Mehmet Oğuz Yıldırım: ‘Yapmak istediğim sinemayı insanın boğazına oturan bir yumruk olarak tanımlayabilirim’

10 Ocak 2022

Mehmet Oğuz Yıldırım heyecanına tanık olduğum kısa filmcilerden. Ve dinleyen, anlamaya gayret eden… Ve sonucunu alan. Onunla daha önce röportaj yaptığımızı düşünüyordum ama yapmadığımızı öğrenince sorularımı kendisine ilettim. Kendisini açık, net ve samimi ifade etmiş bir röportaj okuyacaksınız…

Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir

Önce biraz seni tanıyalım Mehmet Oğuz…

Öncelikle merhaba, ben Mehmet Oğuz Yıldırım, Ankara doğumluyum lakin Marmaris’te büyüdüm, 14-15 yaşlarına kadar orada yaşadım. Sonra Mersin’e taşınmak durumunda kaldık ve ben liseyi Mersin’de bitirmiş oldum. Oradan üniversite maceram başladı ve İstanbul’a, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema ve Televizyon Bölümü’ne adım atmış oldum. Yaklaşık yedi, sekiz sene İstanbul’da okuldu, sektörde çalışmaktı, kısa filmdi derken yaşamımı sürdürdüm. Bu sene ise akademi kapılarından içeri tekrar bir adım attım ve şu sıralar Anadolu Üniversitesi’nde Yüksek Lisans eğitimime devam ediyorum.

Çoğu filmlerini izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki gayet iyi bir grafik çizdin ama Lekesiz’den sonra yeni bir film bekliyoruz senden… Bundan sonrası için nedir planların?

Açıkça çevremden de ciddi anlamda böyle bir beklenti söz konusu, ayrıca ben de kendimden böyle bir beklenti içerisindeyim. Film çekmeye dair tabiri caizse elim kaşınıyor diyebilirim. Hayatımın şu evresinde sinemanın kuramsal derinliğine ve teorisine doğru bir ilerleyişim söz konusu. Öğrendiğim her yeni şey hayatı algılayışımı ve yorumlayışımı etkiliyor ve buna bağlı olarak aklımdaki fikirler de dönüşüm gerçekleştiriyor. Bulutsu bir şekilde zihnimde dolanan senaryo fikirlerinin yanında hali hazırda bitirmiş olup bütçe arayışında olduğum bir kısa film senaryosu da mevcut. Lakin ben hayatımın bu evresini sanırım biraz demlenme olarak görüyorum. Öğrencilik hayatım boyunca gerçekten sayısını hatırlamadığım kadar kısa film çektim. Bunlardan yalnızca ikisi veya üçünü festivallere gönderdim ve siz o filmlere tanıksınız. Lisansı bitirmiş ve ulusal seviyede hatırı sayılır festival görmüş geçirmiş biri olarak bir sonraki adımımı ister istemez çok daha sağlam bir şekilde atmak gibi refleks gösteriyorum. Bu sağlam adım derken kast ettiğim şey, hem prodüksiyonel anlamda bir bütçe gücü, hem senaryonun dramatürjik yapısının kuvveti, hem de yönetmenlik becerisini içeriyor. Bu saydığım kriterler insana gökten zembille gelmiyor tabi ki. Bunları elde edebilmek için çok çalışıyorum. Demlenme diye belirttiğim süreç benim için bunları kapsıyor.

Balon ve Lekesiz arasında senin neler yaşadığını, film çekmeye dair kafanda neler değişip geliştiğini merak ettim desem…

blankBalon ve Lekesiz benim için oldukça önemli iki film. İkisi de öğrencilik yıllarımda çekmiş olduğum filmlerdi. Balon’u üçüncü sınıfta iken çekmiştim ve o zamanlar çok heyecanlıydık. Şimdi de heyecanlıyım lakin o zamanki heyecanımız ister istemez bir toyluk içeriyormuş. Bunu şimdiden o zamana bakınca anlayabiliyorum. İki film arasında benim için sinemaya bakışım açısından iki büyük düşünsel kırılma gerçekleşti. İlk olarak büyük meselelerin anlatıcısı olmadığımın farkına vardım. Eğer toplumsal, politik veya tarihsel olarak büyük bir meseleyi anlatacak olsam dahi bunu küçük ve naif bir noktadan yakalamam gerektiğini fark ettim. Çünkü hayatla temasımı aslında insanın gözüne ilk başta ilişmeyen küçük, ince ve hassas noktalardan kurduğumun bilincine vardım. Bu durum biraz insanın kendisini tanıması ile de alakalı bir durum. Buna bağlı olarak insana dair küçük, küçücük meseleleri açarak, o küçük meselenin içindeki ayrıntılara yoğunlaşarak, insana ve insanlığa dair çok daha büyük sözler söylenebilir. Kimsenin önemsemediği, hatta bir zafiyet olarak gördüğü küçük anlardaki o duygusallığı hissetmek ve bu hissi aktarmaya doğru bir geçiş yaşamış olabilirim. İkinci olarak ise gerçek hayatta çıplak gözle gördüğün bir şeyin aynısını kamerada görmek ve kamerada göstermek arasındaki devasa farkı anlamış oldum. Balon filmi benim yaşadığım döneme tanıklık etme derdimin kaygısı ile ortaya çıkmış bir filmdi. Aslında bazı tanıklıklar sadece gördüklerin üzerinden değil büyük bir çoğunlukla da yaşadıkların üzerinden gerçekleşiyor sanırım biraz bu düşünceye meyil etmiş olabilirim.

Balon filmini umuyorum ki emekle ve severek çektin. Şimdiki bakış açınla farklı bir şekilde çekme ihtimalini düşündün mü hiç? Ya şimdi çeksen nasıl çekerdin?

Biraz önce belirttiğim gibi; Balon’un meselesi savaş, mülteci, çocuk gibi büyük kavramlar üzerinden ilerliyor. Tabi ki o zaman olduğu gibi şimdi de bunlar benim dertlerim lakin meseleyi insana dair daha küçük bir noktadan kavrayabilirdim diye düşünüyorum. Öyküyü baştan kurardım. Bir durumu dramatik bir yapı etrafında hisli bir şekilde anlatmak ile ajitasyon arasındaki farka biraz daha fazla yoğunlaşabilirdim.

Lekesiz güzel bir hikaye… Hikayesi nasıl ortaya çıktı? Şimdilerde yaşlı kadının yaşadığı özeni, dikkat ve emeği yaşamak zor gibi ne dersin?

Ben yazdığım bütün senaryoları aklıma gelen bir görüntünün etrafını örerek inşa ettim. Lekesiz’de de bir çiçeğin bir lekeyi kapatıyor olma görüntüsü zihnime düşmüştü. Bu görüntünün çevresinde hikâyeler düşünmeye başladım. Tabi bu durum bir noktadan sonra bilinçli olarak yapılan bir durum olmaktan çıkıyor ve zihninin arka planında sürekli çalışan bir duruma dönüşüyor. Bu süreçte de hayatla temas ediyorsun haliyle. Senaryo da samimiyet hayatta deneyimlediğin bazı durumları ve hisleri senaryoya aktarmaktan geçiyor. Bu süreç içerinde dedeme Alzheimer teşhisi konulmuştu. Bu senaryoyu oluştururken de sıklıkla hafıza, bellek ve anılar üçgeni etrafından düşünmeye ve bana göre en önemlisi hissetmeye başladım. Sonradan sonraya senaryoyu böylelikle oluşturmuş oldum. Fikrine inandığım kişilere okuttum, tartıştık, üzerine konuştuk. Birkaç draft sonra son halini almıştı ve bitirme projesi olarak Lekesiz’i çektim. Dediğiniz çok doğru, şimdilerde bazı şeyler daha da güçleşiyor.

blank

Gülten Akın çok güzel bir şekilde dile getirdiği gibi;
Ah, kimselerin vakti yok durup
İnce şeyleri anlamaya.

Yaşadığımız bu dönem her şeyin çok hızlı tüketildiği bir dönem. Kullan at çağında yaşıyoruz. İşin kötü tarafı bu kullan at durumu sadece eşyalar için geçerli bir durum olmaktan çıktı ne yazık ki. İnsan ilişkilerinin her türlüsüne de bu hızlı tüketim durumu yansımış durumda. O yüzden bir kişiye, bir hisse emek veren biri ile karşılaşınca hayıflanıp nostaljik bir romantizme bürünüyoruz. Eskiler şöyle güzeldi, eskiler böyle iyiydi. Gerçek sevgiyi de, aşkı da, arkadaşlığı da eskilerin yaşadığına inanıyoruz ve üzülüyoruz. Bu değerlerden biz vazgeçtik aslında, kimse bunun farkında değil sanırım. Genellikle herhangi bir insan ilişkimiz için fedakârlık gösterip ilişkimizi ilerletmek için emek vermekten kaçınıyoruz. Nasıl olsa onun yerini hızlı bir şekilde doldurabileceğimize inanıyoruz. Günümüz yeni medyasının da böyle bir algı oluşturduğu çok aşikâr. Bana kalırsa bu hız insanın ruhunu çoraklaştırıyor. İşin daha vahim boyutu ise bana kalırsa, insan ilişkilerine karşı gösterilen fedakârlık, özen ve emek gibi değerler aşırı duygusallık etiketi içerisinde eritilerek bir zafiyet olarak algılanması. Bu “aşırı duygusallık” durumu sanki kurtulunması gereken bir hastalıkmış gibi görülüyor ve insanlar kendilerince tedavi yöntemlerini ortaya koyuyor. Bu tedavi yöntemleri ise genelde bencillikle bezeli, insanın kendi egosunun ön planda olduğu, kimsenin oturup ince şeyleri düşünmediği uygulamalar olarak ilişkilerimize yansıyor.

Bir kısa filmci olarak nasıl hikayeler seni etkiliyor, hangi konuların, hangi kişiliklerin peşine takılıyorsun?

Edip Cansever’in dediği gibi;
Biz ki
Ayrıntıya
Aykırıya
Ayrıksıya
Azınlığa tutkunuz.

Ben ise özellikle ayrıntıya. Ayrıntılı hislerin olduğu hikâyeleri izlemenin peşinde oluyorum genellikle. Bu histen kastım melodram sineması değil tabi ki. Ağlatarak duygusal bir arınma sağlayan filmleri tercih etmiyorum. His olarak keder ve hüzne yakın noktalarda dolanıyorum. İnsanın karanlık tarafının özellikle insan ilişkilerinde nasıl ortaya çıktığını ve ortaya çıktığı zaman kişinin kendisinde ve çevresinde nasıl bir acı oluşturacağına dair hikâyeleri seviyorum. Bize sürekli pompalananın aksine yaşamın özünde mutluluk olduğuna inanmıyorum. Mutluluğun yaşamın içindeki acı denizinden kafamızı suyun dışına çıkarıp nefeslendiğimiz anlardan ibaret olduğunu düşünüyorum. Sahte bir mutluluğa ihtiyaç duymuyorum. İzlediğim ve peşinde olduğum hikâyeleri de buna göre seçiyorum. İnsanları ağlatamayan kederin, hüznün, acının özünde olduğu filmler yapmak istiyorum. İzledikleri filmin sonunda ağlayarak seyircinin mutluluğa ulaştığını sanmasını istemiyorum. Çünkü insan vücudu ağladıktan sonra serotonin salgılıyor ve duygusal arınma diye bahsettiğimiz şey aslında bu. Ben bir acının sonunda gelecek veya acının içinde olan mutluluğu anlatmayı tercih etmiyorum. Acının kendisine odaklanmak istiyorum. İlerde yapmak istediğim sinemayı insanın boğazına oturan bir yumruk olarak tanımlayabilirim.

Seninle çok fazla festivalde karşılaşıyoruz, ülkemizdeki festivalleri ve jüri değerlendirmelerini nasıl buluyorsun?

Bu sene iki farklı kısa film festivalinde ön jürilik yaparak bu tarz işlerin iç yüzünü de deneyimle imkânı yakaladım. İlk olarak şunu söyleyebilirim ki çok fazla film başvuruyor, özellikle uluslararası kategori de işin içine dâhilse bu sayı binlere ulaşıyor. Sayısal olarak az bir ön jürinin bu kadar filmi izlemesi imkânsız. İzlese dahi sağlıklı bir değerlendirme yapması pek mümkün değil. Nicelik olarak ön jürilerin sayısının artması objektif değerlendirmeyi ve beraberinde verilen kararın denetlenebilirliğini de getiriyor ki bu oldukça mühim bir mevzu. Seçilen filmleri bir veya iki kişinin belirmesi bir festival için oldukça sıkıntılı bir durum. Çünkü bir festivalin o seneki vizyonunu, finale seçilen filmler oluşturuyor. Bu finale katılım sağlayan filmleri ise ön jüriler seçiyor. Ana jüri de mühim lakin en nihayetinde seçilmiş filmler üzerinden bir değerlendirme yapılıyor. Ön jürilerin nicelik olarak yeterli olmasının yanında niteliği de önemli bir husus, hatta çok daha önemli. Kısa filmi bilen, üreten, izleyen, festival takip eden, sektöre hâkim insanlardan kurulu bir ön jüri çok daha sağlıklı bir değerlendirme süreci geçirecektir. Bu durum hem festivale hem de sinemamıza bir katkı sağlar. Ben temel problemin basit gibi görünen bu ön jüri aşamasında olduğuna inanıyorum. Hak eden oldukça nitelikli kısa filmlerin bu noktada göz ardı edildiğini veya gözden kaçırıldığını düşünüyorum. Ve tabi ki ön jürinin kararı nihai ve kesindir. Festival yönetimi tarafından bir müdahale söz konusu dahi olamaz, olmamalıdır. Ülkemizde festivallerin iyi niyetle yapılan kaliteli çeşitlerinin olduğu gibi, niye yapıldığını anlamadığım, içinde başka çıkarların olduğu çeşitleri de var. Lekesiz’in en son gösterildiği festival Eskişehir Film Festivali idi. Eskişehir‘de filmlerin yarıştırılmaması ve gösterilen bütün kısa filmlere verilen telif oldukça kıymetli bir durum. Bu işi gerçekten bilen, iyi niyetli bir şekilde festival işini yürüten bir ekibin organize ettiği bir festivaldi. Kısa filmlere verilen telif hakkı, üzerine ayrıntılı konuşulması gereken başlı başına önemli bir nokta. Her festivalin bu durumu içselleştirmesi ve zorunluluk haline getirmesi gerek. Ayrıca verilen teliflerin hızlı bir şekilde sembolik olma halinden sıyrılıp dişe dokunur seviyelere getirilmesi lazım.

blank

Pandeminin filmini çeksen nasıl olurdu?

Pandemi benim için çok zorlayıcı bir süreçti. Özellikle Kasım 2020 ile Temmuz 2021 arası gerçekten hayatımın en büyük kırılmalarının yaşandığı dönem oldu. O süreçlere dair hissettiğim duygular henüz taze olduğu için henüz nasıl bir film olurdu düşünemiyorum ama bir türkü ile özetleyebilirim. Karacaoğlan’ın şiirinden ortaya çıkan Neşet Ertaş’ın Bir ayrılık, yoksulluk, bir ölüm.

Kısa film çekmek isteyen genç arkadaşlarına tavsiyen ne olurdu?

Kendilerini tanımaya gayret göstersinler. Bu durum söylemesi kolay ama icra etmesi zor bir durumdur. Politik ve toplumsal olaylara karşı duyarlılık göstersinler, haberdar olsunlar, bu konulara dair fikirleri ve görüşleri olsun. Kafamızı gömdüğümüz topraktan çıkarmamız gerek. Temel insani değerlerden ve en önemlisi vicdandan vazgeçmesinler. Bol bol şiir okuyup, türkü dinlesinler. Mümkünse bunları sokakta yapsınlar. Başka hayatlar ile aynı mekânı ve zamanı bölüşebilmek açısından sokak oldukça kıymetli bir alan. Hayatın gerçek boyutu ile olabildiğince temas etmeye gayret göstersinler. Dücane Cündioğlu’nun deyimi ile: Fırlatılıp atılmışız bir kere bu dünyaya. Biz kendimizi burada bulduk. Bir baktık ki buradayız. Yaşamı seçmedik. Ona maruz kaldık. Şaşkınız. İnsanın bu şaşkınlığı ömür kadar kısa bir zaman zarfı içinde üzerinden atması pek mümkün değil bana göre. En fazla sadece bu şaşkınlığı anlayabiliriz. Bu şaşkınlığı bir nebze anlayıp bastırmanın yolu ise bence hissetmekten geçiyor. Bu yüzden hissetsinler sevmeyi sevilmeyi hissetsinler, hissettiklerini sanmasınlar. Ben kendimce bu duruma gayret gösteriyorum. Gerisi bir senaryoya kalıyor. Senaryo yazıldıktan sonra insanın içinde o film yapma iradesi varsa öyle veya böyle o film çekiliyor. Kendimce bu tavsiyeleri sıralayabilirim.

Son olarak eklemek istediklerin neler?

Son olarak bana bu filmleri yapmakta destek çıkan, yardımını esirgemeyen ve emek veren herkese de bu vesile ile tekrardan teşekkür ediyorum. Böyle bir röportaj imkânı sağlayarak bana kendimi ifade etme alanı sağladığınız için size de çok teşekkür ederim. Nice başka filmlerle tekrar görüşmek dileğiyle.

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Mehmet Özgür Candan: ‘Belgesel sinema çok kontrolsüz bir alan’

Mehmet Özgür Candan’la belgesel sinemayı, fikir ve çekim aşamasını hatta
blank

Adil Burak Aydın: ‘Dikkat aralığımız her geçen gün daha da azalırken kısa filmler ilaç olacak’

Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde izleyip keyif aldığımız filmlerden biri