Yurtdışında yaşayan ve toplumsal konulara kadın bakış açısıyla parmak basan kısa filmci ve aynı zamanda oyuncu Merve Gezen ile konuştuk.
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhabalar. Nerdesin Aşkım ve Scrabble filmlerinizi izledim ve kısa filmlerde zaman zaman görmeyi istediğim toplumsal dokunuşu sizin filmlerinizde buldum. Bu iki filminizin bakış açısından yola çıkarak kısa filme bakışınızı yorumlamanızı istesek?
Avrupa’da çok önemli bir sektör olsa da (kısa film dağıtıcıları, sadece kısa film çeken yapım şirketleri var) sizin de bildiğiniz üzere Türkiye’de genelde kısa filmler bir nevi uzun metraja hazırlık gibi çekiliyor; ama bence kısa film çok önemli zira bir nevi sizin künyenizi oluşturuyor. Sizin tarzınızı, neler çekmek ve nasıl çekmek istediğinizin bir göstergesi.
Bildiğim kadarıyla yurtdışında yaşıyorsunuz. Ya da gidip geliyorsunuz. Yurtdışından ülkemize baktığınızda gördüğünüz sorunları mı kameranızdan yansıtmayı seviyorsunuz? İki filminizde ölüm temasını işliyor…
Geçen gün bir Fransız basınına verdiğim röportajda şöyle demiştim; ülkede “maalesef” film konusu açısından malzeme çok bol. Sabah haberleri izliyorsunuz; aradan iki saat geçtikten sonra öğlen haberlerini açtığınızda televizyonda bambaşka trajediler gösteriliyor. Yani her saat başı bir şey oluyor! Ben sadece doğru bulmadığım ya da eleştirmek istediğim şeyleri filme aktarıyorum. Evet, iki filmin sonunda da ölüm var. Ama bu ölümler her gün yaşanıyor hatta öyle ki kadınların ya da transların öldürülmesi sanki çok normal, sıradan bir haber haline geldi. 2017’deyiz ama değişen bir şey yok; eğer bir ülkede her gün bir kadın öldürülüyorsa bir sorun var demektir. Dolayısıyla da filmlerin sonunda ölüm oluyor.
Nerdesin Aşkım trans cinayetlerini anlatıyor ve hayatlarını kaybeden seks işçilerine adanmış bir hikaye. Cesur bir hayat yaşayanlara cesur bir bakış diyelim filmin için. Filmi çekerken yaşadıklarını ve sonrasında karşılaştıklarını anlatabilir misin? İkisi arasında bir çelişki olabilir mi?
Nerdesin Aşkım’ı çekerken karşılaştığım sorunlarla bile bir film çekebilirsiniz. Başımıza gerçekten gelmeyen kalmadı. Bir kere hiçbir yerden destek alamadık, her şeyi cebimizden verdik. Adımızın “dönmelerle” yan yana gelmesini istemiyoruz diyerek suratımıza birçok kapı kapandı. Çekim yapmak için ev bulamadık. Sokak çekimlerinde tinercisinden, kadın satıcısına, her türlü sözlü ve fiziksel tacize uğradık. Hatta gece yarısı seti toplayıp bambaşka bir yere taşıdık. Orijinal senaryoda yer alan bir sahne çıkarıldı. Normalde küçük bir çocuk vardı ama çocuk oyuncumuz çekimden bir gün önce kaza geçirip ameliyat olunca bazı sahneler neredeyse doğaçlama yapıldı. Üstüne üstlük başka bir oyuncumuz sette hastalanınca istediğimiz planları çekemeyip elimizdekilerle yetinmek durumunda kaldık. Tabi çevrenin “niye böyle bir film çekiyorsun, dönme bile değilsin, ne gerek var” tarzı konuşmaları saymıyorum bile. Ancak daha sonrasında gelen ödüller bizi oldukça mutlu etti ve yaşanan bütün bu zorluları bir nebze olsa unutturdu.
Scrabble kısa film mantığına çok denk ve on ikiden vuran bir film olmuş. Başındaki belirsizlikle çarpıcı son arasındaki dengesizlik gerçekten etkileyici. Çocuk gelinle başlangıç yaptığınız için oradan devam edecek sanırken bambaşka bir yola giriyor hikaye. Biraz ortaya çıkışını anlatabilir misiniz?
Scrabble’i yapmamdaki en önemli sebep Özge Can’dır. Ne kadar korkunç bir trajedi. Söylerken bile boğazım düğümleniyor. Bu olaylar olduğunda ben Amerika’daydım ve sürekli ne yapabilirim diye düşünürken bu film ortaya çıktı.
Oyun mantığında tamamlanan gerçek bir hikaye. Kadınlar bir anlamda kendi döngülerini, onlara bu şiddeti uygulayanları göstermeyerek anlatmaya çalışıyorlar. Yurtdışında filmlerinizle ödüller alıyorsunuz bir yandan da. Seçtiğiniz konulara onlar nasıl bakıyorlar. Ülkemiz Avrupa’nın kıyısında bir ülke ama nedense namus ya da nefret cinayetleri bir hayli yüksek, bu tezatlığın farkındalar mı?
Avrupa’nın kıyısında olup bu kadar onlardan uzak başka bir ülke var mı bilemiyorum. Hangi Avrupa ülkesinde 13-24 yaşındaki kızını 60 yaşındaki bir adamla evlendirebilirsin? Hangisinde kızını traktör parasına satabilirsin? Ya da transların ve kadınların her gün öldürülmesi gayet normal bir şeymiş gibi karşılanabilir! Bugün Avrupa’daki insanlara katıldığım festivallerde olup bitenleri anlattığımda hayret ve üzüntüyle beni dinliyorlar. Bir Avrupalı arkadaşıma 8 Mart gününde, Türkiye’nin 8 Mart’ı kutlamaya hakkı yok dedim. Önce anlamadı ne demek istediğimi. Sonra ona Türkiye’de seçme ve seçilme hakkının Fransa, İsviçre gibi en demokratik Avrupa ülkelerinden bile çok daha önce alındığını büyük bir gururla söylerken sonrasında da son beş senede 2010 ile 2015 yılları arasında 1134 kadının öldürüldüğünü ekledim. Tabi bu bildiğimiz rakam… Yani nerden nereye geldik! Düşünsenize bunu 365 güne böldüğünüzde her gün bir kadın ölüyor demektir. Yani sizce böyle bir ülkenin 8 Mart’ı kutlamaya nasıl hakkı olur! Sadece bir güne mahsus panel yapılıyor, kadın bir gün dövülüp öldürülmüyor ama ertesi gün gene 3. sayfa haberi olarak gazetede yerini alıyor. Yani özetle onlarda pek çok şeyi görüyorlar.
Kadınların zıtlığını yani sosyal sınıf ayrımını bir kenara bıraktım ama kadınlar arasında da bir dayanışma yok, aksine dalgacı bir durum var. Bunu özellikle mi yaptınız? Kimse kimsenin ilacı değil bakış açısı mı bu?
Evet, bunu özellikle yaptım; belki bunu söylediğim için pek çok kadın beni eleştirecek ama ben hep “kadının en büyük düşmanı gene kadının kendisi!” diyorum. Şimdi belki bana diyeceksiniz olur mu öyle şey erkekler öldürüyor diye… Ama unutmamak gerekir ki o erkekleri kadınlar yetiştiriyor. Bugün hala Türkiye’de kadınların dayak yemesini çok normal gören kadınlar var! “Yapmıştır bir şey, hak etmiştir dayağı” yada “mini etek giydin tecavüze uğraman çok normal” zihniyetinde düşünenler de cabası! Filmde de, sizin de gördüğünüz üzere herkes birbirini eleştirip duruyor; CEO süreli köylü kadını aşağılayıp duruyor, köylü kadın hayat kadını “her yeriniz açık” başınıza geleni bir nevi hak ediyorsunuz diyor; eğitim hakkı elinden alınan hayat kadını lise öğrencisine “ sanki okuyunca bir bok olacaksınız” diye eleştiriyor; ancak kimsenin kimseyi eleştirmeye hakkı yok zira hepsinin kaderi aynı. Yani hepsi kocaları tarafından katlediliyor. Ama kimse de bir dayanışma yok.
Oyuncularınızı seçerken nelere dikkat ediyorsunuz, bu filmde Janset ve Defne Halman’ın olması filme gerçekten de artı bir değer katmış. Diğer filminizde trans bireylerin seçimleri de aynı şekilde. Yönetmen oyuncu ilişkisi hakkında belki bu seçimlerden yola çıkarak bir iki şey söyleyebilirsiniz?
Nerdesin Aşkım’da ilk baştan beri gerçek trans bireyleri ve gerçek seks işçilerini oynatmak istiyordum çünkü bu onların hikayesi dolayısıyla gerçek trasların olması gerekiyordu peruk takmış erkeklerin değil. Scrabble’da ise Defne’yi New York’tan tanıyordum ve onunla gerçekten bir şeyler yapmak istiyordum. Hatta hayat kadını yazarken bile kafamda hep Defne vardı. Aslında ben tiyatro kökenli bir insan olduğum için tiyatrocularla çalışmayı tercih ediyorum. Senaryolarımda karakterlere oyuncu ararken ilk önce tiyatroda seyrettiğim, bildiğim insanları düşünüyorum. Ama tabi bu demek değil ki tiyatroculardan başka kimseyle çalışmam; eğer bir oyuncu hem fiziksel hem de ruhsal olarak o role değer katıyorsa elbette tiyatro dışından insanlarla da çalışırım.
Bundan sonraki filmlerinizde konu olarak ne anlatacaksınız, kısa film yolculuğu devam edecek mi? Yoksa uzun metraj hazırlıkları da var mı? Kısa ve uzun metrajın sizin için farkı nedir?
Bundan sonra bir kısa bir de uzun metraj projem var. Her ikisi de gene toplumsal sorunları içeriyor. Ben hep uzun metraj için şöyle derim, bir kısa film 15-20 dakika ise onlardan 4 tanesini yan yana koyarsan bir uzun metraj olur. Yani ikisini de aynı titizlikle ele alıyorum. Sadece uzun metrajın hazırlığı daha uzun sürüyor. Scrabble için 6 ay süre harcadık; yazın çekeceğim kısa filmin hazırlıklarına şimdiden başladık dolayısıyla uzun metrajın hazırlık, çekim ve post aşaması daha uzun ve meşakkatli oluyor.
Türkiye’deki yarışmalara katılıyor musunuz, tepkileri, jüri kararlarını ve kısa filmcilerin kendi aralarındaki muhabbetlerini nasıl buluyorsunuz?
Scrabble şu an Türkiye’de pek çok festivalde gösterildi, ama çoğunluğunda yurt dışında olduğumdan birebir katılamadım dolayısıyla bu soruya çok sağlıklı bir cevap veremem.
Siz de oyunculuk yapıyorsunuz, tiyatro dışında kısa ya uzun metrajlarda oynadınız mı?
Evet, aslında esas mesleğim oyunculuk; Fransa’da konservatuarda oyunculuk okudum. Tiyatronun haricinde hem Fransızca hem de İngilizce kısa metrajlarda oynadım. Ama yönetmenlik bana daha enteresan geliyor; bir orkestra şefi gibi, bütün enstrümanlarla sırasıyla ilgilenmek durumundasınız. Her karakterin ayrı bir psikolojisi farklı bir dramatürjisi var… Mesela bir senfoni düşünün, önce “allegro” başlıyor, birden “agitato”ya geçiyor ve orkestra şefi de bütün bu geçişleri çok doğal bir şekilde yapıyor yönetmenlikte de biraz böyle bir durum var. Sanırım ben bu geçişleri çok seviyorum…
Filmlerinizi çekmek için gerekli maddi imkanı nasıl yaratıyorsunuz, bu konuda kısacı arkadaşlara alternatif bir yol sunabilirsiniz belki?
Evet, gelelim en önemli konuya! Film çekmek için paraya ihtiyacınız var ve Türkiye’de Avrupa’daki gibi para bulacağınız pek çok kurum yok. Yani sadece kültür Bakanlığı var ve elbette bu yeterli değil… Pek çok proje onların görüşlerine ya da estetik anlayışına aykırı geldiğinden reddediliyor; dolayısıyla insanlar kendi imkanlarıyla bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Ben 2012 yılında DTM Pictures adlı yapım şirketimi ikizimle kurdum; kendisi finans kökenli bir insan olduğundan para işleriyle o ilgileniyor. Ama yapmaya çalıştığımız şey alternatif yollarla bütçeyi toparlamak. Yani projeye sempati duyabileceğini düşündüğümüz insanlarla bir araya gelip onlara projemizi aktarıyoruz. Ne yapmak istediğimizi ve neden yapmak istediğimizi söylüyor ve sponsorluk bazında ilerliyoruz. Tabi her zaman başarılı olamıyoruz; bazen 100 kişiye e-mail atıyorsunuz ama sadece 2 kişi cevap veriyor. Ama önemli olan kararlı olup işi sonuna kadar devam ettirebilmek diye düşünüyorum.
Teşekkürler
Bu güzel röportaj için ben teşekkür ederim.