”Bence bir Clint Eastwood filmi, gençlik için benim filmlerimden çok daha zararlı…”
Gelmiş geçmiş en meşhur ‘gore’ (vahşet) yönetmeni olarak kabul edilen Lucio Fulci, Video Nasty listesinde 3 filmiyle birden yer alan eşi benzeri pek olmayan bir sinemacı. Sinema dünyasının en tartışmalı yönetmenlerinden biri olan Fulci, 1970 ve 1980’lerde filmlerinin içerdiği akılalmaz vahşet dozu sebebiyle bir derece ilgi görmüş olsa da, malesef onun asıl hakettiği saygı ancak o öldükten sonra su yüzüne çıkabildi. 1927, Roma doğumlu olan ve 1996’da vefat eden Fulci, internet devrine yetişemedi. İnternet ile iletişim ve paylaşım alanında açılan bu yeni çağ ile birlikte sinema tarihinin bir çok unutulan filmi ve emekçisi birdenbire değer kazanıp, daha önce hiç tahmin edemeyecekleri şöhretlere kavuşurlarken, malesef Fulci, bugün dünyadaki Fulci hayranlığının boyutlarına şahit olamadı.
Hostel II (2007) ve Kill Bill vol.2 (2004) filmlerinin ikisinin de sonunda teşekkürler kısmında Lucio Fulci’nin ismi olması, Fulci’nin modern korku sineması üzerindeki etkisine işaret ediyor.
Şahsen, en sevdiğim yönetmenlerden biri hatta belki de birincisi olmasına rağmen, her Fulci filmi izleyişimde bu adamın tembel bir dahi mi, yoksa şanslı bir aptal mı olduğuna bir türlü karar veremiyorum. Filmlerinin çoğunu izlerken epey sıkılmama rağmen bu filmlere karşı apayrı bir sevgi besliyorum. Fulci filmlerindeki kötü oyunculuklar ve rezil senaryolar içinde saklı kimi detaylar, olaylar ve hisler bana başka herhangi bir filmde kolay kolay yaşayamayacağım bir tecrübe yaşatıyor diyebilirim. Fulci’yi bir şekilde HP Lovecraft ve Slayer‘a çok benzetiyorum. Adeta varoluşun ta kendisine isyan eden, sanat eseri ve ucuz (pulp) popüler kültür ürünü olmak arasında sıkışmış eserlerin yaratıcıları… Fulci’nin filmlerinde Lovecraft ve Slayer’ın eserlerinde bulduğum son derece fantastik, hem yüzeysel, hem çok derin ve çok karanlık bir atmosfere kapılıyorum. Enteresan bir şekilde bu karanlık bana, gerçek hayatın içindeki adeletsizlik, zulüm ve yıkımın içinde nefes almamda yardımcı oluyor. 50’den fazla b-filme imza atan Fulci’nin yönetmenliğini yaptığı 16 film izlemiş bulunuyorum bugün itibarı ile. Fulci’den 16 film izlemiş olan başka biri varsa hemen bir adım öne çıksın lütfen…
Fulci esas olarak Zombi 2 (Zombie) (1979), The Beyond (1981), House by the Cemetery (1981) ve City of The Living Dead (The Gates of Hell) (1980) filmleriyle tanınıyor. Bu 4 filmin de ortak noktası fantastik sinema, korku sineması ve vahşet sinemasının içiçe geçiyor olması. Sembolik korku filmi öğeleri, karanlıktan daha karanlık atmosferler ve sınır tanımayan vahşetlerle dolu Grand Guignol sahneleri… 20 yıl önce kopyaları toplattırlıan, sinemada gösterilmesine birçok yerde izin verilmeyen ve defalarca sansüre uğrayan bu 4 film de, bugün, artık korku ve fantastik sinema dünyasında birer başyapıt sayılıyorlar.
Ancak Fulci sineması bundan çok daha fazlasını içeriyor. Kariyerine komedi filmleri ile başlayan Fulci, daha sonra western’den bilim-kurgu’ya kadar bir çok janrada b-filmlere imza atıyor. Fulci’nin en bilinmeyen filmleri aslında belki de en enteresan unsurulara sahip olan filmleri: Rollerball (1975) kopyası Warriors of the Year 2072 (1984) ile Fulci, Bruno Mattei ve Joe D’amato gibi dönemin diğer trash yönetmenlerinin yaptığı gibi İtalyan post-apokaliptik janrasına da ucundan giriyor. Conan filmlerinden etkilendiği aşikar olan, ancak içinde The Beyond-vari dehşetler de barındıran, hakkı olan kıymet kesinlikle verilmemiş Conquest (1983), benim için Fulci’nin en keyif aldığım filmlerinden biri. Bununla beraber The New York Ripper‘daki (1982) Donald Duck sesi çıkaran katil, yine aynı yıl çekilmiş olan Manhattan Baby‘deki (1982) nazar boncuğunun saçtığı dehşet, Black Cat‘in (1981) benzersiz açılış sekansı ve direk TV için çekilmiş olan Sweet House of Horrors‘daki (1989) çocuğun cenazeye gelme sekansı… gibi, her bir Fulci filminde, seyirciyi karanlık ama harika sürprizler bekliyor. Bunla beraber Aenigma‘daki (1987) Rocky posterinin üzerindeki sümüklüböcek ve Tom Cruise posterinin içinden çıkan kadının ruhu gibi detayları da unutmamak gerek…
Ancak, Lucio Fulci’nin en fazla saygıyı hakettiği filmleri, tartışmasız, giallo’ları diyebiliriz. Genel olarak 1980’lerdeki korku-vahşet filmleriyle tanınan Fulci, 1970’lerde çektiği A Lizard in A Woman’s Skin (1971) ve Don’t Torture a Duckling (1972) gibi iki eşi benzeri olmayan giallo ile birçoklarının gözünde Dario Argento’yu bile geride bırakıyor. Bu iki film de defolu ama yine de harikulade sinematografileriyle göz kamaştırıyor. A Lizard in A Woman’s Skin, sürreal anlatımı ile ön plana çıkarken, Don’t Torture A Duckling ise bir kadının zincirlerle dözülerek öldürüldüğü sahnedeki müziğin kullanımı ile adeta Tarantino’ya ilham kaynağı olmuş diyebiliriz. Don’t Torture A Duckling, zaten sadece ismi ile dikkat çeken bir film. Aslında Fulci, filmin adı ‘Don’t Torture Donald Duck’ olsun istemiş ama Disney’den izin alamamışlar tabi. Yine de bugün imdb sitesinde filmin alternatif isimleri altında ‘Don’t Torture Donald Duck’ı bulabilirsiniz.
Fulci’nin vefat etmeden birkaç sene önce çektiği ve son filmi olarak bilinen A Cat in The Brain (1990) ise Fulci’nin kariyeri açısından son derece manidar bir film. Genel olaral Fulci filmlerine bir bütünlük veren film, adeta Fulci’nin kariyerinin üzerine tüy dikiyor. Fulci bu filmde kendini oynuyor. Konusu şöyle; Kariyerinin son demlerindeki Lucio Fulci, korku filmleri çekerken bir yandan da korkunç kabuslar ve halüsünasyonlar görmeye başlar. Bir psikoloğa başvurmasına rağmen problemleri çözülmeyen Fulci, psikoloğundan da şüphelenmeye başlar. Film ilerdikçe katil Fulci’nin kendisi midir, psikolog mudur, yoksa bambaşka biri midir, izlediklerimizin ne kadarı gerçek, ne kadarı film, ne kadarı halüsünasyondur?… herşey birbirine geçer. Film yer yer o kadar trash ki mesela bir sahnede, katil kıza doğru ilerlerken katilin arkasındaki gökyüzü akşamüstüyken kızın arkasındaki gözkyüzü öğlen 12 güneşi… Dahası Fulci bu filmi yaparken hem kendi filmlerinden hem de başka trash filmlerden birçok sahneyi kesip biçip bir araya dizmiş. Yani filmdeki rüya sekansları ve film içinde film olarak geçen sekansların hepsi başka filmlerden kesilip biçilme. İçerik olarak Fulci’nin felsefesini çok güzel yansıtan, Fulci’ye zaten çoktan hakettiği meşrutiyeti kazandıran ve bunlarla beraber teknik açıdan da bir o kadar zayıf ve trash bir film olan A Cat in The Brain, benim için çok çok önemli bir film. Umarım bu filme değer veren daha çok insanla tanışırım – keza hiç kimsenin bu filmden övgüyle bahsettiğini duymadım bugüne kadar.
Tabi bütün bunların yanında başlı başına bir fenomen olan Zombi 2‘yi apayrı bir yere koymak lazım. George Romero’nun izinden giden ama bir yandan da kendi dünyasını yaratan, ‘göze kıymık batması’ ve ‘köpekbalığı vs zombi’ sahneleriyle hafızalardan silinemeyecek olan Zombi 2, her korku filmi hayranının kesinlikle kütüphanesinde uncut versyonunu bulundurması gereken bir kült klasik. Bilmeyenler neden filmin adı Zombi 2 diye soracaklardır. Birincisi falan yoktur bu filmin. İsmi direk Zombi 2’dir. Böyle bir durum da sinema tarihinde az görülür. Olay şu ki; Romero’nun Dawn of The Dead’i (1978) İtalya’da ‘Zombi’ adıyla gösterilmiştir. Fulci de bu filmin ününden faydalanmak istemiştir! Bu kadar basit ve ucuz bir durum!
Fulci’nin Zombi 2’sindeki zombilerin son derece ucuz ama bir o kadar da etkileyici makyajları ‘Fulci zombisi’ diye bir kavram oluşturmuştur. Daha sonra birçok başka zombi filmi, Zombi 2’deki zombi makyajını taklit etmişlerdir. (not: Shaun of The Dead‘de (2004) Simon Pegg’in telefonla arayıp rezervasyon yapmak istediği restoranın adı Fulci’s‘dir)
Tabi bir de Fulci’nin kariyeri boyunca beraber çalıştığı ve olmazsa olmaz film müziği besteciler var. Fulci’nin en büyük 3 filmi kabul edilen Zombi 2, The Beyond ve City of The Living Dead filmlerinin efsanevi bestecisi Fabio Frizzi olmasa bu filmler asla böyle olamazdı. Frizzi’nin müzikleri de Fulci’nin filmleri gibi bir ucuzluk ve çiğlik barındırıyorlar. Ancak yine aynı Fulci’nin filmleri gibi çok cesur, şahsına münasır ve insanı kalbinden yakalayan müzikler bunlar. Lizard in a Women’s Skin’de Ennio Morricone, Don’t Torture Donald Duck’da Riz Ortolani gibi efsane bestecilerin imzası vardır. Ayrıca giallo ve fantastik korku’yu birleştiren Black Cat (1981)’in açılış sekansında, kara kedi damda yürürkenki o müzik, ve yine bir başka giallo harikası Murder to The Tune of The Seven Black Notes (1977) filmindeki kadının saatinde çalan o harika melodi de Fulci filmlerindeki unutulmayan müzikler arasındadır.
1990’larda İtalyan korku sineması ve genel olaral İtalyan sinema pazarı iyice düşüşe geçerken Fulci’yi de hayatının son döneminde kişisel ve sağlık problemleriyle dolu günler bekler. Kendisiyle yapılan bir röportajda Fulci ”sinema benim hayatımı mahvetti” demiştir… Bir durup düşünmek gerek…
Kariyeri boyunca devamlı sözlü olarak tartıştığı ve hiç hazzetmediği Dario Argento ile sonunda barışıp beraber bir film yapmaya karar verdiği sırada 1996 yılında 68 yaşında hayata gözlerini yummuştur Fulci. Hayatının büyük bir bölümünü diyabet hastası olarak geçiren Fulci son gecesinde insülinini almamıştır. Bu detay, kimileri tarafından unutkanlık kimileri tarafından ise intihar olarak değerlendirilmiştir. Aslında biraz garip bir yakıştırma olacak ama bence Fulci’ye son derece yakışan bir son…
Kişisel bir not olarak belirtmek isterim ki; Fulci ile aramda oluşan bağı, küçükken kendi kendime oyuncaklarımla oynarken kafamda kurduğum senaryolara bağlıyorum. Arada çok önemli bir benzerlik var. Fulci filmleri nasıl bazı Amerikan filmlerini taklit ediyorsa, ben de küçükken oyuncak G.I.Joe’larımla, izlediğim filmlere tıpatıp benzer senaryolar yaratırdım. Ancak benim senaryolarım daha vahşi, daha akılalmaz ve daha uçuk olurlardı. Hollywood filmlerinin o belli bazı kalıplarını deler geçerdim oyunlarımda. Fulci de kendi filmlerinde aynı şeyi yapıyor. Fulci’nin taklit filmleri de, çok ucuz olmalarıyla beraber, geleneksel kalıpları hiçe sayarak, orjinallerinden çok daha sivri ve çok daha uçuk detaylar ile kendi dünyalarını yaratıyorlar…
Tıpkı HP Lovecraft gibi hakettiği değeri göremeyen, anlaşılmamışlık içinde geçen bir hayat Fulci’ninki de… İster bir dahi olarak kabul edilsin, ister niteliksiz bir deli olarak kabul edilsin, Lucio Fulci’nin benzersiz bir sanatçı olduğu kesin. Fulci hayranları tarafından bugün heryerde dile getirilen ”Fulci Lives!” (Fulci Yaşıyor!) sözü son derece manidar bir slogan olmakla beraber… kimbilir, belki de hakikaten içinde bir gerçeklik payı vardır…
Fulci ile 1982 yılında ”Starbust” dergisisinin yaptığı röportajdan seçtiğim bir kısmı Türkçe’ye çevirerek burada yazımın sonuna eklemek istiyorum:
(Röportajı yapan Lou Rinaldi. Röportajın yayınladığı dergi ”Starbust” – sayı 48 Zombies of The Screen özel sayısı)
(Röportajı yapan Lou Rinaldi. Röportajın yayınladığı dergi ”Starbust” – sayı 48 Zombies of The Screen özel sayısı)
-Sizi filmlerinizdeki korku ve vahşet yüzünden suçlayanlara ne diyorsunuz?
Korku ve vahşet benim için asla hedef olmamıştır. Beni esas ilgilendiren ”fantastik” öğesidir. Aslına bakarsanız City of The Living Dead‘de anca bir iki tane vahşet sahnesi vardır; esas olan filmdeki tansiyondur. Artık dehşet için dehşetten vazgeçtim. Onun yerine bir kabus filmi yapmak istedim. Korkunun ve kötülüğün her daim mutlak olduğu bir kabus filmi. Hatta bazen kötü niyetle olmasa da yine de vasıl olan bir dehşet. …
Benim için City of The Living Dead, kötü rüyaların metafiziksel tarafının bir yorumu.
…
Bir de vurgulamak isterim ki, seyirciler genellikle bir dehşet sahnesi bittiği zaman alkış koparıyorlar. Dehşet sahnesi devam ederken değil. İnsanlar benim filmlerimi içerdikleri vahşet yüzünden suçlarken çok yanılıyorlar. Sansürler benim filmlerimi yasaklayarak büyük bir hata yapıyorlar. Vahşete iştirak etmek şöyle dursun, tam tersine benim filmlerimde insanlar içlerindeki dehşetten arınıyorlar. Film, onlar için içlerindeki dehşeti azat edecekleri, özgürlüklerine kavuşacakları bir katalizör oluyor.
-Evet, zaten seyirciler de bir vahşet sahnesinden daha çok bir zombi yandığı zaman alkış tutuyorlar değil mi?
Tabi, seyirciler aslında her zaman kötülüğün karşısındalar. Bence bir Clint Eastwood filmi gençlik için benim filmlerimden çok daha zararlı. Benim filmlerim bittiği zaman seyirci bir kabustan uyanıyo, dejarj olmuş ve rahatlamış oluyor. Fantastik sinema, bu açıdan, özellikle gençler için, kesinlike bir arınma ve özgürlüklerine kavuşma fırsatı teşkil ediyor.
-The Beyond‘u yaparken aklınızda City of The Living Dead‘e bir devam filmi yapmak mı vardı?
Hayır, ben bütünüyle bağımsız, kendi başına bir film yapmak istedim. The Beyond aslında konusuz bir film: bir ev, insanlar, ve ‘beyond’dan (öte dünyadan) gelen ölü insanlar. Film, belli bir mantık izlemiyor. Sadece bir görüntüler bütünü. Filmdeki Kranlıklar Denizi mesela, kendi başına apayrı bir dünya. Bence her insan kendi içindeki kötülükler doğrultusunda, kendi iç cehennemini seçer. Bu yüzden ben Cehennemden korkmuyorum. Zaten Cehennem hepimizin içinde. Ama enteresandır ki, bir Cennet’in varlığına inanamıyorum… Katolik olmama rağmen. Aslında belki de Tanrı beni terketmiş olabilir. İçinde yaşadığımız dünya ancak Cehennemin nasıl bir yer olduğunu tahmin etmemize el veriyor. Bu yüzden desıkça kendimi Cehennemi hayal ederken buluyorum. Sonuç olarak diyebilirim ki, benim anladığım kadarıyla Cennet tasvir edilemez. Hayal gücü, Cehennemin dehşetleri altında daha güçlü…
-Bir Katolik olarak ”iyi ve kötü”ye inanıyor musunuz?
Bu belki size garip gelebilir ama ben Bunuel gibi Tanrı’yı aradığını söyleyen birine göre daha mutlu bir adamım. Ben Tanrı’yı insanların çektiği acılarda buldum ve benim çektiğim azap Bunuel’inkinden daha büyük. Çünkü ben sonunda farkettim ki Tanrı, acı çekmenin Tanrı’sı. Ateist’leri kıskanıyorum o açıdan, onalrın böyle dertleri yok. The Beyond’un konusu olmadığı için beni suçlayanlar anlamıyor ki bu film bir görüntüler bütünü (kompozisyonu).Böyle bir filmi anlamanın çok güç olduğunu söylüyorlar. İpe dizilmiş bir şekilde ilerleyen filmleri anlamak kolaydır. En dangalak bir insan bile Molinaro’nun La Cage aux Folles‘ini veya John Carpenter’ın Escape From New York filmlerini anlayabilir. Ancak The Beyond ve Argento’nun Inferno gibi filmleri bağımsız, kendi başlarına eserlerdir (Fulci burada ‘absolute film’ tabirini kullanıyor)
-Sizin için hayatta en önemli şey sinema mıdır?
Ben hayatımı mahvettim sinema uğruna. Ailem yok, karım yok, sadece kızlarım… Bütün kadınlar beni terketti çünkü hiçbir zaman işim hakkında düşünmekten vazgeçemiyordum. İki hobim köpeklerim ve yelkenlimdir. İş benim için çok önemli. John Ford’un bir zamanlar dediği gibi, ”Biliyorumki barlarda benim hakkımda kötü şeyler konuşuyorlar. Ama ben onlar konuşurken, dağlarda kızılderililerle film çekiyorum…”
tesadufe bakin bende dun 5 gore filmi aldim ve icinde Cat in The Brain fimide var
eline saglik yazi guzel olmusss.
15 sene sonra bu yaziya yorum garip olacak ama kendimi tutamadım mecburdum çünkü lucio fulci benim için de bir sinema ilahıdır en favori 10 yönetmenimden biridir ve dün gece itibarıyla 1964 yapımı i maniaci filmini de İtalyanca ve kötü bir kopyadan da olsa izleyerek 28.fulci filmimi tamamlamış oldum can evrenol kardeşime göndermedir..TV için yaptığı filmlerle tam 54 uzun metraji olan ustayla tanışmam henüz 11 yaşımdayken İskenderun’da şimdi artık tarih olan Mehtap sinemasında gerçekleşti..iki afiş vardı karşımda iki film birden bi tanesinde büyük bir şehre doğru (New York ) Brooklyn köprüsü üzerinde sanırım yürüyen bi zombi ordusu resmi ve altında Yüzde 99 ölüm yazısı ( evt Zombie 2 – 1979)..bu bile beni o sinema salonuna o yaşımda sokmaya yeterken diğer afişte elini ileri doğru uzatmış,siyah hakim cübbeli esmer güzel kadın ve altında filmin adı ” Ne Sevimli”…( Evt la pretora 1976 ve efsane edwige fenech)…nerden bilirdim o yaşta bu iki ayrı türde aynı salonda karsima çıkan iki filmin yönetmeninin aynı olduğunu,bu ilahi bi işaret diilmiydi sonraki yıllarimdaki delice sinefilligimin ve fulci manyakligimin…bu iki filmi de daha ergenligine girmemiş bi çocuğun zihnine bi daha cikmamacasina kaziyan etki nerdeyse 50 yaşıma yaklasirken hala taptaze…yıllar sonra gittiğim İskenderun’da artık sadece yıkıntı küçük bi yan duvari kalmış o sinemanın önünde dururken akittigim gözyaşlarında yeminle senin etkin de var lucio baba…hangi yönetmenin kişisel tarihinde,senin 1981 yılına sigdirdigin gibi tek yilda 3 başyapıt birden var ki…gatto Nero,the beyond ve house by the cemetary…hangi yönetmenin filmografisi bu kadar zengindir ki,tarihi filmler,westernler,polisiyeler,sonra giallolar,korku klasikleri…hatta yillar sonra onu tanidigimda farkettigim gibi araya serpistirilen bikac erotik macera hem de edwige fenech,Laura antonelli,agostina belli ve corinne clery gibi çocukluk ve gençlik asklarimizla…(the eroticist 1969,la pretora 1976,the devil’s honey 1986)….lizard in a woman’s skin, dont torture a duckling,four of the apocalypse,the psychic,City of the living dead,Newyork ripper,Manhattan baby,conquest,murderock,aenigma,zombi 3,a Cat in the brain,demonia…..daha ne diyim ne soyliyim herşey ortada…var olduğun için,herşey için…sinema için sonsuz teşekkürler büyük ustaya….sabırla okuyan olduysa da uzattiysam affola dostlar…