Anlaşılmak veya Anlaşılmamak: Lost in Translation (2003)

17 Eylül 2020

“Burnunun dibinde olsa ne olacak?
Seni anlamıyorsa,
ama birisi vardır ki dünyanın öbür ucunda…
En ihtiyaç duyduğun anda,
İki satırıyla bile olsa,
bir çırpıda yanı başında…
Mesafe uzaklarda değil,
Mesafe fedakarlıkta!” (Özdemir Asaf)

Sevmek sahip olmayı değil anlamayı gerektirir diyen ve bir kadınla bir erkek arasındaki arkadaşlığın yalnızca seksten ibaret olmadığını gösteren enfes bir film olan Sofia Coppola’nın “Lost in Translation” (2003) filminin, dilimize “Bir Konuşabilse” olarak çevrilmiş olmasını çok hatalı bulduğumu söyleyerek başlamak istiyom. “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarını belirler” diyen son filozof Wittgenstein’a göre, söylenebilen her şey düşünülebilendir çünkü zaten söylenemeyen düşünülemez. Bu ilkeden yola çıktığımızda sevgi, sevgisizlik, anlama, anlaşılma, insanın anlam arayışının engellenmesi, yabancılaşma ve dil meselelerini ele alan film, hep “daha fazlası varmış gibi” olabileceğini vurgulamasına karşın düşünebildiğimiz her şeyi “söyleyebilmek” sanki “elimizdeymiş” gibi tercüme yapılması, hikâyedeki özün yitirilmesine sebep olmuştur, diyebilirim.

blankFilm, orta yaşlı, evli, çocuklu ve işinde büyük paralar kazanan Bob isimli bir erkekle, genç, evli, çocuksuz ve büyük paralar kazanmak isteyen kocasının peşinden farklı ülkelere giden Charlotte isimli bir kadın arasında yaşanan birkaç günü anlatır. Film Japonya’da geçmektedir ve Charlotte ile Bob’un “para” uğruna tanımadıkları, bilmedikleri ve istemedikleri bir hayata sürüklenmeleri filmin çıkış noktasıdır. Charlotte ismini duyunca aklıma ilk gelenin, Goethe’nin “Genç Werther’in Acıları” isimli romanı olduğunu söylemeliyim. Goethe’nin kendi hayatından da kesitler içeren bu romanda, hassas kalpli bir erkek olan Werther, üzüntülerinden kurtulmak için yaşadığı yerden ayrılarak yabancı bir köye yerleşir. Orada bir kadına âşık olan ancak “Lotte” isimli bu kadının nişanlı olduğunu öğrenmesi üzerine, acıları katlanılamaz hale gelen Werther’in hikâyesi ile film arasında benzerlikler kurmak olasıdır. “Kaçarak” acılarından kurtulabileceğini düşünen Werther’in “Buranın insanları nasıl diye sorarsan, her yerdekiler gibi derim, insan bu nereye gitsen hep aynı” sözlerini dikkate aldığımızda, filmin Japonya’da geçiyor olmasını, “yabancılaştığımız” hayatın bir metaforu olarak görmek gerekecektir.

Kendinden kaçmaya çalışan her insanın, nerdeyse her zaman “istemeden” birileriyle “karşılaşarak” çok daha büyük acılara düşebileceğini söyler Goethe uzun yıllar öncesinden. Film ile roman arasındaki benzerliklerden biri de budur. Werther, karşılık bulmasının olanaksız olduğu aşkı karşısında, “kaderinin”, bütün dostluklarını kalbini yaralamak için karşısına çıkardığını söyledikten sonra “Yazık, gençliğimin biricik sevgilisi yok artık. Bir zamanlar kalbinin atışını duymuştum, keşke onu hiç tanımamış olsaydım” der ve “ölümde ve öteki dünyada tekrar görüşmek üzere” diyerek intihar eder. Acı çeken insanların, bir süre “mutluluk” verse de, acılarını daha da artıracak insanlarla tanışması gerçekten de “kaderin” tuhaf bir cilvesidir. İnsanları, sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırmış bir çağ olan günümüzün “mutluluk diktatörlüğü” olduğunu iddia eden ve mutlu olmadığı için sindirilen “mutsuzları” yüreklendirmeye çalışan Schmid “Mutluluk çok defa iyi tesadüfün eseridir” diyerek çoğu zaman dikkate almadığımız tesadüflerin hayatımızı belirleyici rolüne dikkat çeker.

blank

Charlotte ile Bob’un hikâyesi ile Werther ve Charlotte arasında büyük benzerlikler olsa da, film, romanın aksine “karamsar” değildir. Yine de “beraber olmalılardı” diyen romantik âşıklar olabilir. Pek haksız sayılmazlar ancak onlara katılmadığımı söylemeliyim. Veya bir kadınla bir erkek arasındaki tek ilişki biçiminin seks olduğunu düşünen ve “beynini” kullanmaya ihtiyaç duymayan ahmaklar için belki de vakit kaybı olarak görülebilir. Böyle düşünen ahmak sürüsü ile “deniz fıskiyesi” isimli bir deniz canlısı arasında özdeşlik kurmak mümkündür. Şöyle ki, bitki görünümünde olsa da aslında omurgasız bir hayvan olan deniz fıskiyesi, dünyaya geldikten sonraki ilk saatlerini yüzerek geçirir ve bu esnada hızla gelişimini tamamlayarak, bütün yaşamını geçireceği bir kaya bularak ona sımsıkı yapışır. Tutunacağı bir kaya bulduğu andan itibaren artık hareket etmeye ihtiyacı kalmadığı için larva evresindeyken kuyruğunda yer alan ve bu sayede yüzmesini sağlayan ilkel beynini sindirerek yok eder. Kadını cinsel nesne olarak gören erkeklerin, deniz fıskiyeleri gibi pratikte beyinlerini yemeseler de, kullanmaya hiç gereksinim duymadıklarını söyleyebiliriz. Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e, geçmişten günümüze, erkeğin üstünlüğü “mitini” yayan ve yeryüzünün tek evrensel ideolojisi olan “ataerkil” kültürün temelinde, kadın ile erkek arasındaki tek ilişki biçiminin “seks” olduğu yatar. Kadın ile erkeğin arkadaşlığını yok sayan ataerkinin hiçbir zaman ortadan kalkmadığını, yalnızca biçim değiştirdiğini ve “modern” zamanlarda aldığı biçimi Svendsen’in şu sözlerinde okuyabiliriz.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Bugün modern evlilik ve birlikte yaşam ilişkilerinde, partnerle ilişkinin diğer sosyal ilişkileri yerinden etmesi gibi bir seyir görüyoruz -birinin hayat arkadaşı onun tüm sosyal taleplerini karşılamalı düşüncesi hâkim.” (Lars Fr. H. Svendsen, Yalnızlığın Felsefesi)

[/box]

Hayatın “yanlış bir bilinç” olduğunu savunan ve sürekli gürültü yapan üst komşusuna duyduğu nefreti ve kadın düşmanlığını dile getirdiği metinleri “felsefe” diye önümüze koyan Schopenhauer gibi “aşırıları” dikkate almazsak, hepimiz hayatın anlamını arar ve bu “anlamla” doğrudan ilişkili olduğunu düşündüğümüz mutluluğun peşinde koşarız. Yaşamımızda en çok duyduğumuz “hayatın anlamı nedir” sorusunu “anlamlı” yanıt alabileceğimiz bir soru mudur, önce onu ortaya koymalıyız. Hatta bunu sormadan önce “hayat” nedir, “dünya” nedir, “evren” nedir hatta “nedir” nedir diye sormamız gerekmez mi? Nietzsche’nin “Yaşamak için bir neden’i olan kişi, hemen her nasıl’a dayanabilir” sözünden hareketle, hayatın anlamının kişiye özel olduğunu söyleyebileceğimize göre bu soru hala “anlamlı” mıdır? Kişiye özel yanıtı olan bu soruya beklediğimiz yanıt, yanıtı verecek olan kişinin kendi anlam arayışına ait olacağından bizim işimize yaramayacağı söylenemez mi? Felsefeyi “dil” üzerinden yapılan bir etkinlik olarak gören Wittgenstein, aslında “gerçek” soru olmayan bir “şeyin”, dilbilgisel olarak soru şeklini alabildiği için bizlere “soru” gibi gözükebileceğini iddia eder.

Dilbilgisi kurallarına uygun olduğu için bizlere soru olarak gözükmesine karşın yanıtını asla bulamayacağımız için “hayatın anlamı nedir” sorusunun gerçek bir soru olmadığını söyleyebilecek olsak da her insan hayatın anlamını aramıştır ve aramaya devam edecektir. Ne var ki “hayatın anlamını” arayan ve bir anlam olmadan yaşamak istemeyenler hayal kırıklığına uğrayacak olsa da, bu yazı “hayatın anlamı nedir” sorusuna yanıt verme iddiasında değildir. Bu soru ve soruya verilecek yanıtlar yazının kapsamı dışındadır. Yalnızca “Kişi, yaşamın anlamını sorguladığı an, hastadır” diyen Freud’a kesinlikle katılmadığımı ve “Bir insanın, yaşamın yaşamaya değer oluşuna ilişkin kaygısının kesinlikle bir ruh hastalığı olmadığını” iddia eden Frankl’a “inandığımı” söyleyerek devam etmek istiyoruz.

Douglas Adams’ın “Otostopçunun Galaksi Rehberi” isimli kitabında her “şeyin” anlamına kesin bir yanıt bulması için geliştirilen “Derin Düşünce” isimli bilgisayarın 7,5 milyon yıl çalıştıktan sonra “hayatın anlamı nedir” sorusuna “42” yanıtını verdiğinin anlatıldığı bir bölüm vardır. “Hayatın anlamı” sorusuna “anlamlı” bir yanıt bekleyen insanlığın bu yanıtı anlamsız bulmasını nasıl açıklayabiliriz peki? Bu bir trajedi midir, komedi mi? Günümüzde buna üçüncü bir yanıt daha verilebileceği ortaya çıkmıştır: seksi mi? Marx, “insanlığın yalnızca çözebileceği sorunları ortaya koyabileceğini” iddia eder. Eğer öyleyse içinde bulunduğumuz seviyenin “42” yanıtını anlamak için yetersiz olduğunu veya bilinçli bir şekilde yetersizliğe sürüklenmekte olduğunu söyleyemez miyiz? Anlam arayışına getirilecek yanıtlardan bağımsız olarak, günümüzde insanın anlam arayışının kapitalizm tarafından “engellendiğini” yani insanların ve toplumsal ilişkilerin paramparça edildiğini düşündüğümü söyleyerek devam etmek istiyorum.

blank

İnsanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bütün toplumsal ilişki biçimlerini parçalayarak yerine salt parayı geçiren kapitalizm insanın hiçbir pişmanlık duymadan mücadeleden vazgeçmesini ve gündelik yaşamı değerli görmesini istediği için “anlam” arayışını bilinçli bir şekilde engellemektedir. Başkalarını öyle görmese ve onların anlam arayışlarını küçümsese de, kendisinin “yüce” bir amaç için dünyaya geldiğine ve bu amacı gerçekleştirmeden ölmeyeceğine inanan insanın, pek sağlam temellere dayanmayan bu inancının kaynağında kapitalizm vardır. Okul, iş, evlilik, çocuklar, çocukların okulu, evliliği, emeklilik gibi aslında kapitalizmin dayattığı yapay “aşamaları” başarıyla geçmeyi anlamlı yaşamak olarak görmek kendini kandırmaya ve “gerçek” bir mücadeleden kaçmaya yarar. Okulu bitirince, iş bulunca, evlenince, çocukları büyütünce, evin kredisini ödeyince vb. bahanelerle “mücadeleyi” ertelediğimiz her günün kendimize ihanet ettiğimiz bir gün olduğunu unutmamalıyız. Mücadele dediğimiz “insanın insanileşme mücadelesidir” ve gündelik yaşamın konforlu, bilindik ve güvenli sığınağından kurtulmakla başlar.

Kapitalizm, mutluluğun “anlamın” kaynağı olduğunu ve mutlu olmak için de tüketmek gerektiğini iddia eder. Kapitalizmin, “gönüllü kulluklarının” sürmesini istediği kitleleri güçsüz düşürmek ve kendine bağımlı hale getirmek için kullandığı en önemli enstrüman olan kültür endüstrisi, kitleler için “Diderot’un Sabahlığı” işlevini görür. Özgürlüklerini yitirdiklerini fark etmemesi istenen kitleler, evlilik, ses, kıyafet ve yetenek yarışmalarına, eğlence, yemek ve gezi programlarına, yozlaşmış dizilere, ucuz dergilere, romanlara ve filmlere hatta “futbola” bağımlı hale getirilerek uyuşturulur. Bunların da yeterli gelmediği durumlarda cehalet ve hurafenin yayılması sağlanır ve böylece kitleler “egemenlerin ahlakını” benimseyerek, onlardan gelen her şeyi lütuf olarak görmeye başlar ve kendisine verilenin aslında kendinden çalınanların küçük bir kısmı olduğunu unutur.

Günümüzde mücadele özellikle seks yoluyla unutturulurken, seks de aşk olarak pazarlanır ve Adorno’nun deyişiyle “bütün dünya kültür endüstrisinin süzgecinden geçirilir.” Televizyonlar, gazeteler, internet siteleri, filmler, diziler, dergiler yakışıklı oğlanlar ve güzel kızlarla doldurularak vaatler somut hale getirilmekte, performans artırıcı ilaçlar, haplar, penis büyütme, vajina daraltma ameliyatlarıyla bedenin her noktası seks için hazırlanmaktadır. Okyanusların diplerindeki balinalardan, ormanların derinliklerindeki gergedanlara, dağların zirvelerindeki bitkilerden, uzaydan düşen meteor parçalarına kadar her şey “sekse” hizmet etmesi için sömürüye ve kırıma tabi tutulmaktadır. Geçtiğimiz günlerde bir tecavüzcünün, gece yarısı mini etekli bir kadını görmesinin tecavüz etmesine “sebep” olduğunu söylediğini okudum. Birçok “erkeğin” bu sözde açıklamayı ikna edici bulduğuna eminim oysa bir erkeğin, günün hangi saatinde olursa olsun, bir kadını değil mini etekli, çırılçıplak görse dahi aklına, tecavüz etmek değil yardıma ihtiyacı olup olmadığını sormak gelmelidir, düşüncesindeyim. Oysa kapitalist kültür handiyse tecavüzü özendirmekte sonra da timsah gözyaşları dökmektedir çünkü tecavüzün “gelişmiş” kapitalist ülkelerin en büyük sorunu olmasının başka bir izahı yoktur. Cinselliği seri üretim haline getiren kültür endüstrisinin, insana kalan son direniş düşüncesinden “kaçış” olduğunu iddia eden Adorno ve Horkheimer şöyle der.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Kültür endüstrisi yüceltmez, baskılar. Arzunun nesnesini, kazağın içindeki göğüsleri ya da atletik kahramanın çıplak gövdesini sürekli sergileyerek, doyumun esirgenmesi alışkanlığıyla çoktandır mazoşist kılınarak güdük bırakılan yüceltilmemiş ön-hazzı kışkırtır yalnızca. Hiçbir erotik sahne yoktur ki, kışkırtıcı imalar ile ima edilen o noktaya kesinlikle varılmaması gerektiğine ilişkin göndermeleri bir arada barındırmasın. Sanat yapıtları çileci ve utanmazdır, kültür endüstrisi ise pornografik…” (Theodor W. Adorno-Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği)

[/box]

Geçmişte cinselliğin kaçınılması gereken bir şey olduğu iddia edilerek, kadın bedeni günah kaynağı, kadın ise günahkar olarak görülürken, günümüzde kadın bedeni bütün arzuların ve mutlulukların biricik kaynağı haline getirilmiştir. Kadın “bedeninin” pazarlanmasından başka bir şey olmayan kapitalizmin ikiyüzlü aşk anlayışı, cinselliği öne çıkarmaya başlayınca “seksi” olmak en büyük değer olarak ilan edilmiştir. En güzel yıllarını “seksi” olmak için harcamak zorunda bırakılan insanın hali ne acıklıdır oysa. Zihinler o kadar karışmıştır ki, kendilerine dayatılan “örneklere” uygun düşecek ilişkiler aramaya yöneltilen insanlar gerçekten âşık olup olmadıklarını bilemeyecek hale getirilmiştir. Anlamın kaybolduğu, insanileşme mücadelesinin “hayat tarzına” indirgendiği, sinema, reklam ve moda üzerinden görüntünün öne çıkarıldığı “büyüsü bozulmuş” günümüz dünyasında burun, meme, kalça vb. ameliyatları ve makyaj, dövme, piercing vb. uygulamalarıyla pazarlanan beden hazzın merkezi olmuştur. Böylece “arayışının” yerini film, müzik, futbol yıldızlarını, moda ikonlarını takip etmekle dolduran “modern” insan yaratılırken hayatı paylaşacak “yol arkadaşı” arayanlar “zamanın ruhunun” dışına itilmektedir.

blank

“Herkes mutluluğu diler” diyen Locke, “mutluluk nedir” diye sorar ve “bizde bir haz üretme özelliği olan şeye iyi, bizde bir acı üretme özelliği olan şeye kötü deriz” dedikten sonra “haz eşittir mutluluk” formülünü ortaya atar. 1776 gibi çok erken bir tarihte yayımlanan Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde, Locke’tan esinle tüm insanların “mutluluğu arama hakkı” olduğunun ifade edilmesi günümüz kapitalist kültürünün köklerinin ne kadar eskiye dayandığını açıkça göstermektedir. Bildirge’de yer alan “hayat, özgürlük ve mutluluğu” arama ifadesinin Locke’un insanın temel hakları olarak tanımladığı “hayat, özgürlük ve mülkiyet” anlayışının “söylenebilir” halidir ve mülkiyet yerine mutluluk yazılması ve mutluluğu bir mülkiyet haline getirmesi hiç de şaşırtıcı değildir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Nihayet öyle bir zaman gelmiştir ki, insanların başka bir şeye çevrilemez gözüyle baktıkları her şey değişime, alışverişe konu olmuş ve başka bir şeye çevrilebilir hale gelmiştir. Bu, o zamana kadar ifade edilip aktarılan ama asla değişmeyen; verilen ama asla satılmayan; edinilen ama asla satın alınmayan erdem, sevgi, inanç, bilgi, vicdan gibi her şeyin nihayet hep birden, ticaret alanına geçtiği zamandır. Bu, çürümüşlüğün genelleştiği, her şeyin para ile elde edildiği kısaca her şeyin, maddi ve manevi her şeyin pazarlanabilir bir değer olarak pazara getirildiği dönemdir.” (Karl Marx, Felsefenin Sefaleti)

[/box]

Kapitalist düzende “kar” sağladığı sürece hiçbir ihtiyaç, hiçbir istek ve hiçbir duygu görmezden gelinmez. Kapitalizm için önemli olan, eldeki “değeri” paraya çevirmektir. Kapitalizm, insanların yalnızca maddi ihtiyaçlarının değil erdem, sevgi, mutluluk ve güven gibi maddi olmayan ihtiyaçlarının da “giderilmesi” için meta üretmek zorundadır. Maddi olmayan ihtiyaçların, maddi nesnelerle yani meta ile karşılanabileceği konusu, ilk bakışta güç gibi görünse de psikologlar, reklamcılar ve uzmanlar bunun bir yolunu bulmuşlar ve böylece yalnız nesneler değil, duygular ve kişilikler de alınıp satılmaya başlanmıştır. “Tüketici” artık saat değil saygınlık, otomobil değil cesaret, ayakkabı değil çekicilik, yüzük değil aşk satın alabilmektedir. Reklamlar, televizyon programları, filmler hatta haber programları her gün bu fikirleri insanların zihinlerine kazımakta, meziyetler ve duygular birer metaya dönüştürülerek “tüketicilerin” hizmetine sunulmaktadır. Böylece en aşağılık kişiler bir gözlük, bir araba veya bir ayakkabı almakla cesur, saygın, maceracı ve dürüst “olabilmektedir.” Bob’un oynadığı reklam filminde de, viski içenlere kapitalizmin bekçisi “Bond” karakteri üzerinden gözüpeklik, cesaret ve macera satılması, bu zihniyete göndermedir. Bu sahnede, aşağılık ve kadın düşmanı kurgu bir karakterin insanlığın bütün kültürel birikimini ve çeşitliliğini yok ederek “gerçeğin” yerini nasıl aldığı rahatlıkla görülmektedir. Viski içerek Bond’un “özelliklerine” sahip olmak isteyen Japonların, karakteri canlandıran aktörlerin isimlerini düzgün telaffuz edememeleri ve komik duruma düşmeleri, sahte olanın yerinde bir eleştirisidir.

blank

Kültür endüstrisi, sürekli tekrarladığı tek tip bir yaşam biçimini öne çıkararak başka türlüsü olabileceğini düşünmenin yollarını tıkar ve mevcut düzenin biricik olduğunu ilan eder. Böylece aydınlanma devriminin “sapere aude” çağrısı tersine döndürülerek tüketme ve seks haricinde başka bir şeye ve dolayısıyla “beynine” ihtiyaç duymayacak kitlelerin “tutunabileceği” yozlaşmış bir dünya yaratılır. Belki uzun bir giriş oldu ancak filmin, hikâyesini anlattığı karakterlerin içinde bulunduğu dünyanın tam da böyle bir dünya olduğunun izahını yapabilmenin başka bir yolu yoktu. Uçaktan indiği andan itibaren Bob’un, filmin her yerine serpiştirilmiş ışıltılı reklam tabelalarına, mağazalara, eğlence yerlerine, striptiz kulüplerine, karaoke salonlarına vb. gözlerini ovuşturarak bakması kültür endüstrisinin yarattığı “gerici” dünyayı ve içinde bulunulan yabancılaşma halini gösterir. İster Japonya olsun, ister Amerika, kültür endüstrisinin yarattığı dünya her yerde aynıdır.

İkinci Paylaşım Savaşı esnasında toplama kamplarından sağ kurtulan Viktor E. Frankl, insanın anlam arayışının engellenmesine “varoluşsal boşluk” adını vermiş ve günümüzün yaygın bir olgusu olan varoluşsal boşluğun kendini “can sıkıntısı” olarak dışa vurduğunu iddia etmiştir. Örneğin bir süredir korona virüsü hepimizi evlerimize hapsetti ancak hep hayalini kurduğumuz “sürekli evde olma” halinin bizi hiç de mutlu etmediği ortaya çıktı. Böylece bu evleri, ilişkileri ve eşyaları, hayatımıza “anlam” kattığı için değil kapitalizmin dayatmasıyla yaşadığımız veya satın aldığımız görüldü. Ekonomik durumu yerinde olanlar diziler veya filmler izledi, yaptığı ekmeklerin fotoğraflarını sosyal medyada paylaştı, doğayı kimyasallara boğdu, hayli su israfına sebep oldu, çalışması gerektiği için evde “oturamayanlarla” alay etti hatta bazıları günlük ölü sayısının az olması karşısında hayal kırıklığına uğradı. Kısacası “anlam arayışı” engellenen ve “varoluşsal boşluk” yaşayan kitleler “kazandıkları” boş zamanlarında ne yapacaklarını bilemediler çünkü kapitalizmin, “postu kurtarmak” için her şeyi yaptığımız ve “bir gün daha geçti” diyerek günleri saydığımız hayatımızı ellerimizden çekip aldığı ve kocaman bir toplama kampına çevirdiği inkâr edilemez bir biçimde kendini gösterdi.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Akşam olunca çalışma yerlerinden kampa dönen tutukluların, iç geçirerek “bir gün daha geçti” dediklerini duymak, tipik bir olaydı. Tutukluların çoğunda, kendi postunu kurtarma meselesine yoğunlaşma zorunluluğu, bu amaca hizmet etmeyen her şeyin tamamen bir yana itilmesine yol açmış ve onları duygusallıktan tamamen yoksunlaştırmıştı. Toplama kampına girişte bütün belgeleri ve eşyaları alınan herkese bir numara veriliyordu. Bu numaralar çoğunlukla vücuda dövmeyle veya giysilerin üzerine yazılıyordu. Bir tutuklu hakkında ihbarda bulunmak isteyen bir gardiyanın, onun numarasına bakması yeterliydi, bu amaçla kesinlikle tutukluya adını sormazdı.” (Viktor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı)

[/box]

Kapitalist yaşam tarzının parçaladığı toplumlarda, çatışmaların pençesinde çırpınan çoğu insan sorunsuz, dertsiz, tasasız bir yaşam sürdüğünü düşündüğü diğer insanlara özenmekte, onlara hayranlık duymaktadır. Böylece gidilen yerlerin, yenilen yemeklerin, aileyle, arkadaşla veya sevgiliyle geçirilen mutlu anların fotoğraflarının ve videolarının paylaşıldığı “sosyal medya”, çatışmaların derinleşmesine ve yıkıcı hale gelmesine yol açmaktadır. Kendi paylaşımlarının yetersiz kaldığını, iyi yerlere gidemediğini, lezzetli yemekler yiyemediğini, gülemediğini, eğlenemediğini, mutlu olamadığını, ailesiyle uzak olduğunu, iş arkadaşlarıyla anlaşamadığını, sevgilisiyle iyi vakit geçiremediğini kısacası “tüketemediğini” düşünen insanların içine düştüğü bu durum her geçen gün acımasız hale gelmektedir. Oysa dış görünüş aldatıcı olabilir hatta birçok kişi de “bize” imreniyor olabilir. Özenilen insanların birçoğunun da sıkıntıları olduğu, çatışmalar arasında bocaladığı, sorunlarıyla yüzleşemediği, ailesiyle çok az görüştüğü, iş arkadaşlarıyla zorunlu olarak yemeklere katıldığı veya belki de sevgilisiyle ayrılmadan hemen önceki bir “anı” paylaşmış olabilir. Tabii böyle olabileceğini düşünmektense, kişinin gözleriyle gördüğüne inanması daha kolaydır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“İnsanları sürekli mutlu olmaları gerektiğine inandırmış bir çağda yaşamak, bu durumu iyice ağırlaştırır. İlan panoları “Mutluluk!” diye bağırır. Reklam spotlarından “Böyle mutlu olursunuz!” kıvılcımları çakar. Broşürler “Daha fazla mutluluk!” vaat eder. Gezi düzenleyen kuruluşlardan “Mutlu olma garantisi”yle yer ayırtabilirsiniz. “Direksiyonu mutluluğa kırmanın yolları” başlığı atan gazeteler, çok geçmeden hayretle sorarlar: “Niçin daha mutlu değiliz?” Peki, ya mutluluğun kendisi ödev haline geldiyse? Mutluluk normatif bir anlam kazanmış bulunuyor, yeni bir norm nakşediyor insanın alnına: Mutlu olmak zorundasın, yoksa hayatın yaşamaya değmez.” (Wilhelm Schmid, Mutsuz Olmak)

[/box]

Anlam “anlamını” yitirince yerini hazzın tatminine bırakmıştır oysa kapitalizmin “arzu eşittir mutluluk” iddiası yanlıştır, hatalıdır ve insan onuruna ters düşer. Tüketim yoluyla “tatmin” olan insanlar aynı hızla sıkılmakta, ilkinden daha büyük mutsuzluğa sürüklenmekte ve daha büyük hazların peşinde koşmaya başlamaktadır. Bu bir kısırdöngüdür. Farrelly, alışveriş merkezleri, 4×4 cipler, güvenli siteler, sinema odaları gibi fiziksel “baloncuklarımız” olduğunu ancak giderek daha şişman, daha bıkkın, daha acınası bir halde olmamıza karşın genel bir mutluluk beklentisi içinde olduğumuzu iddia eder. Ne var ki bu aşırı güvenlikli evler, içinde birer yabancı olarak yaşadığımız modern hapishanelere dönüşmektedir. Filmde de bu izlek üzerinden gidilmekte, Japonya’nın en lüks otelinde kalan insanların can sıkıntısıyla baş edemedikleri gösterilmektedir.

Bob, otele adım atar atmaz, karısının, “oğlunun doğum gününü unuttuğunu” belirten sitem dolu bir kart göndermiş olması karşısında şaşkınlığa düşer ve bütün keyfi kaçar. Bu ilişkilerinde bir sorun olduğunun göstergesidir. Bob haklı mıdır değil midir veya oğlunun doğum gününü niçin unutmuştur tartışmasına hiç girmeyeceğiz. Önemli olan, bir sorunun varlığıdır. Odasına çıkar, yatağına oturur, bezgindir, TV açıktır, uyuyamaz, oğlunun doğum gününü unuttuğu ve karısı bunu hatırlattığı için üzgündür belki de. İçki içmek için otelin barına iner ancak kendisini tanıyanların tacizinden sıkıldığı için tekrar odasına döner ancak uyuyamaz.

blank

Aynı anda yan odalardan birinde de uyuyamayan bir kadın vardır. Sabah olunca, “gencecik” ve “seksi” halde gösterilen bu kadının kocası erkenden işe gider. Burası, kadın-erkek ilişkisinin yalnızca cinsellikten ibaret olduğunu düşünen milyonlarca erkek seyircinin iç geçirdiği ve iş için giden erkeği eleştirdiği sahnedir, diyebiliriz. Bir kadını anlamayı, onu mutlu etmeyi, ona destek olmayı akıllarına bile getirmeyen bu kitlenin dışarı çıkan kocayı “eleştirmesi” yalnızca seks odaklıdır. Charlotte isimli bu kadın, tek başına kaldığından şehri dolaşmaya çıkar, müzeleri, mağazaları dolaşır, hatta tapınaklara gider. Odasına döndüğünde ağlamaklıdır. Konuşmak için yakın arkadaşını arar. Aradığını bulamamanın hayal kırıklığı içinde gün boyu neler yaptığını anlatır. Kocasının kendisini yalnız bırakmasından dolayı çok üzgündür ve “nasıl bir adamla evlendim ben” der. Arkadaşının kendisini anlamasını beklemektedir. Oysa arkadaşı “daha sonra konuşabilir miyiz” diyerek telefonu kapatır. Telefon yüzüne kapanan Charlotte, gözyaşlarını tutamaz ancak “hayat” zaten böyle değil midir? Hayatın anlamını bulduğumuzu düşündüğümüz veya büyük sıkıntılara düştüğümüz durumlarda, bu halimizi anlattığımız ve anlaşılmayı beklediğimiz arkadaşımızın aklından belki de çöp poşetini kapı önüne çıkarmak geçiyor olabilir, değil mi?

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

İçimde büyük bir ferahlık duygusuyla uyanmıştım. Doya doya tadını çıkardığım güzel bir bahar sabahıydı. Evimin sokağa bakan tek penceresinden gördüğüm ağaç baştan ayağa çiçeğe kesmiş ve çiçeklenmiş dallarının bazıları pencereme kadar uzanmıştı. Elimi uzattım, çiçeklere, yapraklara dokundum. Yaşam yeniden doğuyordu. Bu canlılık ve aniden başlayan bahar yağmuru ürkek kalbimi coşturmuş ve aniden başlayan bahar yağmuru içimi huzurla doldurmuştu. Penceremden bakıp kahvemi yudumlarken, “kalbim” anıları özlemek istemişti ve cama vuran her yağmur damlası geçmiş günlerden tatlı bir anıyı uyandırmaya başlamıştı. Çok eskilerden bir şarkı açmıştım, sevdiğine mertçe laflar söyleyen ve hemen ardından içinde bulunduğumuz “yaşamı” sorgulayan bir başkasını. İçimdeki tatlı hüzün birden yerini tehlikeli bir coşkuya bıraktı. O an bu şarkıları arkadaşlarımla paylaşmak istedim. Kime gönderebilirdim, kimle konuşabilirdim ve kim benim duyduğum coşkuyu duyabilirdi. Aklıma kim geldiyse, ya genç olduğu, ya coşkumu küçümseyeceği ya da kendisine o an için önemli görünen gündelik bir uğraşının içinde vakit ayırmayacağı geldi. Ama “dur” dedim, birden. Deniz ve Fatma vardı, onlar anlardı mutlaka. Onları aramayı düşünürken benim gündelik bir işimin çıktığını, akşam olduğunda fark ettim.” (Eylül Toprak, Cherubino ya da Bir Ankara Gecesi Rüyası)

[/box]

“Anlam arayışının engellenmesiyle ortaya çıkan varoluşsal boşluk, kendini can sıkıntısı olarak gösterdiği için bunu önleyecek çeşitli maske ve kılıfa ihtiyaç duyar” diyen Frankl’dan hareketle kendi yaşamında anlam bulamayan veya anlam arayışı engellenen insanların çok para kazanma, güç sahibi olma veya haz arayışını seksle dengelemenin bu maskelerden bir kaçı olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle ataerkil söylem ile işbirliği yapan kapitalizmin hitap ettiği erkeklerin bu maskeleri aynı anda kullanmaları ve “başarı” olarak göstermesi hiç de şaşırtıcı değildir. Bir kadınla mutlu olmak ve onun dizlerine uzanmak değil onunla “yatmak” veya örneğin bir evin içinde huzurla yaşamak değil onun gösterişiyle övünmek başlıca amaç haline getirilmiştir. Çok para kazanmak isteyen Charlotte’un kocası da “severek” evlendiği karısını sürekli yalnız bırakmaktadır. Çok para kazandığında bu günlerini bulamayacağı Bob üzerinden simgelenir. Bob’un karısı için “Eskiden çok eğlenirdik. Film çekmeye gittiğimde, o benimle gelirdi. Ve her şeye çok gülerdik. Oysa şimdi çocukları bırakmak istemiyor ve bana ihtiyacı yok” sözleri bu duruma işaret eder. Bob’un sözlerine baktığımızda birlikte çekimlere gittiklerinde karısının -tıpkı Charlotte gibi- bir otel odasında can sıkıntısı çektiğini tahmin edebiliriz.

Günümüz kültürü, ince ve zayıf olanı öne çıkarmasına karşın insanlığın her geçen gün şişmanlaması, tüketimden beslenen bu hastalıklı kültürün içyüzünü göstermeye yeterlidir. Aşırı kilolu ve obez insanların sayısının açlık çeken insanların sayısının üç katına yükselmiş olması kimseleri rahatsız etmez. Benzer şekilde, güzelliği de sadece dış görünüşe indirgemek ve güzelliğin özünde yer alan sevgiyi ihmal etmek bu kültürün ürünüdür. Oysa güzelliğin özü sevgi, sevginin özü ise anlamak ancak kapitalizmin toplama kampı kültüründe bir anlam ifade etmez. İlişkilerimizde anlamı yitirdiğimiz gibi gerçek olandan yapay ve sentetik olana, anılar içeren eskiler yerine yepyeni olana ve içinde sevgi barındırmayan güzel bedenlere ve içinde huzur bulamayacağımız büyük evlere yönelerek acınası bir duruma sürükleniyoruz. Bob, Japonya’ya geldikten birkaç gün sonra karısının, “nasıl” olup olmadığını bile sormadan yeni evleri için uyumlu olabilecek halı desenleri göndermesi ve aslında kendi seçimini onaylamasını istemesi, buna karşın Bob’un gönderilen örnek desenler arasındaki farkı anlamaya çalışmak yerine karısının tercihini kabullenmiş görünmesi bu sevgisizliğe örnek gösterilebilir.

blank

Reklam filmi çekilirken, Bob’un kıyafetinin üstüne uyması için çeşitli hilelere başvurulur ve ceketin arkası mandallarla tutturulur. Önden bakıldığında mükemmel gözükmesine karşın perde arkasında kusurlu olduğunun gösterilmesini, kapitalizmin dayattığı ışıltılı hayatlara getirilen çok güçlü bir eleştiri olarak görebiliriz. Philip K. Dick “Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi” isimli kitabında birçok hayvanın soyunun tükendiği bir gelecekte, koyunların da soyunun tükenme noktasına geldiğinden sadece zenginlerin koyun alabildiğini, diğerlerinin ise “elektrikli koyunlarla” yetindiğini yazar. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir diyen film, kapitalizmin yarattığı gerici dünyada her şeyin sahte olduğunu açığa çıkarır. Bob’un elindeki zaten viski değil, buzlu çaydır. Sohbetler, oyunlar ve ilişkiler sanal yaşanır, ağaçların, çiçeklerin hatta meyvelerin yerini plastik kopyalar, müziğin yerini elektronik sesler, doğanın yerini bilgisayar efektleri alır. Hatta Bob’un hayranı olduğunu söyleyen iki kişinin, eski bir filmden bir sahneyi anımsatarak, “orada siz mi oynuyordunuz yoksa dublör mü” diye sormaları bu yapay duruma işaret eder.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Ruhsal sıkıntıların kaynağında, anlamsız insanlarla anlamlı ilişkiler yaşama isteği ve çabası yatar.” (Viktor E. Frankl)

[/box]

İnsanın anlam arayışında dostluğun ve sevginin önemi inkar edilemez. Portekizli şair Pessoa’nın, “Mutsuzluğunun farkında olmayan bunca insanın mutluluğu beni ürpertiyor” sözünden hareketle, Charlotte ve Bob için en azından mutsuz olduklarının ve kendilerini anlayacak bir “arkadaş” eksikliğinin farkındadırlar, diyebiliriz. Mutsuzluk hali utanılacak bir hal değildir ve insan kendisini “mutsuz” olarak nitelemekten çekinmemelidir. “Bir dosta ihtiyaç duymayan ya Tanrı’dır ya da hayvan” diyen Aristoteles, üç tür dostluk olduğunu söyler. Bunlar yarara, hazza ve erdeme dayalı dostluklardır. İlk ikisi kolay kurulmasına karşın kırılgandır ve hızla bozulmaya yatkındır. Aristo’ya göre, erdeme dayanan ve birbirleri için iyi şeyleri isteyenlerin kurduğu dostluklar çok azdır çünkü bu dostluğun talep ettiği erdeme sahip insan sayısı azdır. Böyle bir dost “başka bir kendi” gibidir. Aristo’nun “başka bir kendi” tanımını okurken, Dostoyevski’nin “Budala” isimli romanındaki “sanki kendi kendisiyleymiş gibi her şeyi konuşabileceği” bir dost arayışı içindeki Aglaya karakterini veya arkadaşı öldüğünde “Artık sadece kendimin yarısıyım” diyen Montaigne’i hatırlamamak mümkün mü?

blank

Charlotte’un, “25 yıllık evliyiz” diyen Bob’a, “Herhalde bir orta yaş bunalımı yaşıyorsunuz” demesi ilk anda tuhaf gelir. Orta yaş bunalımı denilen şey gerçek midir? Bob, aslında orta yaş bunalımı mı geçirmektedir konularına değinmeyeceğiz. “Porsche aldın mı” der Charlotte ve orta yaş bunalımına girdiği iddia edilen erkeklerin tipik davranış kodlarından birini daha ortaya atar. Charlotte’un soruları Bob’un aslında orta yaş bunalımında “olmadığını” göstermek için sorulmuş olmalıdır. Charlotte’un bunu dile getirmesi, ne zaman “Porsche” alacaksın demesi ama adamın almaması ve orta yaş krizine giren erkeklerin yaptığını yapmaması Bob’un böyle bir arayış içerisinde olmadığını gösteriyor diyebiliriz. Ayrıca Bob’un Charlotte ile ilişkisinin, orta yaş bunalımında olduğu iddia edilen erkeklerde olduğu gibi sekse yönelik olmaması ve karşılık görmesi, güzel bir dostluk olduğunun kanıtıdır. Charlotte’un duygularını da dikkate aldığımızda Bob için en fazla “melankolik” diyebiliriz çünkü Bob’un orta yaş bunalımında olduğunu kabul ettiğimizde, Charlotte’un duygularını izah edemeyeceğimizi söylemeliyiz.

Bob, Charlotte’u aradığı bir akşam striptiz kulübüne gider. Bütün erkekler “zevk” içinde kadınları izlerken Bob’un sıkıldığı ve ortama yabancılaştığı görülür. Dans eden kadının düşeceğini zanneden Bob, tutmak için ileri atılır oysa bu kadının dans figürlerinden biridir. Striptiz kulübüne giden ve dans eden kadının düştüğünü zannederek, onu tutmak için hamle yapan erkek sayısının çok az olduğunu söyleyebiliriz, belki de hiç yoktur. Başka bir sahnede de, birbirlerini odalarına bırakırken, iyi geceler öpücüğü verirler. Bob, yanağından öpmeyi düşünürken, Charlotte dudağından öpeceğini zanneder. Bu yanlış anlama ve “masum” öpücük haricinde aralarında hiçbir fiziksel temas olmaması Bob’un Charlotte ile “seks” için beraber olmadığının göstergesidir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Köken ve doğa yönünden seks ve aşkın farklı olduğuna inanıyorum. Seks bir içgüdüdür, biyolojik bir gereksinimdir, organizmanın içinden kaynaklanır, bedene bağlıdır. Seks ayrım yapmaz ancak aşk “o”nda ve onun “tek” olduğunda ısrar eder. Sekste başka bir insana sahip olmak mümkündür ama aşkta değildir.Bir insan sekse zorlanabilir ancak aşka zorlanamaz. Seksin nesnesi, doyuma ulaşıldıktan ve gerilim azaldıktan hemen sonra hiçbir nedene dayanmaksızın sıkıcı hatta tiksindirici bulunabilir. Aşkın nesnesi için durum böyle değildir. Seks tümüyle bencildir, nesneyi yalnızca doyum sağlama amacıyla kullanır. Aşk ise sevilen kişinin mutluluğundan mutluluk duyar. O her zaman ötekinin mutluluğunu düşünür; ötekinin yokluğunda üzüntü çeker, nesneyle birlikte olmak ister, onsuz kendisini yalnız hisseder, onun başının belada olmasından ya da tehlikede olmasından korkar.” (Theodor Reik, Aşk ve Şehvet Üzerine)

[/box]

Bir insanı anlamanın tek yolu onu sevmektir, demiştim. Seven, bir başka insanın özünün farkına varır ve ondaki gizilgüçleri görerek gerçekleştirmesine destek olur. Reik’in yukarıda aktarılan iddialarından hareketle birbirlerini sevmiş, anlamış ve kalplerine dokunmayı başarmış Bob ve Charlotte arasında yaşananların bir “aşk” olduğunu iddia edebiliriz. Ama bu nasıl bir aşktır? Bu başka bir yazıda açığa kavuşturulacak bir konu diyerek böyle bırakmayı uygun görüyoruz. “Ben ne olmam gerektiğini bilmiyorum. Yazar olmaya çalıştım ama yazdıklarımdan nefret ettim. Sonra fotoğraf çekmeye çalıştım ama çok kötüydüler” diyen Charlotte’a “Bu işi çözeceksin, senin için endişelenmiyorum” diyen Bob, ona destek olmaya çalışır. Ayrıca Charlotte’un felsefe okuması ve yazar olmak istemesi, dış görünüşüyle tezat oluşturur. Günümüzde kültür endüstrisi, genç ve güzel kadınların felsefe okumalarını “aykırı” ilan etmiştir. Buna göre genç ve güzel kadınlar “manken” olmalı, “oyuncu” olmalı, popüler erkeklerin veya futbolcuların “sevgilisi” olmalı ancak yazar olmamalıdır, hele felsefe okumamalıdır. Filmin ilk anından son karesine kadar “seksi” bir şekilde dolaşan ve açılış sahnesinde dakikalarca “pembe külotuyla” ekrana getirilen ancak “sevişirken” gösterilmeyen ve yazar olmak isteyen hatta kendisinden hayli yaşlı bir erkekle arkadaşlık kuran Charlotte karakteri, kapitalizmin genç kadınlara biçtiği rolü reddetmesi ve insan onuruna yakışmayan bu rolün eleştirisi olarak görülmelidir.

blank

Bir sahnede, Charlotte ve kocası, otelin lobisinde Amerikalı bir film yıldızı ile karşılaşırlar. Adam ve kadın, aralarında bir şeylerin olduğunu hissettirecek kadar samimi konuşurlar. Kadının “basitliğine” dayanamayan Charlotte’un mesafeli davranması üzerine kocasının “her seferinde herkesin ne kadar aptal olduğunu ispatlamak zorunda mısın” demesi, bu ilişkide de sorunlar olduğunu ortaya koyar. Charlotte felsefe okumuştur, Sokrat’ın deyimiyle “hayatını sorgulamaktadır” oysa çevresindekilerin böyle bir çabası yoktur. Herkes para kazanmak, eğlenmek ve mutlu olmak hevesindedir. Charlotte’un, geleceğine ilişkin yönelik büyük beklentilerinin olduğunu ancak yaşamının baharındayken hayallerinin yıkıldığını ve çevresinde kendini anlayan kimsenin olmadığı için her şeyin daha da kötüye gideceğini düşündüğünü tahmin edebiliriz. Bob ise evlenmiş, çocukları olmuş, çok para kazanmıştır ancak yine de mutlu değildir. Gençliğinde Bob’un da böyle hayaller kurduğunu tahmin edebiliriz ancak her şey istediği gibi gitmese de, onun en azından karamsar olmadığını ve hayatı olduğu gibi kabullenmeyi öğrendiğini söyleyebiliriz. Oğlunun doğum gününü hatırlama, kızının yüzme yarışmasına gitme, eve alınacak halının rengini seçme gibi gündelik hayatın içinde kaybolmuştur. Bob ve Charlotte bir bakıma hepimizi temsil eder. İstemeden doğarız, farkında olmadan büyürüz ve elimizden pek bir şey gelmez. Yaşamımızın farkına varmaya başladığımızda hayaller kurmaya başlar ve aşık oluruz veya olduğumuzu düşünürüz. İyi bir okul okuduğumuzu düşünür, sahip olduğumuz işin veya evliliğimizin bize yetmesini bekleriz. Charlotte’un “ya evlilik” diye sorması bu duruma işaret eder. Oysa çoğunlukla hayatın sıradanlığında yiter gideriz ve hiçbir şeyin faydası olmaz.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Yıllar sonra, tek başıma ve cebimde beş lira ile çıktığım o yolculuğun ilk durağına yeniden dönmüştüm. Geride bıraktığım hayatın esaretten farkı yoktu. Burada seçimler yapacak, yanılacak, üzülecek, ağlayacak, yalnızlığı ve kalabalığı, aşkı ve bencilliği, cesareti ve korkaklığı yani yüzyıllar geçse de insana özgü olan her şeyi yeniden keşfedecektim. Kitaplardan okusam da, arkadaşlarımdan duysam da, uzaklardan görsem de her şeyi kendi “benimin” özelinde deneyimleyecektim. (…) Günüm nasıl geçerse geçsin akşamları soluğu şehrin en sevdiğim caddesinin köşe başında duran, zarif ve gösterişsiz Fransız dekoru ve gramofondan çalan eski Fransız şarkılarıyla hayaller kurduğum o kafede alırdım. Şimdi yıllar sonra yine aynı köşe başında, aynı kafede ve aynı masada oturuyordum. Eskiden buraya coşkularımla ve arayışlarımla gelir, her zaman oturduğum köşeye bir gün ailemle geleceğimi düşünürdüm. O hep bir Pazar günü olurdu. Çalışmaktan çok keyif aldığım bir işin doyumunu yol arkadaşımla paylaşacak, kahvelerimizi içerken haftanın yorgunluğunu unutacak ve ardından sohbet ederek caddeyi baştan başta yürüyecektik. Sevinçle, tebessümle ve kahkahalarla hatırlayacaktık bunca yıl biriktirdiğimiz anıları. (…) Ve böyle birçok hayal dönüp dururdu kafamın içinde. Sonra birden silkelenir, kendime gelir, yapayalnız olduğumu fark eder ve insanları izlemeye başlardım. Bir hüzün sarsa da içimi, “gelecek böyle olacak nasıl olsa” derdim. Olmadı. İşte yıllar sonra aynı yerdeyim. Uzun yıllar geçmesine karşın her şeyin yerli yerinde durduğunu görünce ağlamaklı olmuştum. İçinde huzur bulduğum bu yer artık huzur vermiyor, dinlediğim şarkılar şimdi canımı acıtıyordu. Ümitlerim yerini hayal kırıklığına bırakmıştı. Bedenimin ne kadar yorgun olduğunu o an fark ettim. Artık hayal kuramıyor, yasadıklarımın yasını tutuyordum. Evet, bir dolu yaşanmışlık biriktirmiştim ama bunlar omuzlarımı biraz daha düşürmekten, saçlarımı biraz daha beyazlaştırmaktan, yüzümdeki kırışıklıkları biraz daha artırmaktan başka bir işe yaramamıştı. Yolculuğumun başında esaretten, kendi hayatımın zincirlerinden kurtulmayı umut etmiştim. Meğer o zincirler insanın ruhuna vuruluyormuş. Bedenimi ne kadar kurtarsam da ruhuma yapacak hiçbir şey yokmuş. Artık sadece sorular dolanıyordu kafamda… İnsan değiştiremiyor muydu kaderini? Tercih edilmemiş acılarla başlayan hayatların “güzel” hayatlara geçiş yapması sadece filmlerde mi oluyordu? İnsan tanıdığı ilk ruh haline hapsedilmiş bir değişmez miydi yoksa? (Eylül Toprak, Gretchen ya da Kayıp Zamanın İzinde)

[/box]

Charlotte’u sevse de artık anlamak için çaba göstermeyen hatta onu eleştirmeye ve küçümsemeye başlayan kocasının birkaç günlüğüne şehir dışına çıkması üzerine yalnız kalan Charlotte ve Bob, arkadaşlarıyla birlikte dışarı çıkarlar. Eğlendikleri gecenin sabahında, Charlotte arabada uyuyakalan adama şefkatle bakarken, bir sonraki sahnede Bob, uyuyakalan kadını kucağında odasına taşırken görülür. Charlotte’u yatırır, üzerini örter, ışığını kapatır ve çıkar. Odasına dönünce karısını arar, bir süre konuşurlar. Nasıl Charlotte, dertleşme için arkadaşını aramışsa Bob da karısını arar ancak ikisi de beklediği “yakınlığı” bulamaz. Kadın, “çocukları okula götürmeliyim” der ve telefonu kapatır. “Seni seviyorum” diyen Bob’un sözleri boşlukta kalır çünkü telefon çoktan yüzüne kapanmıştır. Bob belki ağlamaz ama “kötü bir fikirdi” diyerek küfür eder. Böylesine çaresiz ve umutsuz bir durumdayken birbirlerini bulmuş olmaları büyük bir tesadüftür. Filmin sonuna doğru tapınaklara tekrar giden Charlotte diğer insanların hayatlarına anlam katmaları için yaptığı ritüelleri izler hatta kendisi de bir dilek diler. İlk gittiğinde bulamadığı anlamı Bob ile tanıştıktan sonra bulmaya başlamıştır. Yalnızca bu sahne bile bir insanın bir başkasını anlaması ve onu sevmesinin yaratacağı değişikliklerin mucizevi olduğunu göstermeye yeter. Her insanın değerli olduğunu aktaran Frankl, başından geçen bir olayı şöyle anlatır.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Yakınlarda, kadının biri sabahın üçünde bana telefon etti ve intihar etmeye kesin kararlı olduğunu ama bu konu hakkında neler diyeceğimi de merak ettiğini söyledi. Ona bu kararın aleyhindeki ve hayatta kalmanın lehindeki tüm delilleri sıralayarak cevap verdim. Onunla yarım saat, en sonunda canına kıymayacağına ve hastaneye beni görmeye geleceğine dair söz verinceye kadar konuştum. Hastaneye geldiğinde ona sıraladığım delillerin hiçbirinin onu etkilemediği ortaya çıktı. Onu intihar etmemeye ikna eden, gece yarısı uykumda rahatsız edildiğim için sinirlenmek yerine onu sabırla dinlemem ve onunla yarım saat konuşmammış. Böyle bir olayın geçekleşebildiği dünyayı kadın, yaşamaya değer bir dünya olarak görmüş.” (Viktor E. Frankl, Anlam İstenci)

[/box]

Hepimiz birileriyle konuşur, birilerine derdimizi anlatır ve birilerinin derdini dinleriz. Bunlar sıradan şeylerdir. Oysa bir insanın “kalbine dokunmak” yani onu sevmek ve anlamak bir mucizedir. Charlotte ve Bob bunu başarmış ve birbirlerine âşık olduklarını düşünmüş olsalar da, bunu hiçbir zaman dile getiremeyeceklerdir. Birbirlerinin hayatlarına niçin girmişlerdir, bunun anlamı nedir? Birbirlerini bir daha hatırlayacaklar mıdır veya ne zaman unutacaklardır. Mutlu oldukları bir anda mı akıllarına getireceklerdir yoksa çok üzgün oldukları bir esnada mı? Seyircinin filmi karamsar bulduğu yer tam da burasıdır. Oysa bunu karamsarlık değil hayatın güzel bir tesadüfü ve yaşanmaya değer bir dünyanın “kendisi” olarak görmek gerekir.

blank

Baş başa oturdukları bir sahnede Bob “Seni özleyeceğim” der ve “Gitmek istemiyorum” diye ekler. Charlotte ise “Gitme. Burada benimle kal” der ve hemen ardından bir caz grubu kurmayı teklif eder. İkisi de bunları söylerken ciddi midirler, anlamak mümkün olmaz. Önceki sahnelerde reklam filminin çekileceği stüdyoya giden Bob’u hatırlayalım. Japon yönetmen uzun uzun konuşur ancak çevirmen çok kısa çevirir. Komik bir sahnedir. Bob’un “daha fazlası varmış gibi geliyor” demesi filmin özüdür diyebiliriz. İçimizden birçok şey geçse de, bunu birkaç kelime ile anlatmak zorundayızdır. Böyle olduğu için de, hep daha fazlası varmış gibi gelir. Hem anlatırken hem de dinlerken hep bir şeyler eksiktir. Öyle zamanlar olur ki insanların birbirine söyleyecek çok şeyi olsa da bir türlü söylenmez hatta söylenmemelidir. Bob’un “gitmek istemiyorum” demesi de, Charlotte’un “gitme” demesi de bu tür konuşmadır. Hep eksiktir ve hep daha fazlasının olacağını düşündürür.

Kendisi için işler kötüye gitmiş olsa da, bir başkasının hayatının iyiye gitmesini isteyen Bob’un bir melankolik olduğunu söylemiştik. Birkaç gün için bile olsa Charlotte’a yardımcı olabilmek için saçma sapan “talk-show”a çıkmaya ve utanç verici durumlara düşmeye bile katlanır. Peki her şeyi söylemeyecek ve sevgimiz için rezil olmayı göze alacaksak hayatımızı erdemli bir şekilde yaşadığımızı nasıl bilebiliriz. Bu soruya ahlaki ödevin şeref, zenginlik veya toplumsal konumuzla hiçbir ilgisi olmadığını iddia eden Kant’ın sözleriyle yanıt vermeyi uygun bulduğumuzu söylemeliyiz. “Aklını kullanma cesareti” göster diye haykıran ve ahlaki failler olarak hepimizin eşit olduğunu iddia eden Kant’a göre insan, davranışını yöneten ilkenin genel ahlak yasası haline gelecekmiş gibi davranmalıdır. Bu ilkeden hareket ettiğimizde yaşlı, tecrübeli ve paralı olan Bob’un Charlotte’tan faydalanmaya kalkışmaması ile genç, tecrübesiz ve “seksi” Charlotte’un Bob’u baştan çıkarmaya yeltenmemesi “erdemli” davranışa örnek gösterilebilir. Michael Curtiz’in “Casablanca” (1942) isimli filminde de, Rick karakterini canlandıran Humphrey Bogart’ın bir erkeğin gözlerinin görebileceği en güzel kadınlardan olan Ilsa karakterini canlandıran Ingrid Bergman’ı uçağa bindirmesi ve kendisinin geride kalması, ifade etmeye çalıştığım bu erdemli davranışa örnek gösterilebilir.

[box type=”note” align=”” class=”” width=””]

“Kişinin kendi yasama gücünden çıkan tüm maksimler, doğal alemle olduğu gibi, olası bir erekler alemi ile de uyum içinde olmalıdırlar.” (Immanuel Kant, Ahlak Metafiziğinin Temellendirilmesi)

[/box]

Wittgenstein’ın, “Tractatus Tractatus Logico-Philosophicus” kitabının girişinde yazdığı “Bu kitabı belki de bir tek, içinde dile gelen düşünceleri -ya da benzer düşünceleri- kendisi de zaten bir kez düşünmüş birisi anlayacak. Anlayarak okuyan tek bir kişiye zevk verebilirse, amacına ulaşmış olacak” sözlerinde olduğu gibi, bu yazımızda çeşitli uluslardan, kültürlerden, dinlerden ve ideolojilerden birçok insandan alıntı yaptık. Aynı dili ve aynı kelimeleri kullanmasak, hatta birçoğuyla aynı zaman diliminde yaşamamış olsak da, onları sevdik, anladık veya anladığımızı düşündük. Ve bunu onları sevdiğimiz, sevebildiğimiz için yaptık. Charlotte ile Bob’un da farklı hayatlar yaşamalarına hatta aralarında kuşak farkı olmasına karşın birbirlerini anlamalarının temelinde sevgi yatar. Sevmeyen zaten anlamak için çaba göstermez, aynı kelimeleri kullansa da Japonya’da bir Amerikalı gibi yabancılık çeker. Oysa seven, bambaşka dilleri konuşsalar da anlamak için çaba gösterir. Charlotte’u hastaneye götürdükleri bir sahnede, Bob’un bekleme odasında yanında oturan Japon bir “adamla” konuşması ve anlaşmaları böyle bir durumdur.

blank

Bob otelden ayrılırken Charlotte umursamaz bir tavırla çekip gitmiştir. Onun bu tavrı hem seyirciyi hem de Bob’u şaşkınlığa sürükler. Belki bir daha hiç görüşemeyecek olmalarına karşın aralarında hiçbir şey olmamış gibi davranması ve bir veda bile etmeden gitmesi şaşırtıcıdır. Charlotte’un peşinden üzüntüyle bakan ve çaresizce yola koyulan Bob, Charlotte’u görür ve arabayı durdurur. Bu sahnede Bob’un bir başka kadını gördüğünü ve Charlotte’a benzettiğini düşünürüz çünkü Charlotte odasında olmalıdır. Arabadan iner, kadının peşinden koşar, durdurur, kadını omuzundan yakalar ve döndürür. Kadın gerçekten de Charlotte’tur ve ağlamaklıdır. Bob, dudağından ve gözünün kenarından, tam da gözyaşının aktığı yerden öper. Şimdi ikisi de ağlamaktadır. Kadının kulağına bir şey söyler, neler söylediğini biz duymayız. Son sözlerin duyulmamasının çok yerinde bir tercih olduğunu çünkü ne söylerse söylesin, hep eksik kalacağını biliriz. Aynı kelimeleri kullanıyor olsak da, kelimelere yüklediğimiz anlamlar farklı olacağından duyacağımız son sözlerin bizi tatmin etmeyeceğini söyleyebilirim ve bu yazının son cümlesini şöyle yazmak isterim. Sevilmek ve anlaşılmakla, sevmek ve anlamak farklı şeyler değildir, sevmek anlamayı içermelidir, anlamayı içermeyen sevgi, tutku, heves, arzu veya “amaç” olabilir başka bir şey değil…

Salim Olcay

blank

Salim Olcay

1979 yılında İzmir'de doğdu. Yeşilçam etkisiyle başladığı sinema yolculuğunda bir ara Hollywood etkisine girmişse de, çabuk kurtuldu. Sanat toplum içindir diye düşünür ve yeni nesil Türk yönetmenlerini gönülden destekler.

1 Comment Leave a Reply

  1. İnsanların anlam arayışlarına nükleer etki düzeyinde bir yazı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Son of Saul / Saul’un Oğlu (2016)

Macar yönetmen László Nemes, ilk uzun metraj filmi Saul’un Oğlu’yla
blank

Kuzu’lara Kıymayın Efendiler!

Kuzu 2008 yılında destek fonuna ilk başvurusunda bakanlıktan ‘oryantalist’ bulunduğu