blankKimi dar görüşlü eleştirmenlerin karşıt görüşlerine rağmen bugün artık korku klasiklerinden biri kabul edilen Witchfinder General (1968, Michael Reeves), ticari başarısının da etkisiyle benzer birçok filmin önünü açmış, pek isteyerek olmasa da uzantıları günümüze kadar devam eden farklı kulvarların temelini atmıştı. Karşıt görüşlerin temel dayanağı, yer verdiği işkence sahneleriyle günümüzde işkence pornosu (‘torture porn’) olarak kategorize edilen (ve Saw ve Hostel serileri ile zirve yapan) alt türe zemin hazırlamasıydı. Michael Armstrong’un yönettiği Mark of the Devil (1970) ise Witchfinder General’ın açtığı yoldan giden ilk filmlerden biriydi.

Mark of the Devil, daha henüz proje aşamasındayken, oyuncu, yapımcı ve yönetmen Adrian Hoven’ın kısa yoldan para kazanmak için tasarladığı, bol çıplaklık ve bol şiddet içeren bir istismar filmiydi. The Witch Hunt of Dr. Dracula adını vermeyi planladığı filmde, bir mumyanın sürdüğü at arabasıyla Almanya’nın güneyinde gezinen ve işkence edeceği genç kadınları arayan vampir Dracula’nın maceralarını anlatacaktı. Ancak projeye para yatıran yapımcılar, Hoven’ın ne planladığını anladıklarında şiddetle itiraz ettiler ve İngiliz bir yönetmenle çalışmakta ısrar ettiler. İlk tercih olarak Witchfinder General’ın gelecek vadeden yetenekli yönetmeni Michael Reeves’i düşünüyorlardı ama Reeves (daha henüz 25 yaşındayken) aşırı dozda uyuşturucudan öldüğünden, aynı ayarda olduğu düşünülen Michael Armstrong ile anlaştılar.

blank

1944 doğumlu Michael Armstrong da aynı Reeves gibi dönemin parmakla işaret edilen genç sinemacılarından biriydi. Sonu Reeves’inki kadar kötü bitmese de Armstrong’un kariyeri de bahtsız gelişmelere ev sahipliği yapıyordu. Royal Academy of Dramatic Art’ta oyunculuk eğitimi aldıktan sonra o zamanlar pek tanınmayan David Bowie’nin de oynadığı The Image (1969) adlı kısa filmi yönetti. The Dark adını taşıyacak ilk uzun metrajlı filmini yönetmek üzere Tigon yapım şirketi ile anlaştı ve başrolde yine Bowie’nin yer alacağı, sanrılarla bezeli bir ‘slasher’ çekmeyi düşlüyordu. Fakat projeye dâhil olan yapımcı Louis M. Heyward’ın herkesçe bilinen işgüzarlığı devreye girdi ve senaryo baştan yazıldı, bazı sahneler yeniden çekildi ve filmin adı The Haunted House of Horror olarak değiştirildi. Heyward’ın yaptığı en büyük kötülük ise 19-20 yaşlarındaki bir genç için yazılmış başrolü Bowie’nin yerine 30 yaşındaki Amerikalı şarkıcı Frankie Avalon’a vermek oldu. Sektördeki ilk tecrübesi kendi açısından hüsranla sonuçlanan Armstrong’un sonraki durağı Almanya (o zamanlar Federal Almanya) yapımı Mark of the Devil oldu ve bu filmin akıbeti de pek farklı olmayacaktı. Adrian Hoven, Armstrong’dan habersiz çektiği kimi sahneleri, yine Armstrong’dan habersiz filme ekleyecekti.

1700’lü yıllarda Avusturya’da geçen film, Albino isimli cadı avcısı ile adamlarının at arabasıyla seyahat etmekte olan rahip ve rahibelere pusu kurdukları sahne ile açılıyor. Albino, adamlarına verdiği komutta, bir rahip ile iki rahibeyi ayırmalarını, kalanlara dilediklerini yapabileceklerini söyler. Albino’nun payı ayrıldıktan sonra geriye kalanları bekleyen tecavüz ve ölümdür. Kasaba meydanında toplanan kalabalığın önüne çıkarılan tutuklulardan, kutsala saygısızlık yaptığı iddia edilen rahibin parmakları kesilir, sonrasında katran ve tüye bulanarak serbest bırakılır. Şeytanla cinsel ilişkiye girdikleri iddia edilen rahibeler ise aynı yerde yakılırlar. Açılış sahnelerinin ardından gelen ve bir dış ses tarafından seslendirilen bilgilendirme yazısında; 14. ve 18. yüzyıllar arasında sadece Avrupa’da 8 milyon civarında insanın cadı avcıları tarafından yakalanıp işkenceye maruz kaldığından ve sonrasında çeşitli biçimlerde idam edilerek öldürüldüğünden bahsediliyor. Filmde de çeşitli belgeler vasıtasıyla günümüze kalan (ve gerçek olduğu iddia edilen) olaylardan üçünün anlatılacağı söyleniyor. Bu girişten sonra epizotlara ayrılan bir film izleyeceğimiz izlenimi uyanıyor ama Mark of the Devil, bahsi geçen üç ayrı davayı ana hikâyenin içine yedirmeyi tercih ediyor.

blank

Bölgenin ünlü cadı avcısı Lord Cumberland ve genç yardımcısı Kont Christian von Meruh, açılışta gördüğümüz kasabaya gelir ve eğitimsiz (alaylı) cadı avcısı Albino’nun keyfi uygulamalarına son vereceğini vadeder. Fakat işler kasabalılar açısından pek de değişmez. Değişen tek şey, artık farklı çıkarlarla çatışan farklı insanların kitabına uydurularak işkence görmesi ve idam edilmesidir.

Hoven’ın senaryosunu bir kenara koyan Armstrong’un, en hafif tabirle Witchfinder General’dan kopya çeken yeni bir senaryo kaleme aldığı görülüyor. Tabii ki birkaç farklılık mevcut ama her birinin filmin lehine çalıştığını söylemek mümkün değil. Başta belirtilen üç dava muhtemelen şunlar: Bölgenin hâkim dini figürü olan piskopostan hamile kalan rahibe, kilisenin göz koyduğu arazilerin sahibi baron ve kukla gösterileri yapan bir çift, şeytanla anlaşmak, cadılık yapmak vs. gibi dönemin geçer akçe suçlamalarıyla dine karşı gelmekten yakalanıp ağır işkencelere maruz kalıyorlar. Fakat bu karakterlerin fazla derinine inilmeye gerek duyulmuyor ve sadece işkence odalarında gördükleri işkencelere odaklanılıyor. Bu da filmin istismar sinemasıyla iyice yakınlaşmasına neden oluyor. Evet, günümüzden bakıldığında çoğu işkence sahnesindeki özel efektlerin etkisini yitirdiği söylenebilir ama dil koparma, vücut germe ve kor demirle damgalama sahnelerinin hâlâ aynı sarsıcılıkta olduğunu itiraf etmek lazım. Ayrıca filmde kullanılan işkence aletlerinin hemen hepsinin bizzat o dönemde kullanılanların birebir replikası olması da işkence sahnelerinin dehşetini bir kat daha arttırıyor.

blank

Mark of the Devil, Albino ile karakterize edilen eğitimsiz birinin elindeki güç ile Lord Cumberland ile karakterize edilen eğitimli birinin elindeki güç arasındaki farklılıkları ve benzerlikleri merkezine alıyor. Albino, seks ve para gibi daha “küçük adam” hedeflerine ulaşmak için statü gereği sahip olduğu ayarsız güçten faydalanıyor. Bir kadın kendisiyle sevişmeyi reddederse cadıdır, işkence görüp öldürülmelidir ya da bir erkek uygulamalarını sorgularsa şeytanla anlaşmıştır, işkence görüp öldürülmelidir. Lord Cumberland ise çok daha karmaşık siyasi ilişkiler ağı içerisinde hareket etmek zorunda. İşi kitabına uydurup arkasında açık kapı bırakmıyor ama nereden bakılırsa bakılsın Albino’nunkilerden pek de farklı olmayan bir motivasyona sahip. Babası öldükten sonra kendisine geniş araziler miras kalan genç bir baronu, arazilerine göz diken kilisenin emellerine hizmet etmek için şeytanla anlaşmakla suçlayabiliyor. Hatta arazileri gönül rızasıyla verirse canını bağışlayabileceğini bile söylüyor. Her ikisi de kendilerine verilen ayarsız gücün yardımıyla dini kullanıyorlar ama biri davalar, belgeler ve itirafnameler ile eşeğini sağlam kazığa bağlıyor, diğeriyse çok daha keyfi hareket ediyor. Aralarında başka bir fark da yok. Bunun yanına da otorite figürü orta yaşlı Lord Cumberland ile sisteme ters düşen idealleri nedeniyle tehlikeye düşen genç yardımcısı üzerinden nesiller arası ahlaksal çatışmayı ilave eden film, üç ayrı davayı birbirine daha dinamik biçimde eklemeyi deniyor. Tabii ki tüm bunlar, filmde fazlaca yer kaplayan işkence sahneleri nedeniyle bir parça gölgede kalıyor. Filmin asıl hedefinin, Grand Guignol geçit töreni gibi boy gösteren acımasız işkence sahneleriyle izleyeni dehşete düşürmek olduğu tartışma götürmez.

blank

Ayrıca filmin finalinden de biraz bahsetmek lazım. Tüm olan bitenden sonra filmin ana kötüsünün olmadık cambazlıklarla paçayı kurtarıp kaçması, büyük olasılıkla “gerçek dünyada asıl kötüler asla hak ettikleri cezayı bulmuyorlar” söylemini destekliyor. Fakat dramatik açıdan bakıldığında izleyicinin elinde kalan son sığınak olan katarsisi de çalıp götürüyor. Gücü geçici süreliğine eline geçiren kasaba halkının yanlış kişiyi linç etmesi de filmin insanın güç ile olan dengesiz ilişkisi hakkındaki söylemini destekler nitelikte.

blankMark of the Devil, anlaşılır nedenlerle birçok ülkede yasaklanıyor ve ancak kimi sert sahneleri kesilerek gösterilebiliyor. Buna rağmen bilhassa Amerika’da iyi bir gişe hasılatı elde ediyor. Cin fikirleriyle bilinen Amerikan dağıtım şirketi Hallmark’ın filme ait uygulamalarından biri de bilet alanlara yanında kusma torbası hediye etmesi. Kaç kişi kullanmıştır bilmiyorum ama nokta atışı bir uygulama olduğunu söyleyebilirim.

Avusturya’nın Salzburg kenti civarındaki eski halini koruyan mekânlarda yapılan çekimler, filmin lehine çalışan en önemli artılardan biri. Ayrıca kostümler ve sanat yönetimi de istismar sinemasına bu denli yakınlaşan bir filmden beklenmeyecek ölçüde özenli. Filmin oyuncu kadrosu da hiç fena değil. Cadı avcısı Lord Cumberland rolünde Herbert Lom ve genç yardımcısı rolünde Udo Kier, filmin ağır topları. Lom abartıya kaçmayan ölçülü oyunuyla, nadiren iyi rollerde izlediğimiz gencecik Kier ise sadece varlığıyla filme fazlasıyla değer katıyor. Ayrıca Albino rolündeki Reggie Nalder’ın da muhteşem bir kötü adam portresi çizdiğini eklemek şart.

Bu filmden sonra sanatsal tercihlerine hükmeden ipler kendi elinde olmadan bir daha asla film yönetmeyeceğine ant içen Michael Armstrong, uzunca bir süre yönetmen koltuğuna oturmuyor. Yıllar sonra yönettiği üçüncü ve son film ise Screamtime (1983) oluyor.

Öteki Sinema için yazan: Murat Kızılca

[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]

Mark of the Devil Galeri

[/box]

blank

Murat Kızılca

1971 İstanbul doğumlu. Aylık online sinema dergisi CineDergi ve aylık kültür sanat dergisi kargamecmua için sinema yazıları kaleme alıyor. 2008 yılından beri katkı sağladığı Öteki Sinema’da bir yandan da editörlük görevini sürdürüyor.

1 Comment Leave a Reply

  1. Bu filmi ilk kez duyuyorum merak ettim türkçe altyazılı bulabilirsem izlemek isterim.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

House of the Long Shadows (1983)

Usta aktörler Vincent Price, Christopher Lee, Peter Cushing ve John
blank

Tinto Brass’tan Bambaşka Bir Film: Deadly Sweet (1967)

Film Noir, Godard, Giallo, Çizgi Roman, Pop Art ve LSD.