‘’Edison’un kinetoskopu, bizi kalabalık bir salondaki seyircilere, hareket eden insanlara, nesneleri hareket eden bir perde üzerinde, gerçeğe uygun bir biçimde gösterebilme düşüncesine yöneltti. 1894 yılı sonuna doğru bir sabah kardeşimin odasına gittiğimde, bana rahatsızlandığı için gece uyuyamadığını ve düşündüklerimizi gerçekleştirebilecek bir düzenek hazırladığını söyledi. Görüntü içeren film, kenarlara açılacak deliklere sırayla girecek tırnaklar aracılığıyla, dikiş makinesindeki yönteme benzer bir biçimde yukarıdan aşağıya doğru hareket ettirilecekti. Kardeşim bir gecede sinematografı bulmuştu.’’

blank

Sinema hayatın bir yansıması aslında… Hayatımızın izdüşümü çoğu kez… Bazen de hayallerimizi harekete geçiren ve belki de hiçbir zaman yaşamımızda göremeyeceğimiz ayrıntıları bize gösteren bir görüntüler geçidi… İlk kareler beyaz perdeye yansıdığında Lumiere Kardeşler nasıl bir mucizeye imza attıklarının farkında değillerdi. Bugün çok büyük rantların döndüğü, yalnızca sanatı değil birçok sektörü de kendi fırtınasında alıp sürükleyen koca bir dünya var karşımızda. Öyle bir sektör ki her türlü düşünce, ideal ve hayal yansıyor o perdeden. Etkiliyor hayatlarımızı sonuna değin…

İnsan araştırabilen ve bilgiyi kendi gelişimi, değişimi için kullanabilen tek yaratılmış. Doymak bilmeyen iştahı ile acaba demeye devam ettiği 19. yüzyıl sonlarında ise farklı bir arayış içindeydi insanoğlu. Hayattan kareler çalıp onları izleyen gözlerin önünde su misali akıtmanın peşindeydi. Amerika ve diğer Avrupa ülkelerinde sinema dediğimiz sanat için araştırmalar süredursun bu onur Fransız iki kardeşin ellerine düştü. Louise ve Auguste Lumiere kardeşler 13 Şubat 1895’de sinematografı icat etti.

Babaları Antoine Lumiere resim öğretmeniydi. Renkleri, ışığı, yansımaları nasıl kullanacağını öğrettiği öğrencileri vardı onun. En çalışkan öğrencileri ise oğullarıydı. Baba Lumiere öğretmenlik günleri sona erdiğinde oğullarıyla beraber Lyon’da fotoğrafçılığa başladı. Kısa bir süre sonra işini büyüten Lumiere ailesi günde dört bin metre fotoğraf kâğıdı üretebilecek duruma gelmişlerdi. Fakat bu kardeşlere yetmiyordu. Onlar bu donuk kareleri nasıl canlandıracaklarının derdine düşmüşlerdi ki uzun araştırmalardan sonra bulmayı başaracaklardı.

Baba Lumiere Paris’e yaptığı bir gezi sırasında çocuklarının gözlerini parlatacak bir cihaz satın aldı. Amerikalı Edison adındaki bir mucidin icat ettiği kinetoskop… 6000 franka satın aldığı bu cihaz tek kişilik sinemaydı. Büyük bir kutunun içinde, bir lambanın ışığında oynayan 35 mm’lik kısa filmleri seyirci kutunun üstündeki bir bakaçtan izliyordu. Luise Lumiere bu cihazı gördüğünde aklında beliren görüntü netti. Bu görüntüyü yüzlerce kez büyütebilmeyi ve bir perdeye aktarmayı istemekteydi.

Lumiere kardeşler 13 Şubat 1895 yılında kinetoskpotan ilham aldıkları sinematografın patentini almayı başardılar. Sinema, tarihini başlatmış oldu böylece.

‘’Cinematographe Lumiere’’ geliştirdikleri sinematografın patent adıydı. İlk sinematograf hem alıcı hem de gösterici işlev görüyordu. Alıcının çektiği görüntülerin basımı da sinematografın içinde gerçekleşiyordu. En önemlisi de görüntüleri perdeye yansıtmak için gereken hız da kardeşler tarafından bulunmuştu. Lumiere kardeşlerin ilk filmlerinde objektifin önünden saniyede 15 görüntü geçiyordu. Sessiz sinema 1920-1922 yılına kadar saniyede 16 görüntü, daha sonrasındaysa saniyede 18 görüntü kullanılacaktı. Sesli sinemaya geçildiğinde ise sesinde görüntüye uyum sağlaması için bu hız saniyede 24 görüntüye yükseltilecekti.

Lumiere kardeşler ilk gösterimlerini 22 Mart 1895’de Paris’te ulusal sanayi destekleme derneğinde yaptılar. Film ‘’Lumiere Fabrikasından İşçilerin Çıkışı’’ adını verdikleri bir dakikadan biraz daha uzun süren bir yapımdı. Daha sonrasında çeşitli derneklerde de gösterim yapıldı ve çok büyük bir ilgi gördü. 28 Aralık 1895’de ise ilk halka açık gösterimini gerçekleştirdi Lumiere kardeşler. İlk gösteride on film sunuldu ve yaklaşık yarım saat sürdü. Program şöyle tanıtılıyordu:

‘’Auguste ve Louise Lumiere icat ettikleri bu aygıt, belirli bir süre boyunca objektifin önünde gelişen hareketleri birbirini izleyen bir dizi fotoğrafla saptar, sonra bunların görüntülerini bir salondaki perde üzerinde hareketli olarak gösterir.’’

İlk gösteride şu filmler gösterildi;

Lyon’da ki Lumiere Fabrikası’ndan çıkan İşçilerin Çıkışı, Bebeğin Kavgası, Tuileries Havuzu,  Trenin La Ciotat Garına Gelişi, Alay, Nalbant, Kâğıt Oyunu, Ayrık Otlar, Duvar, Deniz…

Ücretli olan bu gösteriyi tam 35 kişi seyretti. Aslında seyirciler nasıl bir devrimi seyrettiklerinin farkında bile değillerdi o sırada. Lakin gösteri çok beğenildi. Özellikle Trenin La Ciotat Garına Gelişi adlı görüntü çok büyük ilgi gördü. Hatta seyircilerin üzerlerine gelen treni gördüklerinde heyecan içinde çığlık attıkları ve sandalyelerinin altına saklanmak istedikleri söylenir. Usta yazar Ercüment Ekrem Tolu ise bu durumu kendi üslubuyla şöyle anlatacaktır;

‘’Avrupa’nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savrulan bir lokomotif, peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtım üzerinde telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş geliş! Hepisini sara nöbetine tutunmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı, ölçüsüz ve acayip ki… Tren kalktı elbette ki sessiz sedasız. Aman Yarabbi! Üstümüze doğru geliyor! Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar, ihtiyaten yerlerini terk ettiler. Hani ya bende korkmadım değil; lakin merak gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçip gitti.’’

İzleyici kitlesi o gün bizim gibi perdeden akıp giden ve bir hikâyesi olan anlatımlar istemiyordu. Kitlenin tek bir beklentisi vardı, canlı ya da cansız perdede hareket eden gözleriyle görebildikleri görüntüler. Onlar geçip giden bir treni seyretmekten haz duyuyorlardı. Hızla ilerleyen insan güruhunu görmekten zevk alıyorlardı. Bu görüntüler onlar için mucizevîydi.

Kardeşler geliştirdikleri bu sistemi kimseye satamasalar ve bunun geleceği olmadığını düşünseler de film çekmeye devam ettiler. Lakin bu tecrübe onlara da izleyicileri kadar büyük bir keyif veriyordu. Gerçekten de ilk gösterimlerini 35 kişiye yapmalarına karşın bir süre sonra gösterimleri kapalı gişe oynamaya başladı. Onların bu mucizelerini seyretmek seyircileri için büyük bir ayrıcalıktı günün sonunda. Gösterilerde çıkan tek ses oluyordu filmler boyunca o da izleyicilerin çıkardıkları hayret nidaları. Bir süre sonra onların seslerini bastırmak için kardeşler gösterilerini müzik eşliğinde yapmaya başladılar. Sabah 10’dan gece yarısına dek gösteri yapılır olmuştu artık. Kardeşler bu ilgiyi ceplerine koyup ülke ülke gezmeye başladılar. Yeni görüntüler ve yeni izleyiciler kazanmak adına. Gittikleri her yerde aynı yoğun ilgiyle karşılaştılar.

Başlangıçta kardeşler bu işin geleceğinden ümitsiz oldukları için çekimlerinin yalnızca altı ay, bir yıl arasında devam ettireceklerini söylediler. 1896’da İstanbul’a geldiler. Haliç’in Panoraması, Boğaziçi Kıyılarının Panoraması, Türk Topçusu, Türk Piyadesinin Geçit Töreni adlı filmler çektiler. İki yıl sonra kardeşlerin elinde 1000’e yakın film vardı. İzleyenlerin ancak okuyarak ya da gezerek elde edebilecekleri bilgileri ve yöreleri, olayları beyazperde de görmelerini sağlayan yeni bir iletişim yöntemi çıkmıştı ortaya. Ayrıca bu dökümanlar belgesel niteliği taşıyor ve tarihe ışık tutuyordu. Ve tabi görüntülerin halka ulaşmaması gereken durumlar da ilk kez çıkmıştı ortaya. Lumiere kardeşler, tarih Mayıs 1896’yı gösterdiğinde Rus Çarı II. Nikola’nın halkı selamlamasını çekerlerken tribün çöker. Görüntüler an be an kayıt altına alınır kardeşlerce. Kayıtlara sonrasında polis el koyar, halka gösterilmesi engellenir ve tarih ilk sansürle karşılaşır.

Kardeşlerin ünleri ve filmleri hızla yayılırken tepkilerle de karşılaşırlar. Amerika’da halk bu filmleri seyretmek için yoğun bir istek duyarken, üreticiler ‘’Amerika, Amerikalılarındır’’ diyerek kardeşlere engel olmaya çalışırlar. Lakin engellemeler işe yaramaz ve beyazperde akıp gider dünyanın dört bir yanına.

Zaman ilerledikçe izleyici artık perdeden geçen görüntülerden ziyade bir hikâyenin resmedilmesine daha çok ilgi duymaya başladıklarında Lumiere sineması gördüğü ilgiyi kaybeder lakin onların açtıkları yol bizi bugünün dev sinema sektörüne taşır. Hayatımızı etkileyen oyuncular, yönetmenler, hikâyeler hızla dökülür perdeden içimize.

Louise Lumiere yaptıkları sanatı hayatı yansıtmak olarak tanımlayacaktır bir konuşmasında. Onlar için sinema yaşamın bir uzantısıdır. Tıpkı kalemin ya da kılıcın elin bir uzantısı olması gibi… Kardeşler kameralarını bu bağlamda önce kendi yaşamlarının uzantıları için daha sonra da tanımadıkları yaşamların uzantıları için kullandılar. Lakin bunun yeni bir çığır açacağını hiç düşünmediler. Onların açtıkları kapıdan kimlerin geçeceğini bilselerdi acaba nasıl bir tepki gösterirlerdi. İşte bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

Sinema bir okul, yaşamın uzantısı ya da yaşayamayacaklarımızın… Hepimiz bir aşk hikâyesinin büyüsüyle ağlayıp, bir katilin yakalanmasına alkış tuttuk beyaz perdenin önünde. Katilin uşak olduğunu gördüğümüzde ben söylemiştim canım diye böbürlendik. Güldük, ‘’Arkana bak!’’ diye bağırdık perdedeki iyi adama. Sevgili namzedimizi kapıp beyazın büyüsüyle omzuna elimizi attık. Çığlık attık, korktuk, heyecanlandık.

‘’Lumiere’’ Fransızca ışık anlamına gelir. Onların ışığı bugün bile bize yansımaya devam ediyor. Eğer Lumiere Kardeşlerin bu bilim merakları ve yaşamı yansıtma tutkuları olmasaydı biz bugün bunların hiç birini yapamayacaktık. Bu yüzdendir ki önlerinde saygıyla eğilmekten kendimi alamıyor ve onları canı gönülden alkışlıyorum.

blank

Melahat Yılmaz Özberk

1981 Ankara doğumlu... Anadolu Üniversitesi Türk dili ve Edebiyatı bölümünde okuyor. Gölge- e Dergi ve Öteki Sinema’da çeşitli film eleştirileri ve hikâyeler yazıyor. Tek dileği yazacak sözlerinin bitmemesi ve bunları sayfalara dökebilmek…

5 Comments Bir yanıt yazın

  1. Siz daha iyisini yazın da biz de okuyalım diye Esin Hanım… Bilirkişi olmak tabi başka güzel oluyordur herhalde… Buyrun sizin hatasız ve daha ayrıntılı yazdığınız yazıları bekliyorum, hasretle…

  2. Çok güzel ve aydınlatıcıydı. Hikayesiz sinema, hikaye örgüsü , sesli sinema ve renkli sinema. Acaba nereye gidiyor bununla ilgili de görüşlerinizi merak ediyorum. Teşekkürler.

  3. Emekleriniz çok değerli, çok teşekkürler Melahat Hanım.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Koleksiyon Evi – Vol.1

Koleksiyon kültürü bu denli geniş bir yelpazeye sahipken bu alanlardan
blank

80’li yılların Ed Wood’u Amir Shervan

Ucuz aksiyonlardan hoşlanıyorsanız, Amir Shervan’ın filmlerine mutlaka bir göz atın