Ailesini kaybeden 10 yaşındaki Susan Nomed (Bobbie Bresee) beraber yaşayacağı teyzesi Cora (Laura Hippe) ile cenazeye gider. Mezarlık içerisindeki içinde Nomed yazan mozole (mausoleum) dikkatini çeker. 20 yıl geçer. Susan zengin bir işadamı olan Oliver (Marjoe Gortner) ile mutlu bir hayat yaşamaktadır. Susan’ın önceden de gördüğü kabuslar tekrarlamaya başlar. Önce Cora, daha sonra da Oliver, eski aile dostları olan psikolog Dr. Andrews’a (Norman Burton) danışırlar. Cora, Andrews’a yardımcı olması için Susan’ın babasına ait günlüğü verir…
Ve “Great googily moogily!” diye buyurdu Elsie…
İyi-İyi, İyi-Kötü, Kötü-Kötü, Kötü-İyi… Tabii ki anladınız. Yazarken parmaklarımı dolandırdığım bu tür tanımlar genele uyduğu gibi kişiden kişiye de değişiyor. Örneğin benim için -“ötekiliği” baz alacaksak- Profondo Rosso her anlamda muhteşem bir film. Satantango bana afakanları bastırtacak kadar iyi bir film. Prom Night’ın yeniden çevirimi öyle ticari bir kafayla yapılmış ki, yerine geldiğinde salak yerine konulmaktan zevk alan benim gibi sabrı geniş birinin bile alnında damarları attırıyor. Mausoleum ise sona kalan, yani hedef ilgi alanımız olan kötü-iyiye giriyor.
Hakkında yazdığım filmlerin konularını, çok önemli olmasa, hatta daha adıyla ne olduğunu belli etse dahi, başkalarının zevkine saygı gereği ayrıntılandırmadan yazmaya çalışıyorum. Yukarıda da yaptığım gibi… Fakat konu ile ilgili bir spoiler zevki bozacak bir tehdit ise, bu filmin spoiler’ı yönetim, senaryo ve oyunculuğu olsa gerek. Fakat filmin son dakikasının, iyi anlamda olmasa da insana yuh dedirtecek kadar şaşırtıcı olduğunu söylemeliyim.
Mausoleum korku filmlerinin seri üretime girdiği seksenlere ait, ki bu dönemde çok iyi örnekler olduğu gibi berbat işler de yapıldı. Filmin Poltergeist, Scanners, The Fury, Night Of The Demon, hatta aralarında epey zaman farkı olmasına rağmen The Exorcist gibi popüler filmlerden alınmış öğeler ile süslü (telekinezi, bedenin doğaüstü varlıklarca ele geçirilmesi, bastırılmış kadın cinselliği, bilimin inanmazlığının çıkmazı vs.), çok yöne gidebilecek bir öyküsü var. Bu da filmin ciddiyetine sekte vuruyor aslında. Fakat konu bir yana asıl aksaklığı yaratan bozuk diyalogları ile senaryonun kendisi. Ciddi tona sahip filmin evin hizmetlisi Elsie aracılığıyla komik tonlara bürünmesi tamamen bir yama gibi duruyor. Şahsen bu istenilerek yapılmış esprili kısımları daha sonradan algılayabildiğimi de itiraf etmeliyim. Ayrı bir dengesizlik ise yine bu komik kısımların belki de en doğru oynanan kısımlar olması. Çok yaşa Elsie…
Şu ana kadar sadece Ghoulies ve Evil Spawn’da izlediğim eski Playboy kızlarından Bobbie Bresee iyi bir oyuncu olmasa da söylenildiği kadar da kötü değil bence. Bir şekilde, tabii vücut kıvrımlarının da yardımıyla, kendini izletiyor. Kötü ününe rağmen 1984’de yapılan Saturn Academy Of Science Fiction, Fantasy & Horror Films ödüllerine en iyi kadın oyuncu rolünde aday olmaktan da geri kalmıyor. (Kim kazanmış diye merak ettiyseniz: Brainstorm’daki rolü ile Louise Fletcher.) Filmin cazibeli erkeği Marjoe Gortner ise daha çok televizyon filmlerinden veya B-sınıfı aksiyon filmlerinden bilinen, araya şarkıcılığı da sıkıştırmış bir oyuncu. Gerçi perdeyi dolduracak bir şey yapmasa da güzel bir “finale” sahip. Kendisinin geçmişinde evangelistlere çocuk önderlik yapmakla başlayan harika çocukluk gibi bir özelliği de var.
Filmin asıl “oyuncuları”, yani benim favorilerim ise şu üç isim: Gözü güzelimiz üstünde yapışıp kalan bahçıvan Ben, yani Maurice Sherbanee muhteşem bir baştan çıkarılma sahnesine sahip. Hizmetçi Elsie rolünde LaWanda Page kısa ekran süresine rağmen en sağlam diyaloglara, daha doğrusu monologlara sahip. Hele bir “no more grievin’, i’m leavin’” demesi var ki… Gerçekten sempatik. Filmdeki en mantıklı davranışı göründüğü en son sahnede kendisi yapıyor. Bahtsız ailemizin doktoru Dr. Andrews yani Norman Burton’ın ise verdiği “tepkileri” apayrı bir değerde. Hele bir “öteki” ile ilk karşılaşma kısmı var ki… Diamonds Are Forever’dan Ken Russel’ın Crimes Of Passion’ına kadar çeşitli filmlerde oynamış birinden böyle bir performans görmek göz yaşartıcı(!).
Efekt kısmı biraz karışık. Yaratıcı sayılabilinecek ve kan düzeyi yüksek ölümlerde John Carl Beuchler gayet iyi bir iş çıkarmış. En azından zamanına göre… Atilla Dorsay’ın deyimiyle “değşinim” kısımlarında ise işler karışıyor. Çünkü makyaj/maske her seferinde değişiyor. Belki bu giderek daha fazla ele geçirilme hissi için yapılmış bir şey. Ama bu karşımıza çıkanın Stan Winston’ın Pumpkinhead’i ile bildiğiniz Halloween maskeleri arasında gidip geldiği gerçeğini değiştirmiyor. Yine de belki parlayan gözlere (sarı, beyaz, kırmızı hiç farketmez) hassaslığım yüzünden kafaya takmadığımı söyleyeyim.
Tuhaftır, Mausoleum güzel bir isme ve afişe sahip, filmin başlangıcı da ümit verici. Hatta aralarda kısa süreli de olsa gerilimli ve/veya ürkütücü kısımlar, güzel geçişler var. Hatta Argento ile tanıdığım ama en iyi yapanın Mario Bava olduğunu düşündüğüm patlayan renkli ışıkların/gölgelerin karanlıkta oynaştığı sahneler bu filmde bolca mevcut. Bazı sahnelerdeki sanat yönetimi, filmi neredeyse gotik bir filme dönüşüyor. Fakat yine de Michael Dugan’ın işinin ehli bir yönetmen olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki de topu topu üç film çevirmiş olmasının nedeni budur.
Sonuçta Mausoleum, çocukluğumda gördüğüm afişin yarattığı beklentinin tersi de çıksa, aksayan yönleri ile daha da çok sevdiğim, arşivimde durmasından memnun olduğum bir film. Bu seksenlerin korku patlamasından gelen ama görünüşte yetmişlere ait görünen, doğumunda hep bir şeylerin yanlış gittiği güzelim ucubeyi sadece meraklılarına ama onlara da ısrarla öneririm.
[box type=”shadow” align=”” class=”” width=””]
Not 1: Benim izlediğim Mausoleum, BCI tarafından basılmış ve şimdilik en iyi durumda (ama az da olsa kesilmiş) olan versiyonu. Firmanın açıklamasına göre filmin asıl negatifleri kayıp olduğu için tam olarak temizlenememiş ve bir kısmı kesik olarak piyasaya sürmüşler. Görüntüde kirlilik olmakla beraber seyre ayrı bir tat kattığını söyleyebilirim. Ayrıca bu versiyonda filme paralel olarak Bobbie Bresee’in yaptığı yorumlar hem bilgilendirici hem de eğlenceli. Fakat filmin ses bandında süregelen sabit bir gürültü var ki yan odada yüksek sesle Eraserhead’in izlenildiğini sanabilirsiz. Gerçi rahatsız edici olsa da bazı sahnelerde işe yaramamış da değil.. Hatta Texas Chainsaw Massacre’ın da sanat yönetmenliğini yapmış Robert A. Burns’ün rüya sahnelerine bayağı uymuş. Benimkisine züğürt tesellisi diyelim…
Not 2: Bu film hakkında yazmak beni öyle bir hale getirdi ki kardeşimin hevesle getirdiği, ağzımı sulandıran Therapy? diskografisine dalmak yerine dinleyeceğim hiç aklıma gelmeyecek James Last ve orkestrasının tropik salon şarkılarını dinlemeyi tercih ettim. Belki de Nurse’ü 15 yıldır dinlememiş olmanın gerçeğiyle yüzleşmek istemedim. Teethgrindeeeerrr…[/box]
Öteki Sinema için yazan: Anıl “A:S:A” Seçkin