Methini çok duyduğum Takeshi Miike sinemasıyla 2000’li yılların başında tanıştım. Aynı hafta içinde Shinjuku Triad Society (Shinjuku kuroshakai: Chaina mafia senso, 1995) ile Fudoh: The New Generation (Gokudo sengokushi: Fudo, 1996) filmlerini izlediğimi hatırlıyorum. Hemen ulaşabildiğim diğer filmlerini buldum ve iki filmi, yaşadığım görsel şoklarla aklımı başımdan aldı: Dead or Alive (Dead or Alive: Hanzaisha, 1999) ve Bijitâ Q (2001). Dead or Alive o kadar beklenmedik bir şekilde ilerlemişti ki âdeta nefesim kesildi. Ama beni şoka sokan film, pervasızlığıyla nam salmış Bijitâ Q (2001) oldu. Tabii o tarihlerde henüz Pasolini’nin Teorema’sını izlememiştim, o nedenle film beni allak bullak etmişti. Daha önce izlediğim hiçbir filme benzemeyen bir film izlemiş, derhal Miike’nin diğer filmlerini aramaya başlamıştım. Hayranı olduğum film bu süreçte karşıma çıktı: Ichi the Killer (Koroshiya 1, 2001).
Audition’ın (Odishon, 1999) 2000’lerin hemen başında tüm dünyada gösterime girmesiyle birlikte Miike uluslararası arenada belirli bir saygınlık kazanmaya başladı, Tarantino gibi sinefiller ona büyük destek verdiler. Sonrası çorap söküğü gibi geldi: Graveyard of Honor (Shin jingi no hakaba, 2002), Gozu (Gokudo kyofu dai-gekijo: Gozu, 2003) ve daha niceleri… Miike çektiği filmin türü, konusu ne olursa olsun, her seferinde belirli bir sinema duyusuyla imzasını atmaya devam ediyordu. Çok sık film çekmesine rağmen hemen her filminde özgün anlar yakalamak mümkündür ve çoğu belli bir çıtanın üstündedir. Netflix’in öncesinde haber vermeden, bir anda kataloğuna eklediği son filmi Lumberjack The Monster (Canavarın Maskesi, 2023) buna iyi bir örnek.
Canavarın Maskesi’nin bilhassa inandırıcılık bakımından çeşitli falsolara sahip bir senaryosu olmasına rağmen gerek kurgusu gerekse sinematografisi bakımından düzgün bir seri katil filmi olduğunu söyleyebilirim. Merak duygusunu taze tutmayı başaran, iyi çekilmiş, sürükleyici bir gerilim. Konusu da ilginç. Küçük çocukları kaçırıp karanlık amaçlarla beyinlerine çip yerleştiren manyak bir çiftin hikâyesinden başlayarak 30 yıl sonrasına sıçrıyor ve kanlı bir seri katil filmine dönüşüyor. Ama olayı ilginç kılan süreç, kurbanlarının kafatasını parçalayarak beyinlerini çalan seri katil tarafından saldırıya uğrayan bir kişinin bunu sanki bir soygunmuş gibi göstererek polisten gizlemesiyle başlıyor. Amacı, seri katili bizzat bulmak. Evet, o ürkütücü Canavar Oduncu öyküsüyle paralel şekilde ilerleyen hikâyenin geri kalanı Toma’ların evindeki o vaatkâr açılış sahnesinin epey altında kalıyor ama yine de seyirciyi sürekli ters köşe yapan bol sürprizli bir öyküsü var, sunduğu ilginç argümanlar da cabası. Bilhassa filmin empati kurma becerisinin olumlu ve olumsuz taraflarını masaya yatırdığı bölümleri üzerinde düşünülmeye değer buldum.
Aktör Kazuya Kamenashi, karakteri Akira Ninomiya’nın geçirdiği değişimi ve o ikircikli ruh hâlini yansıtmakta başarılı. Son sahnesindeki son eylemine kadar onun değişip değişmediğinden (eskisi gibi bir psikopat olmadığından) bir türlü emin olamıyorsunuz. Bıçak sırtı diye nitelendirebileceğim zor bir yükün altından kalkıyor. Eğer Kamenashi bu rolde yetkin bir oyunculuk sergilemeseydi öykü zerre kadar çalışmaz, film tümüyle çöpe giderdi.
Tabii bu yazıyı filmin sinematografisinden, sanat tasarımından, renk ve aydınlatma tercihlerinden bahsetmek için yazdığımı gizleyecek değilim. Filmde gerek kapalı mekânlar gerekse dış çekimlerde gözle görülür bir kalite var. İç mekânlarda prodüksiyon tasarımı, ışık kullanımı çok iyi, avukatın evini ve Toma’ların malikanesini bu örnek gösterebilirim. Her şey renk uyumu da gözetilerek özenli bir şekilde bir araya getirilmiş. Avukatın ofisi ve evi müthiş bir simetriye ve aydınlatmaya sahip. Raflardaki nesneler, vazolar, süs eşyaları karakterin dışarıya yansıtmayı sevdiği ruh hâlini gösteriyor. Akira her zaman iyi giyimli, traşlı, janti bir abimiz. Obsesif özellikleri bir sandıkta ya da çekmecede tuttuğu nesnelerin temizliğine bile yansımış durumda. Tertipli ve temiz biri. Aynı durum, filmdeki en karanlık figürlerden biri olan doktor için de geçerli.
Canavarın Maskesi’nde kimin peşine takılıyorsak filmin sinematografisi (özellikle renk paleti) o karakterin ruhuna uygun şekilde değişiyor. Öykü cinayetleri soruşturan ama sonradan görevden alınan polisi ya da onun zamanında eziyet ettiği şüpheli Takeshi’yi odağına aldığında tasarım bariz bir şekilde değişiveriyor. Mesela Takeshi söz konusu olduğunda çerçeveler daralıyor, ekranda gördüğümüz şeyler daha çok kirli, paslı ve pis şeyler oluyor. Profilci müfettiş hanımı takip etmeye başladığımızda ekrana bir düzen, intizam hâkim oluyor. Renkler daha parlak ve belirgin hâle geliyor. Kamera doktor beyi odağına aldığında çerçeveye beyazın hâkim olduğu daha pastel renkler görüyoruz. Toma’ların evinde karanlık (loş ışık) ve alev/ateş âdeta dans ediyor. Emniyet müdürlüğündeki sahnelerde aydınlatma hemen zayıflıyor, film siyah takım elbise yoğunluklu soğuk ve resmî bir görünüm kazanıyor. Canavarın Maskesi görsel açıdan göz alıcı sahnelerle dolu.
Dış mekân çekimlerine gelince… Akira’yı ilk kez gördüğümüz sahneyi ele alalım. Beyaz arabasıyla sayfiyede ilerliyor. Kamera birdenbire çok yüksekten bir kuş bakışı atıyor bu seyre. Ses aniden kesiliyor. Avukat beyin ağaçlık bir alanın ortasında yılankavi kıvrımlar çizen bir yolda olduğunu anlıyoruz. Birkaç saniye boyunca sükûnete tanıklık ediyoruz. Otomobil virajlarda ilerliyor. Sonra sol taraftan siyah bir araba kadraja giriyor. Akira’nın beyaz renkli arabasıyla kontrast yaratan bir renk bu. Derken tedirginlik uyandırıcı tempolu bir müzik sessizliği yarıyor. Ormanlık alandaki yolda ilerleyen beyaz arabanın siyah araba tarafından takip edildiğini anlıyoruz. Müthiş bir çerçeve. Miike her zaman yaptığı gibi takibi kısa kesmelerle hızlandıracak ve amansız takibe sürpriz bir hamleyle son verecek. Sonrası bir trafik kazası ve hemen ardından işlenen hunharca bir cinayet… Toma’ların malikanesinden sonra gelen ilk sahne işte bu. Finale kadar öykü bu yol gibi zigzaglar çizecek, çeşitli yol kazaları ve cinayetler yaşanacak ve sonunda öyküler birleşecek. Hem de pek beklemediğimiz bir şekilde.
Canavarın Maskesi (Lumberjack The Monster, 2023) tek başına Takeshi Miike sinemasının özeti gibi bir film. Saçma yerleri var mı, var. Doktorun kılık değiştirdiği sahne gibi. Ama Miike’nin sinemasında görülen olağan/normal durumlar bunlar. Canavarın Maskesi çeşitli aksaklıkların hoş görüldüğü, bazı uçların açık kaldığı (psikopat doktor vb.) ama tuhaf ve ilgi çekici bir konuya sahip, eksantrik karakterlerle dolu, sinematografik açıdan heyecan dolu bir deneyim. Bol sürprizli Miike sinemasının mütevazı bir özeti. Seven sever, sevmeyen sevmez. Ben onun sinemasını seven taraftayım, tabii karar sizin. Bu arada, ustanın ilk iki paragrafta adını andığım eski Miike filmlerinin tamamına kefilim. İyi seyirler…
Kataloğunda inanılmaz çeşitlilikte film var Miike’nin. Ben açıkçası 13 Assassins gibi özel bir sinema deneyimi yaşadıktan sonra First Love filminden de çok büyük keyif almıştım. Blade of the Immortal da bir uyarlama olarak düşünüldüğünde çok iyi bir yapımdı.
Lumberjack the Monster‘ın Miike’nin imzasını taşıdığı yadsınamaz. Ertan Bey’in değerlendirmesine de katılıyorum. Ancak benim beklentim belki de çok yüksekti.
Kazuya Kamenashi’nin etkili oyunculuğunun yanı sıra insan vicdanı ile ilgili etik ve ahlaki sorular sorması ve düşündürmesi hoşuma gitti. Ancak bazı karakterlerin psikolojik ağırlığı olan unsurlar yerine senaryoyu ilerleten parça vazifesi görmesi beni üzdü.