Lars von Trier, Antichrist’tan (2009) sonra bir modern şaheserle daha karşımızda! Psikolojik bir mahşer filmi diye nitelendirebileceğimiz Melancholia, tabi ki Öteki’ye yazdığım filmlerin yüzde 90’ı gibi, o da hakkında hiçbirşey bilmeden izlemesi daha makbul bir film.

blankMelancholia iki kısımdan oluşuyor. “Justine” adlı ilk kısımda çok zengin ve aristokrat iki kızkardeşin küçük olanı Justine’in depresif düğününü izliyoruz. Tahmin edeceğiniz gibi Justin ismi Marki De Sade’ın meşhur romanı Justine’den esinlenerek verilmiş. Kendi düğününe 2 saat geç kalan, ve herşey mükemmel olmasına rağmen sebebi belirsiz bir mutsuzluğu bir türlü üzerinden atamayan genç ve güzel Justine, saatler ilerledikçe iyice sorumsuzca davranıp depresifleşerek düğün gecesini korkunç bir rezalete doğru sürüklüyor. Burada bize verilen tek ipucu Justine’den daha da depresif olan, ve Justine’in aksine mutlu olmaya da uğraşmayan annesi. Annesinin konuklar önünde kalkıp yaptığı soğuk duş etkisi yaratan konuşma, bu ailede bazı şeylerin çok ama çok yanlış olduğunun sinyallerini veriyor. Geçen sene boşandıklarını öğrendiğimiz babanın da yanındaki iki genç kadınla olaylara karşı inanılmaz bir vurdumduymazlık içinde olması bu ailede korkunç bir sevgisizlik olduğu şüphemizi perçinliyor.

Hikayenin bu kısmını izlerken Justine, klasik ailevi sorunları olan zengin, sevgisiz ve şımarık bir kız olarak yorumlanmya müsait. Ancak hikayenin ikinci kısmı “Claire”, bu sefer Justine’i sakin ve mantıklı bir kadın, ilk kısımda ona sahip çıkmaya çalışan ablası Claire’i ise çıldırmak üzere bir karakter olarak gösteriyor. İlk kısımda mantık ve dirayet timsali abla ile kocası, ikinci kısımda ikisi birden yelkenleri suya indirip bu sefer olayları felakete sürükleme konusunda dümeni Justine’den devralıyorlar. Bu açıdan Melancholia, iki farklı karakterde insanın iki çok farklı stres anında nasıl tamamen zıt rolleri üstlenebilceklerini anlatıyor. Bu iki zıt durumdan birinin bir düğün, diğerinin ise dünyanın sonun gelecek olması gibi aşırı bir örnek olması, benim gibi teşbihte hata olmaz diyerek aşırı durumları örnek vererek konuları anlatmayı seven biri için muhteşem keyifli bir duruma dönüşüyor.

blank

Dahası, filmin ikinci kısmı Claire, ilk kısımdaki Justine okumasına da farklı bir boyut getiriyor. (Burası artık iyice spoiler!) Filmin ikinci kısmında yaklaşan dev meteor dünyaya çarpacak veya çarpmadan yanından geçip gidecek ikilemi var. Claire’in internet üzerinden yaptığı araştırmalardan, ve kocasıyla ettiği münakaşalardan anlıyoruz ki, bilim adamları da bu konuda ikiye ayrılmış durumda. Claire’in kocası da iyimserlerden. Ancak o her kadar meteor çarpmadan geçecek dese de sonunda “gezegenlerin ölüm dansı” gerçekleşeceği kesinleşiyor. İşte tam da bu noktada Justine’in 6. hissi işin içine giriyor. Justine, ablasına düğündeki cam şişe içine koyulan fasülye tanelerinin sayısını söyleyince, Claire’in ilk defa kızkardeşinin bazı şeyleri açıklanamaz şekilde bildiğine inanıyor. Bu andan sonra izleyici için ilk kısımdaki Justine’in anlaşılmaz depresyonu ve annesiyle yaptığı konuşmalar farklı bir mana kazanıyor. Justine’in de, annesinin de, 6. hisleriyle dünyanın sonunun geldiğini hissetmeleri, ve o yüzden bu kadar mutsuz ve depresif oldukları sonucu ortaya çıkıyor. Tabi bu sadece bir tesadüften de ibaret olabilir. Ancak dediğim gibi; filmin özelliği bu şekilde iki farklı okumaya açık olması.

Teknik unsurlara gelirsek, böylesine bir filmde işin fantazi (bilimkurgu) kısmının bu kadar gerçeki ele alınması ise filmin değerini ikiye katlıyor. Gezegenin yaklaşma sahneleri çok ama çok etkileyici. Filmi bir bütün olarak düşünürseniz, hissiyat olarak bu filmin verdiği “gezegen yaklaşıyor” dehşeti, Deep Impact ve Armagaeddon gibi Hollywood filmlerden üstün.

blank

Filmdeki cast’ın muhteşemliği ise apayrı bir konu. Kirsten Dunst, Kiefer Sutherland, Charlotte Gainsbourg, Stellan Skarsgård, John Hurt gibi müthiş usta ve karizmatik isimler, ve tabi ki düğününü mahvettiği için Justine’in yanından eliyle kendi yüzünü kapatarak geçen dünyanın en pahalı düğün planlayıcısı rolünde Udo Kier! Daha iyi bir cast kolay kolay bir araya gelmiyor…

Müzik olarak Wagner filmin mahşeri havasına cuk oturuyor. Kubrick-vari bir hissiyat oluşturuyor. Özellikle filmin başındaki o aykırı giriş kısmında. Burada filmin aykırı girişiyle ilgili kişisel bir not düşmek istiyorum: Film başlayınca, aşırı yavaş çekim, her biri birbirinden bağımsız, sürreal (ve aynı zamanda hiper real) birer tablo gibi olan sahneler geçidi 7. dakikasına ulaştığında eyvah dedim. Yoksa bütün film bir hikayeye bağlı olmadan böyle akıp gidecek miydi? Benzer bir hayalkırıklığını Container (2006) ile yaşamıştım. Bir dönem en sevdiğim yönetmen mertebesine yükselen Lukas Moodysson’un A Hole In My Heart’ını (2004) izledikten sonra bir sonraki filmini benzersiz bir heyecan ile beklemeye başlamıştım. Hatta filmin dvd’sini Amazon’dan pre-order etmiştim! Filmi izlemeye başlayınca ise yavaş yavaş heyecanım, yerini karanlık bir merak duygusuna ve sonunda hayalkırıklığına bırakmıştı. Bir depo içindeki eşyaların üzerinde dolaşan bir kamera ve üzerine şiirler okuyan bir kadın sesinden ibaretti bütün film… Sonuna kadar izleyemeden hayalkırıklığıyla kapattım nadir filmlerden biri oldu…

Evet, yazının başında da dediğim gibi, tıpkı Antichrist gibi yine bir b-film fikrinin bir sanat filmi olarak uygulandığı bir film diye yorumluyorum Melancholia’yı. Antichrist’ta dağ evinde çıldıran katil bir eş izlerken, Melancholia’da dünyaya çarpıp insanlığı yokedecek bir gezegeni izliyoruz. İki konuya da b-sinemanın delhizlerinde birçok defa rastlamak mümkün. Ancak mahşer öncesi, dünyanın son günleri gibi fantastik bir öğeden yola çıkıp, bunu aristokrat iki kızkardeşin içdünyaların sembolizmleriyle harmanlayan Melancholia, yapı ve içerik olarak bir benzeri daha bulunmayan, (benim için) mükemmele yakın bir film. Bu benim de kişisel olarak hayran olduğum, ve kendi yazdığım/çektiğim filmlerimde kovalamaya çalıştığım bir hissiyatı mükemmel bir şekilde yakaladığı için benim için apayrı bir değeri var! DVD’sini kütüphanemde Antichrist ve Vinyan’ın yanına koymak için sabırsızlıklanıyorum…

Öteki Sinema için yazan: Can Evrenol

Melancholia trailer

blank

Can Evrenol

University of Kent’ten “Sanat Tarihi” ve “Film Theory”mezunu. Bahçeşehir Üniversitesi’nde seçmeli sinema dersi vermekte. MEHTAP ve OMEGA VATAN isminde iki kısa romanı var. Yeni sinema filmi SAYARA (2024) çok yakında!

4 Comments Leave a Reply

  1. Bu filmi henüz izleyemedim ama çok merak ediyorum. Trier’ı ben de çok seviyorum. Özellikle Antichrist çok etkileyiciydi benim için. Can Evrenol’un yorumlamalarını ayrıca seviyorum. Çok net ve açık bir yorumlama olmuş. En kısa zamanda izleyip tekrar okuyacağım.

  2. Valla Can yarıya kadar okudum da spoiler almamak için erteledim hemen seyretmem lazım!!:)

  3. Melancholia’yı seyrederken sinemanın büyüleyici bir sanat olduğuna bir kez daha idrak etmiştim. Can Evrenol bu hoş anlatımından sonra yönetmenin Antichrist adlı filmini az önce seyrettim. Ben Lars von Trier’i çok merak ettim. Az sonra yönetmenin peşine düşeceğim…

    Bu yönetmen kim???

  4. Bu filmin üzerine düşünürken, izlerken aldığımdan daha fazla zevk aldım. Bunu olumsuz değil olumlu manada söylüyorum. Yoğun metaforlarla yüklü, çok değişik okumalara açık olduğu için Melancholia ile ilgili okuduğum her yazı filmin dünyasını benim için zenginleştirdi. Okuduğum çoğu eleştiride ilk bölümü oluşturan düğün kısmı filmin zayıf halkası olarak görülmüş ama benim şahsi fikrim bu bölümlerin tadından yenmeyecek kadar leziz olduğu yönünde. Özellikle Justine’in anne ve babasının tuhaflıkları fazla altı çizilmeden ama çok ustaca aktarılmış. Sinemanın günümüzde geldiği yer düşünülünce bu kadar tavizsiz ve karamsar bir film olmasını da ayrıca takdir ettim. Beğenmediğim kısım olarak ise Claire’in hikayesinin baş tarafını söyleyebilirim. Bu bölümde olması gereken gerilim, son anlara kadar iyi yansıtılamamış gibi geldi bana. Tüm okuduklarımdan ve ikinci bir izleyişten sonra fikrim değişeblir tabii.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Space Truckers (1996)

Space Truckers eğlenceli bir bilimkurgu/aksiyon. Tabi yine bir b-film, yine
blank

The Mist / Öldüren Sis (2007)

Frank Darabont’un uyarlayıp yönettiği The Mist, gelmiş geçmiş en iyi