“Göz pınarlarında donup kalır hayallerin” der bir şiirinde Ümit Yaşar. Woody Allen’ın Manhattan’ı (1979) bu mısrayı hatırlatan bir imgeyle son bulur. Adam (Isaac) New York’ta kalacaktır, kadın (Tracy) 6 aylığına Londra’ya gidecektir. Tracy gençtir, daha 18 yaşındadır, belli belirsiz bir umuda tutunur: “Birbirimizi seviyorsak altı ayın ne önemi var?” Isaac çok daha tecrübelidir, 42 yaşındadır ve böyle fırtınaları görmüşlüğü çoktur: “Değişeceksin. Altı ay içinde tamamen farklı biri olacaksın. Sende hoşlandığım o şeyin (saflığın) değişmesini istemiyorum.” Tracy’nin şu sözleriyle son bulur film: “Herkes bozulacak diye bir şey yok. İnsanlara biraz olsun güvenmelisin.” Halbuki Isaac insanlara güvenini çoktan yitirmiştir, zaten kısa bir süre önce hem sevgilisi Mary hem eski karısı Jill hem de en iyi dostu Yale onu sırtından bıçaklamıştır. Bir daha insanlara güvenemeyeceğini bilir. Kıza (ekrana/bize) düş kırıklığı yaşayan gözlerle bakar Isaac. Açılış sahnesini aynalayan bir kapanış sahnesi izleriz. Fonda George Gershwin’in Rhapsody in Blue parçası, ekranda kentin belli başlı imgeleri… Manhattan’da bir öykü daha son bulmuştur. Ama belki de yarın sabah bir yenisi başlayacaktır. Kim bilir?

Manhattan (1979) Woody Allen’ın Annie Hall (1977) ve Interiors’ın (1978) ardından çektiği ilk film. Hem Annie Hall kadar matrak hem de Interiors kadar dram yüklü. Film, galasını 18 Nisan 1979’da yapmış ve 25 Nisan’da ABD’de gösterime girmiş. Manhattan filminden sonra Woody Allen’ın hem seyirci hem de eleştirmenler nezdinde büyük bir saygınlık hatta bir tür dokunulmazlık kazandığını söylemek mümkün. Bir deha olarak görülmeye başlanan Woody Allen, TIME Dergisi’nin 30 Nisan 1979 tarihli sayısına “KOMİK BİR DÂHİ” başlığıyla kapak oldu. Bu tarihten sonra 1980’li yıllar boyunca peş peşe çektiği Stardust Memories (1980), A Midsummer Night’s Sex Comedy (1982), Zelig (1983), Broadway Danny Rose (1984), The Purple Rose of Cairo (1985), Hannah and Her Sisters (1986), Radio Days (1987), September (1987) ve Another Woman (1988) adlı uzun metrajlarıyla beklentileri fazlasıyla karşıladığı ortada.

blank

Woody Allen’ın yazıp yönettiği filmler başta kadın-erkek ilişkileri ve varoluş sancıları/krizleri olmak üzere çok sayıda ortak tema içermesine rağmen kendi içinde üçe ayrılabilir: Slapstick de içeren absürt komedi ağırlıklı olanlar (Bananas, Take the Money and Run, Zelig gibi), dramlar (Another Woman, Interiors, September gibi) ve dramla komediyi ustaca harmanlayanlar (Hannah and Her Sisters, Crimes and Misdemeanors, Stardust Memories gibi)… Bu açıdan, hayli komik replikler içerse de son derece karanlık bir olay örgüsüne sahip olan Manhattan’ın son kümeye dahil edilmesi gerektiğini öne sürebiliriz.

Woody Allen’a en çok yapılan eleştirilerden biri hep -aynı olmasa da- benzer kişileri ve olayları anlattığı yönündedir. Bu eleştirilerde kısmen haklılık payı olduğunu kabul etmekle beraber, dikkatli bir şekilde incelendiğinde çoğu filminin, kişi/karakter, olgu ya da olaylar açısından özgün boyutlar içerdikleri görülür. Woody Allen karakterleri tıpkı bir Ozu ya da Bergman dramasında olduğu gibi küçük nüanslarla farklılaşıverirler. Evet, belli başlı Woody Allen temaları etrafında dönüldüğü doğrudur ama Steinbeck ya da Balzac romanları da böyledir. Tabii Allen’ın daha ziyade Samuel Beckett ya da bir ölçüde Dostoyevski kahramanlarına benzer varoluşsal kaygıları olan ana karakterleri olduğunu görürüz. Ne istediklerini tam olarak bilmeyen, sürekli bir tür arayışta/yolda olan karakterlerdir bunlar. Manhattan’ın (1979) sacayağını oluşturan üç ana karakter de (Isaac, Yale ve Mary) böylesi bir arayıştadır. Emily, Tracy ve Jill ise hayatta ne istediğini bu üç ana karaktere kıyasla daha iyi biliyor gibidirler; Isaac, Yale ve Mary ise bir nevi savruluştadır ve mutluluğu başka başka insanlarda/yerlerde/nesnelerde aramaktadırlar. Manhattan bu arayışın hikâyesidir.

Bu yazıda filmin mekânla kurduğu ilişkiye kısaca değineceğim çünkü bu perspektiften bakıldığında bütün bir Woody Allen filmografisi içinde Manhattan’ın (1979) son derece özgün bir noktada olduğu kanaatindeyim. Allen’ın bu filminde kent, başka hiçbir filminde olmadığı kadar merkezî bir öneme sahip.

blank

George Gershwin’in Rhapsody in Blue parçası eşliğinde New York City’nin belli başlı yapılarını, bölgelerini ve mekânlarını bize göstererek başlayan filmde aynı anda Woody Allen’ın canlandırdığı Isaac karakterinin yazmakta olduğu kitabın birinci bölümünün -tasarı hâlindeki- giriş cümlelerini dış-ses olarak işitiriz. Fondaki sesle görüntülere bindirme yapılır. Isaac bizimle farklı tarzlardaki beş ayrı giriş paragrafını paylaşır, fondaki görüntülerle bu beş giriş cümlesi arasında bağlantılar vardır. Film bittiğinde aynı müzik ve benzer New York görüntüleri ekrana geldiğinde aslında bu filmin onun yazdığı eserin bir uyarlaması (hatta belki “bizzat kendisi”?) olduğunu öğreniriz ve böylece çember tamamlanmış olur. Woody Allen, filmini, açılıştaki kısa giriş cümlelerinin tarzını içeren yapılara ayırmıştır. Manhattan, Woody Allen’ın New York’a yazdığı bir aşk şiiridir. Bunu, kabul ederek (beğenerek) ilerlediği beşinci ve son giriş paragrafındaki şu cümlesinden anlarız: “New York, onun şehriydi. Her zaman da öyle olmuştu.” Hikâyenin nasıl bir tona sahip olacağı ise “Sevdiği şehir kadar sert ve romantik biriydi. Siyah çerçeveli gözlüklerinin ardında, bir yaban kedisinin cinsel gücü yatıyordu” cümlelerinde gizlidir.

New York ve Manhattan bu filmin âdeta kalbi gibidir. Queensboro Köprüsü, Doğu Nehri, 59. Cadde Köprüsü, Queens, Times Meydanı, Empire Diner, Dünya Ticaret Merkezi, Long Island City, Chrysler Binası, Empire State Gökdeleni, Beşinci Cadde, Roosevelt Adası Tramvayı, Guggenheim Müzesi, Bloomingdale’s, Madison Bulvarı’ndaki Açık Artırma Galerisi Sotheby’s, Broadway, Staten Island feribotu, Lincoln Center, Metropolitan Müzesi, Central Park ve New York’un daha birçok bilindik silueti -tıpkı Woody Allen’ın otobiyografisinde olduğu gibi- Manhattan’ın (1979) açılışından kapanışına kadar öyküye eşlik etmekle kalmaz, farklı ruh hâllerini yansıtmaya da bir nevi aracılık ederler. Filmin görüntü yönetmeni olan Gordon Willis’in muazzam katkısının altını bu vesileyle çizelim.

Neon ışıklarla aydınlatılan binalar, oteller, otoparklar, devam etmekte olan inşaatlar… Devasa bir kentin topoğrafyasının, insan ruhunun kıvrımlarına karşılık geldiğini görürüz. Hem alabildiğine özgürlüğü (Yale ve içindeki mutlu insanlarla süratle ilerleyen spor arabası) hem de kapana kısılmışlığı (metruk binalar, yıkılmakta olan yapılar) mekânlar üzerinden cisimleştirir Allen. Hatta bir sahnede Isaac’in zamanında bir yıkım durdurma eylemine katılıp polis tarafından darp edildiğini bile duyarız. Karakterlerin mekânlarla kurduğu ilişki sürekli altı çizilen bir olgu gibidir. Isaac film boyunca Tracy’ye ettiği en büyük iltifat (Tanrı’nın Eyüp Peygamber’e cevabı: “Bir sürü korkunç şey yaptım ama bunu da yapabiliyorum.”) Central Park’ta hayat bulur. Isaac sevmediği bir işte çalışırken geniş, güzel ve şık bir dairede otururken istifa ettiğinde çeşme suyunun bile kahverengi aktığı, gece boyunca rahatsız edici bir sesin apartman boşluğunda hükümranlığını elde ettiği küçük ve çirkin bir daireye taşınmak durumunda kalır.

blank

Central Park’ta yağmura yakalanan Mary ve Isaac kendilerini (Doğa Tarihi Müzesi’nin bir parçası olan) Hayden Planetaryumu’na dar atarlar. Bu mekân, normalde başka birileriyle beraber olan bir kadın ve bir erkeğin müstakbel ilişkisinin kıvılcımının ortaya çıktığı yer olarak özellikle seçilmiştir. Bu sahnede insan ruhunun karanlık yönünü gösteren özel bir ışıklandırma kullanılır. Önce aydınlık bir gün, sonra yağmur ve gök gürültüsü, ardından karanlık tarafa geçiş…

Işığın film boyunca ne denli ustaca kullanıldığını sadece dış mekânlarda değil, iç mekânlarda da görürüz. Isaac’in ilk dairesinde o eve ışık saçan (renk getiren) kişinin Tracy olduğu ışık ve gölge oyunlarıyla gösterilir. Tracy’nin kitap okuduğu, Isaac’in merdivenden indiği sahneyi komple dikkatli bir şekilde izlerseniz evin olağanüstü bir şekilde aydınlatıldığını hemen fark edersiniz. Filmin karanlıkla başlayıp bir karartmayla (gece) bitmesi gibi, bu da elbette tesadüf değildir. Sonuçta, Woody Allen’ın anlatmaya çalıştığı şudur: Bir mekânı aydınlık (iyi) ya da karanlık (kötü) yapan şey, o mekânı dolduran insanlar, daha doğrusu, o insanların duyduğu sevgidir. Sevmektir bir yeri güzel ve yaşanabilir kılan, ötesi değil.

Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç

blank

Ertan Tunc

Sevdiği filmleri defalarca izlemekten, sinemayla ilgili bir şeyler okumaktan asla bıkmaz. Sürekli film izler, sürekli sinema kitabı okur. Ve sinema hakkında sürekli yazar. En sevdiği yönetmen Sergio Leone’dir. En sevdiği oyuncular ise Kemal Sunal ve Şener Şen.

“Türk Sinemasının Ekonomik Yapısı 1896-2005” adlı ilk kitabı; 2012 yılında Doruk Yayımcılık tarafından yayınlanmıştır. Kara filmler, gangster filmleri, İtalyan usulü westernler, giallolar ile suç sineması konularında kitap çalışmaları yürütmektedir. İletişim: ertantunc@gmail.com

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

La Setta / The Sect (1991)

La Setta, Deliria (1987), La Chiesa (1989) ve Dellamorte Dellamore
blank

Çukurovalı Zorro: Belanın Kralı (1971)

Bir Çukurovalı Zorro hikayesi olan Belanın Kralı, avantür ile komedi