Sinemanın Hitchcock’a, Anthony Perkins’e ve onun suretinde hayat bulan Norman Bates’e neler borçlu olduğunu bir kere daha hatırlatan, belleklerimize yeniden ayar çeken, korku – gerilim takipçilerinin azımsanamayacak bir zaman dilimi süresince yollarını beklediği, önüne gül yaprakları serdiği sıfır kilometre Maniac, nihayetinde Öteki Sinema çatısının altında kendisine ayrılan yere kurulmayı başardı.
Vigilante ve Hit List gibisinden başucu filmleri bizlere armağan etmiş olan William Lustig’in alametifarikası 1980 yapımı Maniac filminin, korku – gerilim takipçilerinin gönlündeki yerini tartışmaya gerek yok! Hatta Lusting “manyaklık” müessesesine olan sevgisini, Bruce Campbell, Tom Atkins ve Robert Z’Dar gibi kült aktörleri tek bir çatı altında buluşturduğu Maniac Cop serisi ile bir adım ileri götürmeyi de ihmal etmemişti. P2 ile birlikte, her ne kadar ortalama sularında gezinen bir filme imza atmış olsa da yeni nesil tür sineması meraklıların ilgisini çeken Franck Khalfoun’un kamera arkasına geçtiği ve yeni jenerasyonun sükseli ve imtiyazlı isimleri arasındaki yerini korumaya devam eden Alexandre Aja’nın senaryoda kalem oynattığı 2012 model Maniac ise, sırtını salt kült kaynağa dayamaktan ziyade, izleyicinin hatırında yarına kalacak tercihler ile dikkat çekiyor. Bu tercihleri büyük oranda kızıl renge boyamak şartıyla tabi…
Sadece 6 milyon dolar gibisinden, komik bir bütçe ile hayata geçirilen filmde, Bates kabilinden katıksız bir şizofren olan Frank, Elijah Wood suretinde, orijinal filmde rolü üstlenen Joe Spinell’in gölgesinde kalmayacak bir biçimde resmedilmiş. Fiziken bu türden rollere uygun olmasında rağmen, Sin City’deki Kevin karakterine hayat verene kadar, mahallenin sessiz, toy ve ara sıra da tekinsiz elemanı kabilinden rollerde izlemeye alıştığımız Wood’un; bu türden karakter tercihleri için ne kadar isabetli olduğunun bir başka kanıtı diyebilmek mümkün Maniac için!
Frank, antika taş-plastik vitrin mankeni koleksiyonuna sahip, dışarıdaki dünya ile iletişimi (e doğal olarak) kopuk, obsesif bir manyaktır. Gel gelelim her obsesif şizofren gibi, o da kendisine bir takım hobiler edinmekte gecikmemiştir. Geceleri şehrin ücra köşelerinde volta atan Frank, gözüne kestirdiği kadınları itina ile öldürmek, onların derilerini yüzmek ve bu deriler ustaca işleyerek kendi vitrin mankenlerini onarmak gibisinden çizgi dışı bir alaka alanına sahiptir. Elbette Frank’in aynı zamanda hem pahalı hem de ilgi çekici hobisi, kısa sürede Anna adındaki genç ve güzel bir Fransız fotoğrafçının da dikkatini çekecektir.
Frank, bir gün şans eseri vitrinini fotoğraflamak isteyen Anna ile kendisinden beklenmeyecek bir hız ve öz güven ile diyalog kurmayı başarır. Gördüğü ilk andan itibaren Frank’in koleksiyonuna ilgi duyan Anna, bu sorunlu genç adamın olası davetlerine açık kapı bırakır. İlk başlarda “bizim oğlan sonunda delici – kesici aletlere tövbe etti” kıvamında işleyen bu ilişki, zamanla Frank’in kan arzusunun ayyuka çıkması ile birlikte delinmeye başlar. Vaziyet bu ya, Frank bir türlü dizginleyemediği güdüleri sayesinde, genç ve çekici hatunlardan oluşan kallavi koleksiyonunun arasında Anna’yı da eklemek istemektedir.
Frank’in isli puslu bakış açısı ile aslında o, hiçbir kadına zarar vermemektedir. Bütün bu curcunanın sebebi, onun cömertliğidir. Frank, bu cömertliğinden etrafındaki dişileri mahrum etmek istemez. Bu sebeple onlara yepyeni bir form armağan etmek ister. Bu bakımdan, Frank’in nev-i şahsına münhasır sanatına olan düşkünlüğünün House Of Wax serisinin üşütük kardeşleri olan Jones Biraderler ile benzeştiğini söylemek hiç de yanlış olmaz!
Alexandre Aja’nın, kamera arkasına konumlandırdığı, gözde oyuncularından da biri olan Khalfoun’a böyle bir projeyi emanet etmesinin, filmografisi pek de kabarık olmayan yönetmen için bir sıçrama taşı olarak değerlendirilmesi oldukça normal. Açıkça söylemek gerekirse Maniac, klişelerden keyif almasını bilen sinemaseverler için makyajlanmış bir film. Güç aldığı noktalar ise, hiç kuşkusuz lezzetli görüntü yönetimi, dozu iyi tutturulmuş atmosfer ve kararında müzikal tercihler. Elbette hikâyenin olduğu gibi New York gibisinden bir metropole aktarılması da, beslendiği kaynağı sömürme derdinde olmayan, öyküye birkaç tuğla konduran cinsten bir çalışma ile karşı karşıya olduğumuzun bir başka kanıtı!
Sözün özü odur ki, Maniac, ilkinin gölgesinde kalmak yerine onun bir adım önüne geçmek için çabalayan, bu iddiasını gerçekleştirebilmek için de teknik imkânları ve perdeye biraz daha canlı renkler ile sıçratılan ekstra kan torbalarını seferber eden bir yeniden çevrim. Khalfoun’un güzellemesinin, Lusting’in yapıtına oranla, yarışın neresinde kaldığını söyleyebilmek çok da kolay değil. Ama karşımızdaki revizasyonun, orijinalinin hakkını verdiği gerçeğine kulak tıkamamak gerekir!