Hollywood’la haşır neşir oldukça, ticarileşmenin doruğuna tırmanan Luc Besson, tüm günahlarına rağmen en sevdiğim yönetmenlerden biridir. Amerika’daki selefi Joss Whedon gibi kadın protagonist’li hikayeleri işlemek konusunda belirgin bir ilgisi olan Besson, bu sene söz konusu eğiliminin ürünleri arasına Scarlett Johansonn’ı da dahil etti. Limitless ile sinema dünyasının odağına oturan “Beynimizin yüzde kaçını kullanıyoruz?” sorusu, Lucy’nin de temel istifhamı olmuş. Fakat bilimkurgu / aksiyon dalında seyirlik haline gelen bir öykü için, ne yazık ki olayın yalnızca ambalajlı kısmına değiniyor. Çünkü bilimsel olarak beynimizin %10’unu kullandığımız inancı ne yazık ki tamamen hurafe. Ne yazık ki diyorum, çünkü insan ırkı olarak %100’e yakın bir oranla geldiğimiz sonuç ortada. Sanırım uzun yıllar boyunca, şiddete yol açan özelliklerimizden kurtulamadığımız müddetçe, tür olarak bundan daha iyi bir yere de gelemeyeceğiz.
Evrim Ağacı’nda yayınlanan bir makaleye göre insanlar (ve muhtemelen beyni olan hayvanların tümü), beyinlerinin %100’üne yakınını kullanıyor. Yani Lucy’de iddia edildiği gibi beynimizin kullanılmayan hiçbir noktası yok. Kimi koşullarda bölgesel kullanım oranı değişiyor olabilir ancak bu, beynin herhangi bir bölümünün “kullanılmadığı” ya da “harekete geçmeyi bekleyen gizli güçler” sunduğu anlamına gelmiyor. O nedenle Lucy’i ağırbaşlı bir bilimkurgu değil, eğlencelik bir fantastik kurgu olarak izlemekte fayda var. Zaten öyle bakıldığında izleyiciye daha fazla zevk vadediyor.
Konuya gelirsek eğer… Bir haftadır tanıdığı bir adamla muhabbeti ilerleten Lucy, hovarda bir üniversite öğrencisi. Partilerken samimiyet kurduğu Richard’ın oyununa gelip, son derece tehlikeli bir uyuşturucu ticaretinin ortasında buluyor kendini. Oldukça acımasız olan Kore mafyası, bir şekilde bilimin sınırlarını zorlayıp anne karnındaki büyümeyi tetikleyen maddenin sentetik bir kopyasını üretmiş ve bu son derece “ilginç” sonuçlar doğuran ürünü sokaklara sürme planı peşindeler. Bu nedenle belli başlı metropollere dağıtım yapılabilmesi için, seçtikleri kurbanların karın boşluklarına uyuşturucu paketlerini yerleştiriyorlar. Lucy de istemsiz biçimde kurye olmayı kabul ediyor. Fakat daha yola bile çıkmadan, kendisini taciz eden bir Korelinin saldırısına uğrayıp karın boşluğundaki maddeye ağır miktarda maruz kalıyor. Bundan sonra söz konusu değişim gerçekleşiyor zaten; artık her geçen saniye Lucy beyninin daha fazlasını kullanır hale gelip, sınırları zorlayan insanüstü güçlere kavuşuyor.
Gördüğünüz üzere baştan sonra gediklerle dolu bir hikaye bu. Bu son derece olağanüstü, hatta insan ırkının geleceğini etkileyecek, uzay / zaman devamlılığını bükecek kadar güçlü maddenin Kore mafyasının elinde ne işi var? Diyelim ki bir şekilde bu maddeyi yaratmayı başardılar, neden ne idüğü belirsiz, ecnebilerce low-life tabir edilen sokak serserilerine taşıtma riskini alıyorlar? Nasıl oluyor da Fransa’nın göbeğinde üniversite basabilecek kadar gücüne güvenen bir grup, böyle akıl dışı sonuçlar doğurabilecek bir maddeyi kolayca tespit edilebilecek ticari uçuşlarla dağıtmayı düşünüyor? Ve eğer Lucy bu doza maruz kalıp hayatta kalmayı başarabilmiş tek kişiyse, ona bu özelliği veren şey ne? Yani beynin şu kadarını kullanıyoruz, kullanmıyoruz muhabbetine gelene kadar senaryonun işlenişinde de önemli problemler görüyoruz. Eh, aksiyon yönünden de çok parlak bir örnek olmadığı için ne yazık ki Lucy’i iyi bir film olarak niteleyebileceğimiz çok fazla şey yok elimizde… Birşey hariç: Varoluşçuluk.
Lucy’nin monoloğu ile başlayan egzistansiyalizm eleştirisi, film üzerinde düşünmenin en fazla zevk veren yanı. Bizi biz yapan şeyler, psikolojik ve kültürel devinimlerimiz; Lucy’nin bir “engel” olarak tanımladığı bireysel deneyimlerimizle varoluyor. Örneğin yaşadığımız acı, o anki gerçeği algılamamıza mani olan şey. Ölçeği büyüttüğümüzde varoluşumuzun tüm nedenlerini anlayabilmemizin önünde kocaman bir mizar duruyor; varoluşumuzun temel sonucu olarak biz… Kendimiz. Korkularımız, güdülerimiz, isteklerimiz, hayallerimiz; kısaca bizi biz yapan herşey insanın somut varlığından oldukça uzak, soyut kavramlar. Ve bizi tanımlayan ana özelliklerimizin altından bu soyut kavramlar çıktığı için filmin beynimizin tamamını kullanmakla idealize ettiği bilinç düzeyine asla ulaşamıyoruz. Sartre’ye göre tüm varoluşun başlangıcı insandır. İnsan kendisiyle yüzleştiğinde, dünyadaki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey bu algının içerisinde kendini tanımlar. Bu iyimser düşüncede birey ‘kötü’ bir insan olmak yerine birçok farklı yol içinde hareket etmeyi seçebilir. Burada açık olan şudur ki, insanların iyi veya kötü olmayı seçebilmeleri için, zoraki bir esas kabul edilebilecek hiçbir şey yoktur. Lucy ise bunun tam tersi olarak, kendisini gerçeğin yitiminde buluyor. İnsani özellikler varoluşun anlamının başladığı yer değil, tam tersine bittiği yer. Varlık ve hiçliğin arasındaki ince çizgide yürüyor ve sona geldiğinde, “hayat” adını verdiğimiz sürecin başındaki amaçtan başkasını hedeflemiyor: “Bilgiyi, senden sonrasına aktar.” O kadar. Daha azı ya da fazlası yok. Duygular, koşullar, durumlar, değişkenler bu amaç doğrultusunda bir etken değil. Varoluşumuzun temelinde tek bir yapıtaşı var; o da sahip olunan ne varsa, varoluş sonrasına aktarmak; yani zaman. Varoluşumuzu belirleyen tek unsur olan zamanda, bir sonraki ana aktarılamamak hiçliğin, varolmamanın tanımını oluşturuyor.
Bu son derece çerezlik filmin, bu kadar akıl kurcalayan, derin bir düşünceye değinmesini gerçekten takdir ettim. Keşke işlenişi de özü kadar zengin olsaymış… Heyhat. Ne yazık ki Besson’ın aralara serpiştirdiği imgeler, bu fikri aktarmak için yeterince etkili olmuyor. Fakat kusurlu da olsa varolmak, hiç olmaktan iyidir diyerek bu filme varolması için bir şans tanıyabilir, ona zamanınızı ayırabilirsiniz.
Herkese şimdiden iyi seyirler.