Geçenlerde elime geçen, sararmış bir kitap(çık) epey ilgimi çekti. Metin Erksan’ın “Atatürk Filmi” kitabı(1) 76 sayfalık mütevazı hacmine rağmen beni düşünmeye ve bazı yan okumalar yapmaya yönlendirdi.
Aslında yeni bilgiler, şaşırtıcı ifşaatlar içermiyordu bu kitap. Ama 2000’li yılların ilk 20 yılının muhasebesini yapmaya başlayan bir ülkede yaşıyoruz. Bendeniz de ülkenin genel eğilimlerinden muaf olmadığım için son 4-5 aydır vaktim olunca, Shakespeare’den fırsat buldukça Atatürk konusunda okuyordum. Erksan’ın kitabı da bu muhasebe ihtiyacına yakıt olduğu için ilgimi çekmişti.
Kitap, 3 Kasım 1988 tarihinde Turizm ve Kültür Bakanlığının, devrin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in de katılımı ile düzenlediği Atatürk Filmi paneline dair Erksan tarafından yazılmış altı makaleden oluşuyor. Erksan da bu panelin konuşmacılarından ve çekilmesi planlanan Atatürk filmi için senaryo sunması istenen sinemacılardan biriydi.
Makalelerden ilki Erksan’ın bu panelde yaptığı konuşma. İkinci makale Erksan’ın panele dair izlenimlerini aktaran ve 21 Kasım 1988 tarihinde Milliyet gazetesinde yayınlanan bir yazı. Diğer dört makale ise bu kitap dışında hiçbir yerde yayınlanmayan yazılar. İlk iki yazıyı detaylandırma ve yer yer düzeltme amacı güdüyor.
3 Kasım 1988 tarihinde düzenlenen panelde yaptığı kısa konuşmada iyi bir Atatürk filmi yapmanın imkansızlığından bahseden Erksan sözlerini “Milyonlarca insanın değişik ve özgün Atatürk hayali, sevgisi ve düşüncesini bir Atatürk filmi içine sığdırmak, ancak mucizelere inanmakla eşdeğerlidir” diye bitiriyordu. İki paragraf öncesinde de Atatürk filminin ne kadar mükemmel ve eksiksiz olursa olsun “…milyonlarca Türk’ün ve yabancının kafasında, milyonlarca Atatürk görüntüsünü ve kavramını tekdüze bir doğrultuya” yönlendireceğini ifade ediyordu.(2)
Erksan’ın Atatürk filminin çekilemezliğine dair düşüncesi netti ama bunu gerekçelendirme biçimi hakkında ne söylenebilir? Acaba Erksan, Atatürk hakkında ortak bir kanıya varılamayacağı, mutlak bir gerçekliğin bulunmadığı şeklinde hakikat sonrası (post-truth) bir açıklama mı getiriyordu? Hayır. Büyük ihtimalle panelde devlet erkanının bulunması dolayısıyla seçtiği ihtiyatlı ve yuvarlak kelimeler görünüşte bu minvalde bir anlam çıkarılmasına sebep olsa da “tekdüze doğrultuya yönlendirme” ibaresi bana resmi ideolojinin kendi Atatürk anlayışını insanlara dayatması endişesini kastettiğini düşündürdü. Aşık Veysel filmi çekerken bile başı sansür ile derde giren bir yönetmenin böyle endişelere sahip olması gayet anlaşılır bir durum. Bu konuşmada açıkça ifade edilmeyen bir başka endişe de ikinci makalede aktarılacaktı. Bunu da yeri geldiğinde belirteceğiz.
21 Kasım 1988 tarihli Milliyet gazetesinde panele ilişkin izlenimlerini “Paneldeki özgür düşünce ortamı bizi çok etkiledi”(3) diye özetleyen Erksan, özellikle Cumhurbaşkanı Kenan Evren ve Kültür ve Turizm Bakanı Tınaz Titiz’in “konuya aydınlatıcı çözümlemeler” getirdiğinin altını çiziyordu.(4) İkinci yazının en ilginç kısmı ise paneldeki olumlu ortamın etkisiyle bir miktar coşkuya kapıldığı anlaşılan Erksan’ın Atatürk filmi konusundaki fikrini değiştirmesi idi. Bunu da Milliyet’teki yazısında “Ölümünden elli yıl sonra Atatürk, bir kez daha devrimci ve çağdaş kişiliği ile Atatürk filminde yaşayıp, büyük Türk milletine önderlik etmelidir”(5) sözleriyle belirtiyordu. Yazıyı, yapılacak ilk işin filmi kimin nasıl yapacağına bakmadan senaryo için “…Atatürkçülüğe, Atatürk kavramına ve Atatürk’ün kişiliğine ait sonsuz ve sınırsız malzemeler toplamak, hazırlamak ve yazmak”(6) olduğunu söyleyerek bitiriyordu. Yani filmin yapılmaması gerektiği şeklindeki görüşü değişse de bu işin çok titiz bir hazırlık safhası gerektiren zor bir iş olduğunu belirtmeden geçemiyordu. Panelde, içinde Erksan’ın da olduğu bazı yönetmenlere, çekilmesi düşünülen Atatürk filmi için senaryo hazırlama teklifi sunuluyor. Daha sonra bu senaryolardan ikisi, Halit Refiğ’in Gazi ile Latife‘si ve Refik Erduran’ın Metamorfoz‘u seçiliyor. Gazi ile Latife bilinmeyen nedenlerden ötürü filme alınma şansı bulamazken Metamorfoz 1991 yılında filme çekiliyor. Kitapta bahsetmediğine göre Erksan’ın Atatürk filmi için bir senaryo sunmadığını kabul etmemiz doğru olacaktır.
Üçüncü yazıda o günlerin Ortak Pazar’a / Avrupa Ekonomik Topluluğu’na giriş amacına vurgu yapan Erksan, bunun Atatürk ile mümkün olacağını söylüyordu. Buna ek olarak, çekilecek filmde Atatürk’ün insani yönlerinin ortaya çıkarılmasını, dost sofralarının, dans sahnelerinin olmasını isteyen “Gardrop Atatürkçüleri”ne çatan Erksan Atatürk’ün sevimli gösterilmesi gereken eli kanlı bir tiran olmadığını ve insani yönlerinin altını çizmek için bazı şeylerin fazla öne çıkarılmasının bizi objektif bir Atatürk karakteri çizmekten uzaklaştıracağını şu sözlerle savunuyordu: “Doğruluğu kanıtlanmış, açıkça bilinen, sonsuz ve sınırsız; olaylarla, olgularla, ögelerle dolu ve asıl ilgi çekici olan bu olağanüstü yaşamı ve kişiliği, birtakım küçük ‘nahif motiflerle’ gölgelemek ve Atatürk Filmi’ni ancak o zaman seyredilebilir sanmak; akıl dışı, bilgi dışı, beceri dışı, yetenek dışı bir düşünme ve davranıştır.”(7) Bunun ilk yazıda belirtmediği ikinci çekince olduğunu söyleyelim.
Atatürk’ün “zahidane” (zühd sahibi, bir amaç için gerekenleri yapmanın yanı sıra fedakarlıktan kaçınmayan – Y.N.) yanına vurgu yapan Erksan Churchill’in Atatürk için kullandığı “Man of Destiny” (Kaderin İnsanı) betimlemesini hatırlatıyordu. Napolyon’un kendi için kullandığı “Kaderin İnsanı” sözcüğünü -Napolyon’dan farklı olarak- insanın nesnel (tarihsel, siyasal ve ekonomik) koşulların etkisinde biçimlenen tarafı olarak algıladığımı belirtip açıklamasını sonraya bırakayım.
Dördüncü makalede Türkiye’nin Selçuklu’dan beri bir Avrupa devleti olduğunu belirten Erksan Atatürk’ün de Türkiye Cumhuriyeti’ni bir Avrupa devleti olarak kurduğunu belirtiyor ve uzun karşılaştırmalardan sonra bizim de herkes kadar Avrupalı olduğumuzu söylüyordu. AET / AT’ye girişte Atatürk filminin önemli rol oynayacağını tekrar ediyordu.(8)
Beşinci makalede dünyada herkes tarafından izlenecek bir Atatürk fillminin nasıl olması gerektiğini tartışan Erksan yabancı sinemacıların neden bir Atatürk filmi yapmak istemediğini açıklamaya çalışıyor ve Mustafa Akad’ın Çöl Arslanı filminin batıda soğuk karşılanmasından dem vurarak batılıları yenen insan imgesinin batılılarca hoş karşılanmadığı sonucuna varıyordu. Ayrıca bizim Atatürk’ü dünyaya yeterince tanıtıp anlatamamamızın yabancıların bir Atatürk filmi çekmemesinde en büyük etken olduğunun da altını çiziyordu.(9)
Altıncı ve son makale ise Atatürk filminin hazırlık safhasının nasıl olması gerektiğini tartışıp filmi kimin çekmesi gerektiği sorusuna nihai ve çok tartışılan şu cevabı veriyordu: “Amerikalı sinemacılar çekmelidir.”(10)
Makaleleri böylece özetlediğimize göre, genel olarak konuşmaya başlayabiliriz. Makaleler birtakım dağınıklık, fikir değişikliği ve tekrarlar içerse de şu temel soruları tartışmaya çalışan bir bütün oluşturuyor:
- Atatürk filmi çekilmeli mi?
- Atatürk filminin Türkiye’nin AET / AT üyeliği bağlamında faydaları nedir?
- Atatürk’e yaraşır bir film nasıl olmalıdır?
- Atatürk karakteri nasıl çizilmelidir?
- Atatürk filminin dünyada mümkün olduğunca çok izleyiciye ulaşması için ne yapılmalıdır?
Erksan’ın kitabı hakkında en büyük gürültünün “Film çekilmemelidir” ve “Filmi Amerikalılar çekmelidir” dediği için koptuğu aşikar. Ama makalelerin ağırlık noktasının bütün bunlardan farklı olarak “Atatürk’e yaraşır bir film nasıl olmalıdır?” ve “Atatürk karakteri nasıl çizilmelidir?” soruları olduğunu söylemeliyim.
Erksan senaryonun yazılmasından önceki hazırlık sürecinin çok önemli olduğunu vurguluyordu. Çünkü Atatürk filmi çekmezden önce Atatürk’ü anlamak ile ilgili bir sorunumuz olduğunu ima ediyordu: Atatürk’ü tarihteki yerine doğru oturtmak ve anlamak. Bunun uzun bir çalışma olduğunun farkındaydı ve bu yüzden “sonsuz ve sınırsız” lafını makalelerinde iki kez tekrarlamıştı. Atatürk’ü tarihteki yerine doğru oturtmak ve anlamak, doğru bir Atatürk karakteri çizmek için gerekliydi.
Yoğun araştırma ve anlama sürecinden sonra karakteri resmetmeye başlayabilirdik. Karakteri oluştururken Marx’ın, Brumiare’in girişindeki şu unutulmaz tespitini rehber edinmek gereklidir: “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yapar ama onu özgür iradeleriyle değil, kendi seçtikleri koşullar altında değil, dolaysız olarak önlerinde buldukları, verili, geçmişten devrolan koşullar altında yaparlar.” Tarih büyük milletlerin başındaki büyük insanların kafasındaki büyük fikirlerden çıkmaz. İnsanlar kendi tarihini şekillendirir. Şekillendiren insan iki vektörün bileşkesidir: Nesnel şartların şekillendirdiği vektör ve öznel şartların şekillendirdiği vektör.
Nesnel şartlar, insanı çağdaşları ve akranlarıyla benzer yapan ve nedensellikten kaynaklanan şartlardır. Üretim sistemine işaret eder. Üretim deyince yalnızca ekonomiyi kastetmiyoruz. Ekonominin yanı sıra siyasi, kültürel, dini ve coğrafi şartları barındırır. Öznel şartlar ise insanın benzerlerinden ayıran özellikler kazandıran şartlardır. Rastlantısal ve münferittir. Aile ortamı, arkadaş çevresi, başa gelen münferit olaylar (kaza, ebeveynlerin ölümü, yer değiştirme, sakatlık), doğuştan gelen birtakım fiziksel özellikler yüzünden edinilen alışkanlık ve hayat amacı bu vektörün etkisini belirler.
Atatürk karakterini çizerken göz önüne alınan nesnel şartlar şunlardır: Osmanlı İmparatorluğu son yüzyılda yaşadığı büyük toprak kayıpları ve askeri yenilgiler yüzünden hızla çöken bir imparatorluktur. Sanayisi yok denecek kadar azdır. Tarım hala Orta Çağ şartlarında yapılmaktadır. Emperyalizm aşamasına geçen sanayi kapitalizminin dünyayı hammadde kaynağı olarak bölüşme stratejisi içinde Rusya ile birlikte gözden çıkarılmıştır. Artık monarşi ile yönetilemez hale gelmiştir. Genç Osmanlı, Jön Türk ve İttihad-ı Terakki hareketleri ülkeyi sultanın yetkisini sınırlandıran bir Meşruti Monarşi’ye taşımıştır. Okuma yazma oranı çok düşüktür. Ülkenin Rumeli ve Batı bölgeleri nispeten daha gelişmiştir ve Tanzimat sonrasında kurulan batılı tarzda eğitim yapan askeri ve sivil okullardan çıkan öğrenciler monarşi karşıtı, milliyetçi, modernist ve seküler eğilimlere sahiptir. Mustafa Kemal de bunlardan biridir. Devrin Namık Kemal, Abdullah Cevdet, Prens Sabahaddin, Ziya Gökalp ve Tevfik Fikret gibi önde gelen yazar ve fikir adamlarından etkilenmiş ve özellikle Tevfik Fikret’e büyük önem vermiştir. Subay çıktıktan sonra İttihat ve Terakki içinde yer alsa da Enver Paşa, Talat Paşa ve Cemal Paşa’dan oluşan üçlünün ve bunların etrafındaki B kadrosunun dışında kalmıştır. Başta Çanakkale Savaşı olmak üzere 1. Dünya Savaşı’nda yıldızı gittikçe parlar. Cemal ve Talat Paşalar ile arası iyi olsa da Enver Paşa ile hep bir çekişme halinde olmuştur.
Siyaseten seküler ve modernist bir milliyetçilik taraftarıdır. Kadınlara dayatılan kıyafet sınırlamalarına karşıdır. Ahlak konusunda seküler ve bilimsel bir tanımının yapılmasını istemektedir. 1917 yılında Karlsbad’da tedavi görürken bir akşam yemeği sırasında Emin Bey ve eşiyle konuşurken kafasındakileri şöyle aktarıyordu: “Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım… Açılsınlar onların dimağlarını ciddi ulûm ve fünûn (bilim) ile tezyin edelim (süsleyelim). İffeti, fenni (bilimsel) sıhhi surette izah edelim.” Aynı sohbet esnasında kafasındakileri yapmak için izleyeceği yöntemi şöyle özetliyordu: “…ben her vakit söylerim, burada da bu vesile ile arzedeyim benim elime büyük selahiyet (yetki) ve kudret geçerse, ben hayat-ı ictimaiyemizde (sosyal yaşamımızda) arzu edilen inkılabı bir anda bir ”coup” (darbe, devrim) ile tatbik edeceğimi zannederim. Zira ben, bazıları gibi efkâr-ı avamı (halkın düşüncelerini), efkâr-ı ulemayı (aydınların düşüncelerini) yavaş yavaş benim tasavvuratım (tasarılarım) derecesinde tasavvur ve tefekkür etmeye (tasarlamaya ve düşündürmeye) alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum isyan ediyor.”
1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı yenilirken İttihat ve Terakki’nin en tepesindeki Enver, Talat ve Cemal üçlüsü ülkeyi terk etmek zorunda kalacak ve işgal altındaki ülkenin kaderi 3. Ordu (9. Kolordu) müfettişi olarak Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal Paşa’nın kaderi ile birleşecekti. Görevleri arasında Sovyetler Birliği sınırında Sovyet (şura) tarzı devletçik oluşumlarını ve doğu ve güneydoğudan toprak kayıpları olmasını önlemek ve itilaf devletlerinin Mondros mütareke şartlarını bahane ederek ülkenin başka bölgelerini işgal etmesine neden olacak milli kurtuluş hareketlerini önlemek olan Mustafa Kemal, yetkilerini tam tersi yönde milli kurtuluş hareketi yararına kullanacak ve silah arkadaşları ile birlikte önce kongreleri ve sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni toplayarak fiilen bir iktidar ikiliği yaratacak, ordu toplayacak, ülkeyi işgalden kurtaracak ve en sonunda rejimi monarşiden cumhuriyete çevirecekti. Kafasındaki “tasavvuratı” hayata geçirmeye başlayan Mustafa Kemal Atatürk, silah arkadaşları ile fikir ayrılığına düşecek ve onları siyaseten tasfiye edecekti. Devrimin metodu konusundaki ilk ciddi sınavını 1929 ekonomik bunalımı, Serbest Fırka deneyimi ve 1930’daki Menemen olayı ile yaşayacak devrimlerin altındaki halk zeminin hızla kaymaya başladığını fark edecekti. O güne kadar liberal ekonomiden yana olan Atatürk devletçiliğe geçiş yapacaktı. Sosyal tınısı olan devletçiliğe geçişin yanı sıra daha sonra Köykent ve Köy Enstitüleri’ne evrilecek bir eğitim ve toplum seferberliği ile muhafazakar köylülüğün dönüştürülmesi ve devrimin zemininin korunmasının yolları araştırılacak ve 30’lu yıllarda Atatürkçülük özgün rengine kavuşacaktı. Ülke 2. Dünya Savaşı öncesindeki çok parçalı dünya konjonktüründe tarafsız kalarak kendini yıkımdan koruyabilecekti.
Atatürk karakterini çizerken göz önüne alınması gereken öznel şartlar şunlardır: Mustafa Kemal küçük yaşta babasını kaybetmişti. Babasını iyi ve ileri olan her şey ile özdeşleştiriyordu. Zeki bir çocuktu. Matematiğe ve pozitif bilimlere ve edebiyata merakı vardı. Gençliğinde okumaya merak sardı. Temiz olmayı, iyi giyinmeyi, güzel konuşmayı ve dans etmeyi seviyordu. Fransızcayı iyi derecede, Almancayı derdini anlatabilecek seviyede biliyordu ve yabancı dilde kitap okuyabiliyordu. Öğrenmeye ve yeniliğe tutkuluydu. Bazen fevri kararlar alsa da aniden ortaya çıkan durumlar karşısında hızlı ve isabetli kararlar verip aynı hızla uygulamaya girebiliyordu. Osmanlı coğrafyasında yetişmiş en zeki ve ilerici kişi olmasa da Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştıran ve cumhuriyeti kuran kadrolar içindeki en zeki, ilerici ve radikal beyindi.
Raslantısallık bağlamında şunları söyleyebiliriz: Mustafa Kemal’in İttihat ve Terakki içinde A ve B kadroları içinde değil de C kadrosunda olması onu bir bakıma güvenli bir yedeklik konumunda tutmuştu. Çünkü İttihatçılar içinde daha çok sivrilmiş olsa idi büyük ihtimalle Enver ile olan sürtüşmesi sonucunda tasfiye edilecekti. Aynı şekilde Mondros Mütarekesi döneminde Harbiye Nazırlığı için ismi geçmiş fakat padişah tarafından tercih edilmemişti. Eğer bu dönemde Harbiye Nazırı olabilseydi büyük ihtimalle yıpranmış bir asker ve politikacı olarak bir kenara çekilecekti. Atatürk’ün 1. Dünya Savaşı bitimine kadar gölgede kalmasına neden olan tesadüfler mütareke sonrasında onun İttihatçıların yanlış politikalarına bulaşmamış genç ve sicili temiz bir lider olarak öne çıkmasını sağlayacaktı. Özel hayatına değinecek olursak birkaç kırık aşk hikayesi yaşamıştı. Karlsbad’da hatıra defterine 10-11 Temmuz 1917’de “Bu iki günün suret-i güzerânını (geçiriliş tarzını) yazmayacağım. Birçok hatıratım gibi bunların da nisyana karışmasında (unutulmasında) ne beis (sakınca) var. Yalnız şu kadar diyelim ki, insanlar hakikati daima gizlerler” diye not düşen Mustafa Kemal ihtimal ki böyle bir şey yaşamıştı. 29 Ocak 1923’te Latife Hanım ile evlendi. Bu evlilik 12 Ağustos 1925’te sona erecekti.
İşte bu iki vektörün, nesnellik ve öznellik boyutunun ışığında Atatürk’ü tanıyıp gerçeğe uygun bir Atatürk karakteri oluşturabilmek Erksan için en başta gelen sorun idi. Bunun için de hem 12 Eylülcü ve Türk İslam Sentezci cenahtan gelen ve kendi muhafazakar Atatürk yorumunu kitlelere dayatmak isteyen anlayıştan hem de Atatürk’ü Türkiye’nin tarihsel ilerleme sürecinden kopararak münferit bir mucize olarak kabul eden karşıt görüşten uzak durmak gerekiyordu. Zira bu iki zıt anlayışın en iyi anlaştığı nokta Atatürk’ü tarihsel ve nesnel bağlamından kopararak yabancılaştırmaktı.
Kitabın en tartışmalı bölümü ise kuşkusuz, Atatürk filmini Amerikalı sinemacıların çekmesini salık verdiği son bölümdü. Önce “film çekilmesin”, sonra panelin coşkusuna kapılıp “çekilsin ama çok çalışmak lazım”, sonra da “filmin senaryosu için çok çalışalım ama Amerikalılar çeksin” demek biraz çelişkili kaçsa da Eksan gibi sıra dışı bir kişiliği biraz anlayabiliyorsanız bu çelişkilerin hiç de alışılmadık olmadığını anlayabilirsiniz.
Öncelikle hem “Atatürk filmi çekilmemelidir” diyen hem de “çekilmelidir ama Amerikalılar çekmelidir” diyen aynı Erksan’dır. Çünkü kafasında “çekersem ben çekerim, başkası böyle bir işin altından kalkamaz” düşüncesi vardır. Erksan kendi entelektüel donanımını hep abartma eğiliminde olan ve -açık söyleyelim- buna hakkı olan ender sinemacılarımızdan biridir. Tutkulu bir tarihsel kişilik olan Atatürk’ün, tutkulu karakterlerin filmlerini yapan Erksan gibi bir sinemacının radarından kaçması imkan dahilinde değildir. Ama o, kitap yayınlandığında, çektiği son sinema filminin üzerinden 12 yıl geçmiş olan bir Erksan’dır aynı zamanda. “Ben bu işin altından kalkamazsam, Atatürk’e yaraşır ve tüm dünyada izlenecek bir filmi ancak Amerikalı sinemacılar çeker. Bu maddi yükün altından onlar kalkar” diye düşünmüş olması hiç de uzak ihtimal değil. Zira Preveze Öncesi‘nde deniz savaşı sahnelerinin azlığından dem vuran Ercan Kesal’a şakayla karışık “Bunun (deniz savaşı sahnelerinin çok olması – Y.N.) için sponsorumun Kanuni olması gerekirdi”(12) diyen de odur.
Günün birinde Erksan’ın ve hepimizin gönlünde olan Atatürk filmini çekebilir miyiz bilmem ama bunun için önce Atatürk’ü nesnel bağlamına doğru oturtup anlamak gerekiyor. “Biz, ilhamlarımızı gökten ve gâipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin binbir fâcia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız netîcelerdir” diyen Atatürk’ü hem nesnelliğiyle hem öznelliğiyle doğru anlayabilmeyi başarırsak bu bile büyük bir kazanımdır. Bunu başarabilirsek Atatürk filmi çekmesek de olur.
Öteki Sinema için yazan: S. Özgür Ilgın
- Atatürk Filmi, Metin Erksan, Hil Yayın, 1989
- A.G.E. sf.18
- A.G.E. sf.21
- A.G.E. sf.21
- A.G.E. sf.23
- A.G.E sf.24
- A.G.E. sf.30
- A.G.E sf.37-45
- A.G.E 59-59
- A.G.E 63-76
- Karlsbad’da Geçen Günlerim, Mustafa Kemal Atatürk, Kopernik Kitap, Sf:50-53
- Kendi Işığında Yanan Adam, Ercan Kesal, İletişim Yayınları, sf:89