, arayışlar ve hatta yadırgatıcı denemelerle geçerken Dimmu Borgır, Cradle Of Filth gibi grupların başını çektiği bir üçüncü black metal dalgası geldi ama bu yumuşak üçüncü dalgayı ne dinlemek, ne sevmek, ne de anlatmak için fazla hevesimin ve tahammülümün olmadığını belirtmek isterim.
LORDS OF CHAOS
Öncelikle filmin Michael Moynihan ve Didrik SØderlind’in 1998 yılında yayınladığı Lords Of Chaos: A Bloody Rise Of The Satanic Metal Underground kitaptan uyarlandığını söyleyelim. Hem kitap hem de film, anlattığı devrin yaşayan black metal müzisyenleri tarafından alaya alınmaktan başlayan, öfkeli hakaretlere varan bir dizi negatif tepki almış durumda. Bunlara sonra değineceğiz.
Aarseth’in kısa yaşamının Mayhem’in kuruluşu ile başlayıp Kristian Vikernes tarafından öldürülmesine kadar olan daha kısa dönemini Norveç Black Metal hadisesinin diğer aktörleri ile beraber anlatıyor. Filmin bazı sahneleri oldukça sert ve gore. Bu gerçek hayattan alınma bir hikaye ama en az bir slasher filmi kadar şiddet ve gore içerdiğini hatırlatmadan geçmek istemedim.
Öncelikle filmin sanat yönetiminin gayet iyi olduğunu ve o dönemin atmosferinin ve gardrobunun gayet iyi bir biçimde yeniden canlandırıldığını söylemem lazım. Zaten Jonas Akerlund, Bathory’nin ilk yıllarındaki davulcusu olduğu için içeriden bakışının bir avantaj olduğunu ve bu konuda sorun çıkmayacağını tahmin etmek zor değil.
Akerlund’un işe sağlam bir Aarseth karakteri kurarak başladığını düşünmek için yeterli sebebimiz var. Aarseth’in ekstrem fikirleri olan ama eyleme geçmekte gönülsüz olan, yapmaktan çok konuşmayı seven, emek vermekten çok başkalarının emeklerinin üstüne oturmayı ve onları yönetmeye meraklı bir kağıttan kaplan olduğu, onu tanıyan herkesin anlattığı şeyler. Bu detaylar doğru aktarılmış, Rory Culkin tarafından başarıyla oynanmış. Culkin’in performansını muhteşem olmamakla beraber bende sahici bir karakter izlediğim hissini uyandırmaya yetti. Fakat sağlam olan başlangıç, filmin sonlarında dramatik kaygılarla karakteri geliştirmek/değiştirmek için yapılan hamleler yüzünden lekelenmiş. Buradan kastım şu: Bir biyografide elbet karakterin başından geçenler belgeseldeki gibi mot-a-mot aktarılmaz. Aktarılsa zevki kalmaz. Bu bir dramaysa dramatik yapıya uydurmak amacıyla bazı değişiklikler, ayarlamalar ve esnetmeler yapılabilir. Fakat bunun da bir sınırı vardır. Bu sınırı aştığınızda yaptığınız şey tahrifat, çektiğiniz şey ise biyografi değil fantezi olur. Örneğin Hitler’in 2. Dünya Savaşı’nın sonuna doğru, öldürttüğü yahudiler için üzülen birisine dönüştüğünü anlatmaya kalkarsanız -eğer fantastik bir iş çekmiyorsanız- başınız yalnızca yasalarla değil drama tekniğiyle de dertte demektir. İşte filmin sonuna doğru Aarseth’in karakterinde meydana geldiğini gördüğümüz değişim, kendiyle hesaplaşma içine girme hali, Vikernes’le barışma çabası falan dramatik yapıyla açıklanamayacak derecede büyük bir tahrifattır. Bir “Euronymous Romantizmi”dir, dramadan çok Akerlund’un duygusal fantezisidir.
Gelelim Vikernes karakterine. Vikernes önceleri ezik bir genç olarak black metal çevresine dahil oluyor ve rüştünü ispat edene kadar bir süre geçmesi gerekiyor. Rüştünü ispat etmesinden sonra cüreti artıyor, black metal çevresini aşırı eylemlere kışkırtmaya başlıyor. Kaçınılmaz olarak Aarseth ile çatışma başlıyor. Buraya kadar bir sorun yok ama Vikernes’in karakteri diye sunulan tek şey bu. Eksik, baştan savma ve kolaycı. Üstelik Vikernes’in eziklikten “Black Metal Polisliği”ne doğru olan yolculuğu pürüzsüz bir şekilde anlatılabilmiş değil. Üstüne Vikernes’i canlandıran Emory Cohen’in kötü performansını ekleyin. Çizilen karakter tomruk olunca Cohen de giremediği rolüyle sergilediği berbat performansıyla bir tomruğu canlandırmakta zorlanmıyor. Vikernes’in röportaj görüntüleri hala pek çok belgeselde mevcut. O devrin TV görüntüleri falan da halen erişilebilir durumda. Bir onları izliyorum bir de Cohen’in canlandırdığı Vikernes’e bakıyorum. Filmdekinin Vikernes olduğuna inanmak çok zor. Cohen’e “neden Vikernes’in aynı olup onun karikatürüne dönüşmedin?” diye yüklenmiyorum. Belki taklide düşmeden, farklı bir yorumla sahici bir karakter ortaya konulabilirdi ama olmamış. Kötü adamı kötü tasarlanmış ve kötü oynanmış bu çatışma gerçekten aksıyor. Evet, Vikernes ırkçı bir psikopat ama zahmet edip biraz Vikernes’in yazdıklarını okusalar ırkçı bir ailede büyümüş, 1985 yılında babası onları terk ettikten sonra annesiyle yaşamak zorunda kalmış ve hayatı boyunca sığınabileceği bir baba figürü aramış biri olduğunu ve ilk baştaki ezikliğinin bundan kaynaklandığını ve hatta daha da ileri giderek söyleyebiliriz ki ilk başta buyurgan Aarseth’te sığınılacak bir baba otoritesi bulduğunu ama zaman içinde bu “baba”nın hiç de iyi bir baba olmadığını anlayınca onu öldürdüğünü keşfetmek zor olmayacaktı.
Filmde gördüğüm en büyük eksikliklerden biri de maalesef her şeyi toplumsal ve ekonomik bağlamından kopararak tekil bir biçimde anlatması. Bu konudan pek çok belgesel muzdarip. Hatta çağımızın tüm egemen tarih anlayışı bundan muzdarip: Tarihi olaylar büyük milletlerin ve büyük adamların öznel müdahaleleri ile meydana gelir. Başlangıçta doğru gibi gelir. İnsanlığın tarihi ve kültürü insanlığın kendi eylemlerinin sonucundan başka nedir ki? Fakat insanların ilerleme için yaptığı işler, kurduğu her türlü sistem, insanlığın daha da ilerlemesi karşısında bir atalet içindedir. Bugün ilerlemeye neden olan bir şeyin 100 yıl sonra da ileri bir adım olarak kalacağını söyleyebilmek imkansızdır. Çok büyük ihtimalle bugün ilerici bir aşamayı temsil eden şey birkaç yüzyıl sonra insanlığın ayağına bağ olmaya başlayacaktır. Yeniden değiştirilmeleri ve insanlığın önünde engel olmaktan çıkarılması bir zorunluluk haline gelecektir. Marx bunu “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” eserinin girişinde şu şekilde ifade etmişti: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” ve ekler: “Tüm ölmüş kuşakların geleneği, yaşayanların beyinlerine bir kabus gibi çöker.” Bu filmde yapılan ise toplumsal ve ekonomik kaynakları olan trajik bir olaylar dizisini tamamen aşırılıkçı metalci gençlerin sırtına yıkarak sistemi temize çıkarmak. Şayet sorunların temeline inmek gibi bir kaygımız varsa bu tarz idealist anlatılarla, “Aarseth sosyopattı, Vikernes de psikopattı, Ohlin zaten intihara meyilliydi, Eithun da homofobiğin dibiydi, bütün bunlar ondan oldu” tarzı tembel işi kestirimlerle işimiz olmaz.
Yiğidi öldürelim hakkını yemeyelim. Merkez medyanın yaptığı gibi suçu satanizme atıp her şeyi bununla açıklamaya kalkmamaları büyük bir artı. Ama buradan bir adım daha ileri gitmemeleri düşündürücü. Örneğin nasıl oluyor da bu patolojik kişiliklerin tümü aynı anda aynı yerde bir araya gelebiliyor sorusu bile Akerlund’u daha temel bir neden aramaya itmeliydi.
Daha önce bahsettiğimiz gibi Norveç, İsveç ve Finlandiya gibi ülkeler dünya üzerinde sosyal vurgusu en yüksek olan kapitalist sistemler olarak Amerikan ve Uzakdoğu kapitalizmlerinin acımasızlığına karşı bir alternatif oluşturuyordu. Aslında demir perde ülkelerindeki reel sosyalist deneyimlere karşı hakça bir paylaşımın demokratik bir serbest piyasa düzeni içinde de mümkün olabileceği yönündeki tezin en parlak örnekleriydiler. 90’lı yılların başında reel sosyalizmlerin bir bir yıkılması ile sosyal tınılı bir kapitalizmin, daha yaygın deyişle Sosyal Devletin/Refah Devletinin lüzumu kalmadı. Bütün dünyada bu uygulamalar terk edilmeye başlandı. İskandinav ülkeleri diğer ülkelerden daha az da olsa bundan nasibini aldı.
Aslında İskandinavya’da ister sosyal demokrasi, ister sosyal kapitalizm deyin, ne demokrasi ne de adil paylaşım vardı. Demokrasi denen şey belli sınırlar içinde oldukça sıkı kontrol edilen “sözde siyasi alternatifler” içinden seçim yapmaya ve belli sınırlar içinde kaldığın sürece başına iş açılmayacağını garantileyen bir özgürlük illüzyonundan başka bir şey değildi. Ve sıradan bir Norveçli üretim sisteminin nasıl düzenleneceği ve üretimin ürünlerinin nasıl bölüşüleceği konusunda başka devletlerde yaşayan bir vatandaştan daha çok söz sahibi değildi. Bölüşümde söz sahibi olmak yerine “Sosyal Yardımlar” ile pasifleştirildiler. İnsanlar, acımasız özü değişmeyen bir üretim motorunun üzerine oturtulmuş sosyal kaporta ile “refah” içinde yaşadığına inandı. Hem 70’li yılların ortasında dünyayı vuran ekonomik kriz hem de Sovyetler Birliği ve diğer doğu bloku ülkelerindeki sistemlerin birer birer çözülmesi sonucu gereksiz duruma düşen sosyal devlet sistemi kötüye evrilmeye başladı. 90’lı yılların gençleri, ebeveynlerinin yaşadığı koşullardan daha kötü koşulların içine, boşluğa ve işsizliğe doğdular. Ve bu gençlerin çoğu lümpen şiddet eğilimleri içine girdi. Bu şiddet yalnızca apolitik düzlemde kalmayarak antisemitizm, renk ırkçılığı ve göçmen düşmanlığını içeren bir arkaik romantizmle birleşerek bir çeşit İskandinav neo-nazizmine evrildi. Sosyal demokrasinin onlarca yıl iktidarda kalarak doğal ideoloji olduğu ülkelerde aşırı sağ hızla yükselişe geçti. Pek çok black metal grubu henüz milliyet kavramının olmadığı ortaçağ öncesi devrin milliyetçiliğini yapmak gibi tuhaf bir işe girişti. Tabi ki tüm black metal gruplarını bu kefeye sokmak istemem. Irkçı black metal gruplarına karşılık bir Antifa Black Metal (Anti-Faşist Black Metal) hareketinden de bahsetmek mümkün ama sağ kanat karşısında azınlıkta oldukları su götürmez bir gerçek. Ayrıca Aarseth, Mayhem grubu içindeki tek sol görüşlü kişi idi. Ama eski Cadaver üyesi Anders Odden’in söylediğine bakılacak olursa Aarseth, Stalin’in otoriterliğine hayrandı, hatta Stalin’den çok Goebbels hayranıydı ama nazizmi yalnızca çok yaygın olduğundan dolayı benimsemiyordu.
Yazının başındaki tezime geri dönecek olursak eğer Vikernes vakası ve daha geniş ölçekte black metal hareketi hakkıyla analiz edilebilmiş olsaydı İskandinav ülkeleri ve hatta bütün dünya Breivik gibi ruh hastalarıyla uğraşmak zorunda kalmayacaktı. Bu film bu analizi yapamıyor, yapmakta gönülsüz ama gördüğüm kadarıyla başka kimse de yapmak istemiyor. Bu da Vikernes ve Breivik felaketlerinin daha beterinin başımıza gelmesinin kaçınılmaz olduğu anlamına geliyor.
Lords Of Chaos, sözü geçen olayları yaşayan insanlardan genelde negatif eleştiriler aldı. Darkthrone’dan Fenriz (Gylve Nagell) film için “dilimlenmemiş ekmeğin icadından bu yana ortaya atılan en kötü fikir” derken Mayhem’den Necrobutcher filmin bazı kötü anıları çağrıştırdığını ama anıların geldiği gibi gittiğini belirtti. Necro’nun temel şikayeti ise filmin o devrin atmosferini ve kostümlerini yeniden canlandırmaya çok fazla önem verip kitapta anlatılan olayların gerçekliği konusunda fazla endişe duymamasıydı. Vikernes ise dramatik yapıdan pek anlamadığını ele veren dikkate alınmayacak derecede saçma bazı eleştiriler ve hala Aarseth’in mezarının üstünde tepinmek isteğini açığa vuran bazı hakaretler ayıklandıktan sonra özetle filmde anlatılanların gerçek olmadığını söyledi.
Lords Of Chaos, bazı temel noktalara parmak basmaktan, ırkçılık gibi konularıkurcalamaktan itinayla kaçınan, olayları bireysel ölçekte ele alan, yüzeysel ama sert bir film. Sinema açısından iz bırakacak bir şey değil ama bir dönemin olaylarını ortaya sermesi açısından -özellikle black metal dinleyicileri için- mutlaka izlenmesi gereken bir biyografi.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
(1) https://www.bbc.com//turkce/haberler/2011/07/110723_norway_3update
(2) Maalesef tüm aramalarıma rağmen yazıyı tekrar bulamadım. Keşke bulup fikrin gerçek sahibine atıf yapabilseydim.
(3) Dead’in ismi bazı kaynaklarda Pelle, bazı kaynaklarda da Per olarak geçiyor. İsveççe’de Pelle ve Per, Peter isminin iki değişik varyasyonu olarak aynı kapıya çıkıyor. Filmde “Pelle” olarak zikredildiği için ben de Pelle’i tercih ettim.
(4) Bir başka manyak da, kendileri Varg Vikernes olur, “Until The Light Takes Us” belgeselinde Dead’in yatağın üstünde av tüfeği ile intihar etmesine dair ağzı kulaklarına vararak “Dead, dead in bed” tekerlemesini söyleyerek kafa bulacaktı.
[/box]