Sinema tarihindeki “tuhaf/acayip filmler”i ele almaya devam ediyorum. Bu seferki durağımız, “Matango” (Attack of the Mushroom People, 1963). “Matango”; Godzilla’nın yönetmeni, Kurosawa’nın can dostu Ishiro Honda’nın gizli kalmış hazinelerinden biri. Fantastik filmleri ele alan birçok kitapta mutlaka adı geçen bir film. Nasıl geçmesin? Sinema tarihinde kaç filmde, mantara dönüşmüş (bayağı, bildiğin mantar) insanlar vardır ki? Kaç filmde mantarlar insanlara saldırır?
“Matango”, 1963 tarihinde çekilmiş. Aslında senaryoya zemin teşkil eden orijinal hikaye; 1877 tarihinde doğan William Hope Hodgson adlı gezgin bir yazara ait. Gençken 8 yıl boyunca gemilerle seyahat etmiş, yazılarının çoğunu gemilerde yazmış. 20. yüzyılın başlarında meşhur olmuş. Hodgson, Birinci Dünya Savaşı sırasında, atılan bir havan mermisinin yol açtığı yaralardan öldüğünde sadece 40 yaşındaymış. Öncesinde; popüler korku, gerilim ve macera hikayeleriyle ünlenmiş. “Matango”nun uyarlandığı eser de onun “The Voice in the Night” (Karanlıktaki Ses) adlı, 1907 tarihli, kısa ama vurucu bir korku hikayesi…
Aslında Hodgson’un “The Voice in the Night” (Karanlıktaki Ses) adlı hikayesinin sinemasal gücünü ilk keşfedenlerden biri Alfred Hitchcock’muş. IMDb’de okudum, onun TV’ye çekmek istediği ama bir türlü yapımcıları ikna edemediği hikayeleri içeren bir kitap varmış (Stories They Wouldn’t Let Me Put on TV), o kitaba, editörü olarak, bu hikayeyi de ekle(t)miş. Birkaç sene sonra, 1958’de yapımcılığını yaptığı, “Suspicion” serisinin bir bölümüne bu hikayeyi, “The Voice in the Night” adıyla uyarlatan da yine Hitchcock olmuş. Ben hem orijinal hikayeyi okudum, hem de –James Coburn’ün de rol aldığı- bu orta metraj TV dizisini bulup izledim. Üçünü (hikaye, dizi ve film) kısaca kıyaslayarak ve karşılaştırarak bahsedeceğim ama şimdilik şu kadarını söyleyeyim, “Matango”, aynı kaynaktan beslenmesine rağmen bambaşka bir düzleme oturan, görsel açıdan üstünlüğü bir yana, kurduğu atmosferle ve metaforik açıdan zenginleştirilmiş dopdolu bir metne sahip olmasıyla orijinal eseri ve ilk uyarlamayı katbekat aşan, özel ve benzersiz bir film.
Peki nedir “Matango”nun konusu? Konu basit. Tokyo’lu zengin ve görgüsüz biri; 4 arkadaşını 40 milyon yene aldığı lüks teknesine davet etmiş, 1 kaptan ve 1 adet de yardımcısıyla, 7 kişi denize açılmışlar. Şarkılar, türküler, kahkahalar.. Gayet mutlu mesut seyahat ediyorlar. Kim bu 7 kişi? Kasai Endüstrinin sahibi, zengin fabrikatör Masafumi Kasai, meşhur popüler cinai romanlar yazarı Etsurô Yoshida, güzel ve alımlı şarkıcı Mami Sekiguchi, psikoloji bölümünde doçent (yardımcı profesör) Kenji Murai ve onun hem öğrencisi hem de sevgilisi/nişanlısı Akiko Sôma. Bu beşine ilaveten de, güvenilir kaptan Naoyuki Sakuta ve yardımcısı, insana zerre miskal itimat vermeyen Senzô Koyama.
Yolculuk sırasında korkunç bir fırtına kopuyor, geminin mendireği kırılıyor, telsiz bozuluyor, makinalar bozuluyor. Dümen de kırılmış. Radar desen gitmiş, pusula mafiş. Çaresizce kendilerini aramak için yola çıkacak ekibi bekliyorlar. Dinledikleri radyonun da pili bitiveriyor. Klasik Murphy kanunu.
İşte bu noktadan sonra hikaye büyük bir hız kazanıyor. Hem bir hayatta kalma mücadelesi, hem korkunç bir ego savaşı ve güç kimin yanında ise orada olan karaktersiz tipler. Kimisi kalan konservelerin derdine düşüyor, kimi o yoksunlukta karaborsa işine giriyor, kimisi de kadınları ele geçirmeye çalışıyor. Tam bir curcuna. Tüm bu kargaşa içinde, derme çatma sahnelerle ilerleyen, uyduruk bir film; müthiş karakter analizleri ortaya koymaya başlıyor, ki bu filmin ilk büyük artısı da bu. Tek boyutlu tek bir karakter yok bu 7 kişi içinde. Aslında “Matango”, bu kişilerin birbirleriyle ilişkileri üstüne bir film. Bütün zaaflarıyla ve erdemleriyle parıltılar saçan Murai başta olmak üzere; hırslarıyla, günahlarıyla, sevaplarıyla, son derece iyi çizilmiş 7 karakter izliyoruz. Ve dengeler sürekli değişiyor.
Akademisyen Murai, şarkıcı Mami, kaptan Sakuta, denizci Koyama, yazar Yoshida, işadamı Kasai ve öğrenci Akiko; her çeşitten Tokyo insanını özetleyen 7 figür aslında. Honda; onları belirli koşullar altında yaşanan toplumsal çöküşü simgeleyen bir tür prototipe dönüştürüyor. Ve kazdıkça kazıyor bu altın madenini. Her cümle, her tespit, her yargı giderek jilet gibi keskin bir hal alıyor. Karakterlerin karşıtlıkları ve çatışmaları etkileyici bir kimya meydana getiriyor. Bütün karakterler nefes alıyor.
Tüm bunlar yaşanırken Honda, filme ikinci kavisini çizdiriyor. Sislerin içinde korkutucu heybetiyle yükselen bir adaya varıyor mürettebat. Senaryo; iç tehdit ve dış tehdit unsurlarıyla gerilimini ikiye katlıyor. Aç kalan mürettebat ölümün soğuk nefesini ensesinde hissetmeye başlıyor. Ahlaki tercihlerin yerini rasyonel seçimler almaya başlıyor. Açlık, iç tehdit olgusu olarak başlı başına ritmi yükseltiyor. Hangi ülkenin bandırasına sahip olduğu bile bilinmeyen, içinde çalışanların milliyetlerinin bile tahmin edilemediği gemideki notlarda, kesinlikle mantarların yenmemesi gerektiği kayda geçirilmiş. Kahramanlarımız bunu öğreniyorlar. Ama gerçek şu ki; en çok 1 haftalık yiyecekleri kalmış. Açlıktan ve stresten gemideki hemen herkes saçmalamaya ve kontrolünü yitirmeye başlıyor. Derken sislerin içinde hayal meyal gözüken, karaya oturmuş dev bir gemi enkazının içinde dış tehdit tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyor. İlk başlarda açlıktan kaynaklanan bir tür halüsinasyon gibi gözükse de, (mantarların ve) mantar insanların saldırısı başlıyor. Dehşet verici finale doğru gerisayım tüm hızıyla devam ediyor…
Önce, terk edilmiş geminin nükleer bombanın etkileri üzerine çalışılan bir araştırma gemisi olduğunu öğreniyoruz. Orijinal hikayede olmayan bu küçücük detay, metni tek başına zenginleştirmeye yetiyor da artıyor. Honda, yapıyor gene yapacağını. Sonra, araştırma gemisi mürettabatının aslında ölmediğini ama mantar insanlara dönüştüğünü öğreniyoruz. Sonra, daha bomba bir gelişme oluyor ve bu mantar insanların aslında diğer insanları öldürmeye çalışmadığını sadece onların da mantar insanlar olması için zehirli mantarlardan yemek zorunda bıraktıklarını, bırakmaya çalıştıklarını anlıyoruz. Hatta mantar insan olmayan başlayanlar, diğerlerini tuzağa düşürmeye çalışıyorlar. Kendilerinden biri olmaları için hile yapıyorlar. Bazen başarıyorlar da. Birden; iç tehdidin yerini başlı başına dış tehdit alıyor. Açlıktan ölmüyorsunuz ama artık mantar oluyorsunuz. Tüm bu olaylar cerayan ederken de ne bir dakikalığına tempo düşüyor ne de karakterleri yüzeyselleştirecek en ufak bir gelişme yaşanıyor. Sürprizler ardı ardına geliyor. Katil olacağını düşündüğünüz son kişi katil oluyor, bu kesin kurtulur dediğiniz kişi mantar oluyor, bundan zerre kadar zarar gelmez dediğiniz adam tüm ekibi satıp gidiyor. Tokyo’daki bir hastane odasında, neon ışıklarıyla aydınlanmış, tımarhaneyi andıran bir kente bakarak başlayan film aynı odada biterken, sağ kurtulan tek kazazede, Murai, tüyler ürpertici bir itirafta bulunuyor: “Akiko ile orada (adada) kalsaydım, mutlu olurdum, mantarı yemeliydim!”
Filmin tartışmaya açtığı en çarpıcı, en düşündürücü konuların başında büyük şehirlerdeki (bu örnekte Tokyo) keşmekeş ile adada yaşanan dehşet arasında kurduğu analoji geliyor olsa gerek. Honda’ya göre; büyük şehirdeki insanlar o adadaki mantarlardan pek de farklı değil, kendileri gibi olmanı istiyorlar, onlar gibi yaşamanı, onlar gibi görünmeni, onlar gibi yemeni. Acımasızlar. Benciller. O adadakiler gibi. Aslında Murai’nin “o adada, bu şehirdekinden daha mutlu yaşardım” ve “aslında onlar yaşıyor, ölü olan benim” gibi sözlerinin arkasında da bu sav yer alıyor. Ishiro Honda; “Matango”yla, dönemine göre son derece karamsar, belki de acımasız olarak değerlendirilebilecek bir Tokyo eleştirisi yapıyor. Filmin çekildiği yıllarda, Japonya ekonomisinin güçlenmiş, sosyal açıdan savaşın açtığı yaraların büyük ölçüde sarılmış, hem Expo’ya hem de Olimpiyatlar’a ev sahipliği yapmak üzere olan bir Tokyo olduğunu belirten Pete Tombs da, filmi dönemine göre çok karamsar bulmuş. Ki, haklı.
Filmdeki bütün karakterler ahlaki açıdan iflas ediyor. Çürümüş, ümitsiz birer vakaya dönüşüyorlar. “Matango”, bir bakıma, Japon toplumundaki ahlaki yozlaşmanın dökümünü çıkarıyor. Denizci, zengin elemana bulduğu ve ekibin geri kalanından sakladığı yiyecekleri karaborsadan satmaya çalışır, zengin fabrikatör Kasai, kaptanına, diğerlerini adada bırakıp beraber denize açılmalarını teklif eder. Seksi şarkıcı, vücudunu kullanarak erkekleri kendi tarafına çekmeye çalışır. Birbirinden yemek saklayanlar, bir süre sonra birbirine saldırmaya hatta birbirini öldürmeye başlar. Herkes adeta çıldırır. Aslında tüm film, profesörün ağzından dökülen şu sözlerle anlatılabilir: “Eziyet verici koşullar altında kalan insan (hayatta kalma güdüsüyle) bencil ve acımasız olabilir.”
Sislerin içinden görünen karaya oturmuş, terk edilmiş bir gemi silueti ve ıslak, ıpıslak bir orman ekran başında yaşadığımız halüsinasyonlarına ev sahipliği yaparken ister istemez insan şu soruyu kendi kendine soruyor? Peki o uğursuz adada aynı durumda ben olsaydım ne yapardım? Uyduruk cinayet romanları yazarı, uyumsuz ve hırslı Yoshida, bulduğu kaplumbağa yumurtalarını sanayiciye yüksek fiyattan satan, her fırsatta kendini kollayan bencil ve çıkarcı denizci Koyama, güzelliğini kullanarak dengeleri lehine değiştirmeye çalışan, amaç için her yolu mübah gören, güzel şarkıcı Mami, hayatı boyunca herşeyi satın almış, hiç sıkıya gelmemiş, zengin sanayici Kasai, işini iyi yapan, çalışkan ama biraz ters bir tip olan kaptan Sakuta, iyi niyetli, mantıklı ve tam bir takım elemanı olan bilimadamı Murai ve genç, güzel ama oldukça soğuk bir nevale sayılabilecek, işe yaramaz öğrenci Akiko. Aynı koşullar altında bunlardan hangisi gibi hareket ederdim, ne yapardım? Açıkçası, cevabı o kadar da kolay olmayan bir soru. Murai’nin de dediği gibi, eziyet verici koşullar altında kalan insan bencil ve acımasız olabilir.
“Matango”; karakterleri yakından tanımanızı sağlayacak küçük detaylarla ve ürkütücü olaylarla dolu senaryosunun yanında hayli güçlü ve görkemli imgelerle de seyircisini besleyen bir film. Yoshida’nın gördüğü hayalet gemi gibi, ilk mantar insan saldırısı gibi, finaldeki mantar saldırısı gibi, araştırma gemisini sahilde gördüğümüz bir düşü andıran ilk sahne gibi, araştırma gemisinde ortaya çıkan, atomik mutasyona uğramış, gözleri olmayan bir kaplumbağa örneği gibi olağanüstü imgelerle bezeli, şaşırtıcı resimlere sahip.
Orijinal hikaye, ilk uyarlama dizi ve bu filmi kıyaslamak/karşılaştırmak gerekirse; orijinal hikaye Kuzey Pasifik’te geçiyor, filmde ise Oshima’da. Hikaye, ilk uyarlama olan dizi ve ikinci uyarlama olan filmin çok az ortak noktası var. Bunlardan biri Albatross adlı gemi. Diğeri insanı andıran mantar, bir diğeri temizlik amacıyla kullanılan karbolik asit. Ada ve terk edilmiş gemi üçünde de var. Ama filmde gemi karaya oturmuş. Orijinal hikayede ve dizide ise gemi denizin üzerinde. Dizi, hikayeye daha sadık. Dizinin güçlü tarafı gemicinin karısı (hikayede, nişanlısı) Eleanor’un hikayeyi bütünüyle kendi etrafında kurgulayan güçlü karakteri. Hikayede Eleanor’un sadece adı geçiyor, dizide ise başrolde o var. Hikayede mantarlar sporla çoğalabiliyor ve bu şekilde de insana bulaşıyorlar. Hikaye ve dizide bu özellik ortak. Sadece, hikayede ilk önce kadında çıkıyor mantar, dizide ise kaptanda. Hikayede; adadaki dördüncü ayda korkunç bir keşif yapıyor adam, sevgilisini, o gri mantarlardan yerken yakalıyor. Açlık; hem hikayenin, hem dizinin hem de filmin ortak bir özelliği. Her ne kadar final biraz bu tezi sarssa da; filmde insanlar, (yani Fukushima’nın uyarlaması ve Kimura’nın senaryosunda) mantara dönüşmek için mantardan yemek zorundalar. Bu da farklı bir dehşet duygusu yaratmıyor değil. Kürek sallayan dev bir süngerin silüeti, hikayenin ve dizinin tepe noktası. Filmde böyle bir sahne yok ama sayısız zirve var. Şahsi favorim, ilk mantar insanın gemide göründüğü sahne. Gerçekten büyüleyici.
Ishiro Honda’nın “Matango”su fantastik sinemanın merak uyandırıcı eserlerinden biri. Genellikle ‘tuhaf/acayip filmler’ (weird movies) konsepti içinde değerlendirilen “Matango”, bir izleyenin bir daha kolay beri unutamayacağı filmlerden. Halâ izlemeyen varsa, kaçırmasın derim ben.
KAYNAKLAR
Clark, Mark ve Bryan Senn. “Sixties Shockers: A Critical Filmography of Horror Cinema, 1960–1969”, 2011. McFarland & Company, Londra
Hughes, Howard. “Outer Limits: The Filmgoers’ Guide to the Great Science-Fiction Films”, 2014. I.B.Tauris & Co. Ltd, New York
Tombs, Pete. “Fantastik Filmler”, 2004. Kabalcı Yayınevi, İstanbul
http://www.imdb.com/title/tt0714219/reviews?ref_=ttfc_ql_op_3
http://www.imdb.com/title/tt0057295/reviews?ref_=ttrel_ql_op_3
Meraklısı için, filmin uyarlandığı hikayenin, “The Voice in the Night”ın linki:
https://ebooks.adelaide.edu.au/h/hodgson/william_hope/voice/
Film birçok açıdan çok başarılı; Öncelikle mantar insanlar devamlı ortalarda amaçsızca dolaşıp üzerlerindeki gizemi kaybetmiyorlar. Bu açıdan bakıldığında özellikle ilk mantar adamın görüldüğü sahne Alfred Hitchcock’un meşhur sapık filmindeki gerilimi aratmıyor. Filmde yine mantar adamlar tarafından gerçekleştirilen herhangi bir slasher aksiyonu yok ve hatta film boyunca aslında tek kişinin öldüğünü düşündüğümüzde, ki bu da mantar adamlar tarafından değil, filmde az kanla çok ve kaliteli gerilim sağlatıyor.
Filmin içinden kaliteli bir Sapık ya da Shining gerilimi, bir hayatta kalma filmi tedirginliği ve bir gizem filmi havası birlikte çıkıyor. Bunların hepsine derin karakter tahlilleri eklendiğinde vurucu sonu ile birlikte tadından yenmeyecek bir eser bizi bekliyor diyebilirim.