“Aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk…”

blankEmily Bronte kısa hayatı boyunca yazdığı tek roman olan Uğultulu Tepeler’de (1847), Caty ve Heatcliff arasında yaşanan tutku dolu, ateşli, delice bir aşkı anlatır. Evlatlık geldiği evde öz çocuk gibi büyüyen, birlikte büyüdükleri Caty’ye aşık olan ama babaları öldükten sonra büyük kardeş Hindley tarafından besleme/Çingene/uşak diye dışlanan, üstüne sevdiği Caty’nin de zengin Edgar Linton’la evlenmeye kalkmasıyla evi terk edip, ona hayatı boyunca çektiren herkesten intikam almak üzere yıllar sonra geri dönen Heatcliff’in iç parçalayan öyküsüdür bu. Uğultulu Tepeler, gerçek aşkı anlayabilen ve anlatabilen en güzel eserlerden biridir.

Kitapta anlatıldığı gibi bir aşkı pek çok kişi hastalıklı bulup küçümseyebilir ama bu olağanüstü duygunun yüceliğini kavrayabilenler için hastalık diye tanımlanan şey, insan ruhunun oluşturabildiği en yüksek, en kutsal ve en derin duygu durumudur.

Uğultulu Tepeler’in, Metin Erksan’ın aşkı algılama biçimini de etkileyen en önemli eserlerden biri olduğu çok açıktır. Bir röportajında “Bir gün Andre Breton’un bir yazısını okudum. ‘Ölmeyen Aşk sürrealistlerin el kitabıdır. Çünkü Bronte büyük bir yetkinlikle delilik derecesine varan aşkı anlatmıştır’ diyor. Hemen kitabı okudum, gerçekten müthiş. Ondan sonra hemen hemen benim de el kitabım oldu.” demiştir.

Metin Erksan’ın aşk algısını oluşturmasına katkı yapan asıl eserse Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’udur. Yazıldığı tarihten beri bu kitaptaki aşk anlatısı başka hiçbir edebi eser tarafından aşılamamıştır. Metin Erksan’ın hemen tüm filmlerinde bu iki kitabın etkileri görülebilir. Erksan, aşkın insani ve herhangi başka zaaflardan uzak, insanüstü -ve bu yüzden de tanrı gibi idealleştirdiğimiz- en yüce olgu olduğunu kavramıştı. Filmlerinde de bu duygunun en uçlara vardırıldığı durumları anlattı. Bunlardan biri de Uğultulu Tepeler kitabından uyarladığı Ölmeyen Aşk’tır (1966?).

Uğultulu Tepeler daha önce pek çok kez sinemaya uyarlanmıştı. Bunlardan en çok öne çıkanlar William Wyler’in Wuthering Heights (1939) ve Luis Bunuel’in Abismos de Paison (1953) adlı filmleridir. Wyler’in filmi romandaki aşkın şiddetini ve tutkusunu yansıtmaktan uzaktır. Bunuel’in filmi ise filmin başındaki yazıda da belirtildiği gibi, “romanın ruhunu yansıtmayı” amaçlamıştır ve bunu Wyler’e göre çok daha iyi yapabilmiştir ama öykünün başını es geçip, filmi Heatcliff’in (burada Alejandro) intikam için dönüşüyle başlattığı için, onun eylemlerinin motivasyonu tam olarak hissedilmez. Baş karakterin geçmişte kim olduğu, neden aşkına kavuşamadığı, neden orayı terk ettiği, neden intikam almak istediği hep sözlerle anlatılır. Ölmeyen Aşk ise bunların tümünü çok iyi bir sinematografi içinde verir ve öyküdeki tutkuyu tam olarak hissettirmeyi başarır.

Zengin bir aileye yanaşma olarak katılmış ama ailenin babası tarafından öz çocuklarından biri olarak yetiştirilmiş olan Ali, babanın ölmesinden sonra onu hep kıskanmış ve nefret etmiş olan öz evlat Ethem tarafından köşkten kovulur ve arazinin izbe bir kenarındaki kulübesinde yaşamaya başlar. Babanın hemen öldüğü gün yaşanan bu olay Ali’yi şok eder, Ethem’in herkesin içinde haykırarak söylediği “Senin artık bu masada yerin yok. Babamın sağlığında bu çanakları çok yaladın. Bu sofra benim artık. Yıllarca seni karşımda görmekten bıktım. Babam çok yüz verdi sana, sen de kendini gerçekten bizim kardeşimiz sandın. Ama ben bir an bile senin yanaşma Hamza’nın oğlu olduğunu unutmadım. Sen efendi sınıfından değilsin. Senin ait olduğun yığına ayak takımı derler. Çık git buradan, kendi kulübene, babanın senelerce atlarımızın pisliğini temizlediği ahıra git!” sözleri Ali’nin içinde derin bir yara açmıştır ama alacağı asıl darbe o yarayı kapanmayacak şekilde büyütecektir…

Ali’nin evden kovulması ve kendine ait tek mülk olan kulübede yaşamak zorunda kalması, aşık olduğu, Ethem’in kız kardeşi Yıldız için de bir şoktur. Ethem’le olan bu sürtüşme, ikisinin ilişkisini de tehlikeye atmıştır. Ali, Ethem’e müthiş kinlenmiş olsa da asıl kızdığı, kendini sanki o ailenin gerçek bir üyesiymiş yanılgısına kaptırmış olmasından ileri gelir. Ali durumuna hayıflanırken Yıldız sürekli “Peki ben ne olacağım?” der durur. Yıldız, Ali için başına ne gelirse gelsin avunacağı tek önemli varlığı, mutluluk ve hayat kaynağıdır. Doğal olarak onu kulübeye yanına çağırır. Yıldız’ın buna yanıtı, Ali’nin kutsal bildiği aşkında büyük bir delik açar: “Ne diye bu kulübeye geleyim, köşk dururken ne diye burada yaşayalım? Burada yaşanır mı?” Bu sözler Yıldız’ın aşkının maddi kaygılardan daha üstün olmadığını gösterir Ali’ye. Yıldız “İnsan burada nasıl yaşar?” derken, Ali’nin bundan sonra burada yaşamak zorunda olduğunu unutmuş gibidir. Yıldız’ın “Bu kulübeye gelmem” demesi ve sözünden dönmeyi gururuna yedirememesi aralarında bir inatlaşma doğurur.

Ölmeyen AşkYıldız, ona evlenme teklif etmiş olan abisinin arkadaşı Lütfü’nün teklifini Ali’ye haber vererek onu kıskandırmaya ve boyun eğdirmeye çalışır ama Ali taviz vermez: “Ne duruyorsun, git evlen onunla!” Ali’nin yaşadığı yıkım yalnızca basit bir inatlaşmanın sonucu değildir. Köşkten kovulup kulübeye geldiği gün Yıldız’ın ettiği sözlerden sonra onun insani varlığı artık çoktan bitmiştir. Ali’nin bu gerçeği kendine itiraf etmesi için, Yıldız’ın Ali’ye aşık olmasına rağmen inat uğruna Lütfü ile evlendiğine tanık olması gerekir.

Gururları yüzünden bir araya gelemeyen sevenlerin öykülerini izlerken hemen büyükanne moduna geçerek “Ah ne olur sanki sen ayağına gidiversen, ölür müsün sanki, bak aptal bi gurur yüzünden hayatınızı mahvedeceksiniz!” gibi yakınmalara girişiriz. Oysa gerçek hayattaki ilişkilerimizde o “aptal” gururlar yüzünden sayısız acıyı kendimiz de yaşar veya tanık oluruz. Aslında bu gururlar hiç de aptalca değildir. Aşk ikinin bir olmasıdır ve bu “bir”lik, gönüllerde yapılan bir anlaşma içerir. Bu anlaşmanın tek maddesi de aşkın ölçüsüz kutsallığıdır. Kutsallık ihlal edildiği anda birlik bozulur. Gerçek aşk, aşık olan için ölmez ama artık değişime uğrar; yalnızca bir mutluluk değil, aynı zamanda en yıkıcı acılardan biri haline gelir.

Ali, Yıldız’ın evlendiği gün mahvolmuş şekilde “Tekrar geleceğim!.. Tekrar geleceğim!” diye haykırarak oraları terk eder. Yıldız’ı öyle sevmektedir ki, bundan sonra tüm hayatını; temiz ve kutsal aşklarını lekelemiş olan zengin-yoksul, köşk-kulübe ayrımını yaratanlardan ve bu ayrıma alet olarak aşklarına ihanet eden Yıldız’ın cismi varlığından intikam almaya adayacaktır.

EFENDİLER VE YANAŞMALAR

Ölmeyen Aşk, Sevmek Zamanı’nda da olduğu gibi, büyük bir aşkın yanında sınıflar arası çatışmanın da filmidir. Öncelikle Ali’nin gerçekte bir yanaşma olduğu, efendi sınıfından kimselerle aynı sofraya oturamayacağı söylenir.

Ali, Yıldız’ın “Kulübeye gelmem” sözünden sonra, “Doğru! Sen kulübeye gelmezsin. Düşünemedim bunu. Orada koskocaman ev dururken ne diye burada yaşayasın? Burası benim yerim. Büyük evde de sen oturursun. Nasıl anlayamadım bu değişmez kanunu?!” diye isyan eder.

Ali’nin, Lütfü’nün kardeşi Mine’yle evlendiği sahnede, onların yanına gelen Yıldız’ı göstererek alayla, “Bu pek yüksek hanımefendi alt tabakadan insanlarla oturamaz. Boşaltın burayı!” diyerek tüm hizmetçileri salondan kovar. Her sözünde onun asil ve efendi sınıfından olduğunu, abartılı davranışlar eşliğinde dile getirerek laf sokar durur.

Ethem filmin başında çiftliğin sahibi sıfatıyla, yanında çalışan diğer insanlara da kötü davranır. Sırf Ali’nin adını söyledi diye bir işçiyi at kırbacıyla acımasızca döver. Ethem, daha sonra alt sınıftan birinin zenginleşip onu alt etmesinin ve aşağılanmanın yüküne katlanamayarak Ali’nin eski kulübesini benzin döküp yakmak ister. “Bir avuç toprağın içindeki ev… seni temellerine kadar yakacağım. Bütün kötülüklere sen sebep oldun!” Ethem alt sınıfın küçük bir varlığına bile katlanamayan, onu ezip yok etmek isteyen acımasız biridir.

ALİ’NİN İNTİKAMI

Ali köşkü terk ettikten yedi yıl sonra “kürekle harcasan tükenmeyecek” kadar zengin olmuş halde geri döner. Geri döndüğü müthiş sahnede zenginliğinin niteliği çok güzel bir şekilde verilir. Toprak yolda son model lüks aracına binmek yerine, arabanın önünde yürümektedir. Araba da arkasından şoförüyle ağır ağır onu takip eder. Ali çok para kazanmıştır ama onu köşkten kovanlar gibi zengin olmamıştır. Bu sahnede de zenginliğini kullanan değil, arkasından sürükleyen biri olarak gösterilir. Zenginliği, kendi konforu için değil, alacağı müthiş intikam içindir. (Nasıl zengin olduğu kitapta da filmde de anlatılmaz, ama birkaç yıl içinde köşkler arsalar alabilecek kadar para elde etmesinin namuslu yollardan olmadığı kesindir. Daha sonraki sahnelerde kumarda Ethem’i kolayca beş parasız bırakması, servetini kumardan elde ettiğini düşündürtür. Ali, Yıldız’ı kaybettiği gün “karanlık tarafa” geçmiştir.)

Kavuşamamış aşıklar, aşklarından ötürü ne kadar ihanete uğrarlarsa uğrasınlar o aşkın mutluluğunu daim olarak yaşarlar. Aşkın gücü, yitirmenin acısını kaplar ve o acı da bir zevk kaynağına dönüşür. Bazıları için bu, iç dünyada yaşanan fırtına ve depremler gibi sessiz, ruhsal doğa olayları şeklinde oluşup içten içe insanı yer bitirir, bazıları da bu güçlü duygu durumlarını işlerine, sanatlarına, uğraşılarına aktararak bir nebze şifa bulurlar, bazıları ise acılarını ve sefaletlerini haykırarak, akıllarını yitirmiş halde deli divane olurlar.

Ali de aşk acısından delirmiş halde, geri kalan tüm yaşamını intikamına adar. İlk önce kumar yüzünden borç batağında sürüklenen Ethem’in elinde kalan ne varsa alır. Yaşadıkları köşkü alır. Önceden beri Ali’ye ilgi duyan, Yıldız’la evlenen Lütfü’nün kardeşi Mine’yi de alır. Mine Ali’nin sırf Yıldız’a acı vermek için onunla evlendiğini ve sevilmediğini bile bile onunla evlenir ama bunun cezasını ağır öder. Ali evlendikleri gece Mine’ye “Seni bir kukla olarak kullandığımı, benim için kadın olarak hiç ama hiçbir şey ifade etmediğini anlamadın mı? Sana adımı verdiğim yetmezmiş gibi bir de odama, koynuma alacağım benimle sevişeceksin öyle mi? Kuş beyinli budala, yüzünü bile görmek istemiyorum, yalnız bırak beni, defol!” diyerek onu kovar. Bu aşağılanmaya katlanamayan Mine intihar eder. Cenazesinde Ali, diğerlerine “Neden Mine’yi ben öldürmüşüm gibi bakıyorsunuz? Konuşsanıza! Katiller! Onu siz öldürdünüz. Mine’yi sizin rezil, iğrenç düzeniniz öldürdü.” (Bu sözlerin bir benzeri Erksan’ın Suçlular Aramızda (1964) filminde de bulunur.) Mine’nin ölümü, “efendilerin” yoksul ve alt sınıftan diye küçümsedikleri Ali’ye karşı takındıkları tavır yüzündendir.

Ali filmde intikamlara doyamaz. Ethem’i kumar masasında beş parasız bıraktıktan sonra ona tüm kaybettiklerini geri vereceğini ama bunun için ona Yıldız’ı vermesi gerektiğini söyler. Bu ahlaksız teklif karşısında Ethem öfkeyle silahına sarılır ama Ali’yi öldürecek cesareti yoktur. Çaresiz ve perişan halde kabul etmek zorunda kalır. Yıldız Ali’ye geldiğinde onun bu kötülüğünü yüzüne vurup vücudunu ona sunarak, “Al! İstediğin gibi kullan!” diye bağırır ama Ali verdiği karşılıkla bir kez daha intikam alır: “Ben kokmuş bir düzenin, budala bir kocanın artığı olan kadını değil, mazinin lekesiz, pırıl pırıl Yıldız’ını istedim. Sen o genç kız olabilir misin? Gençliğimin senle dolu ümitli günlerini geri getirebilir misin?”

Ali’nin kini, tüm ailenin yıkımını kapsamaktadır. Ethem’in ipotek altındaki çiftliği açık artırmaya çıktığında Ali ile Lütfü karşılıklı fiyatları artırırlar. Ama Ali’nin parası gibi intikam ateşi de ölçüsüzdür. Kimsenin üstüne tek kuruş koyamayacağı bir fiyat söyleyerek çiftliği alır ve eski sahiplerine geri verir. Bir zamanlar yanaşma denerek kovulan Ali’nin çiftliği onlara hediye etmesi Ethem için en büyük utanç kaynağı ve ondan alınabilecek en büyük intikamdır.

Yıldız, düğününde dahi Ali’nin onu gelip almasını beklemiştir ama gelmeyince “evet” diyerek Lütfü ile evlenmeyi kabul edebilmiştir. Bunun cezasını mutsuzluk ve Ali’nin özlemiyle dolu geçen yıllarla çekmiştir. Ali döndüğünde ona bunu itiraf eder; “‘Kulübeye gelmem’ sözü aramızda aşılmaz bir engel oldu. Sen yanımda oldukça değil böyle bir kulübede, bir harabede bile mutlu olurdum. En büyük aşklar bile bazen çok küçük engelleri aşamıyor. Tükenmez sevgilerin önünde bile geçilmez uçurumlar var.”

Oysa bu hiç de küçük bir engel değildir. Yıldız ne olursa olsun duyduğu büyük aşka rağmen içinde bir yerlerdeki maddiyatçı rengi belli etmiş, “Burada yaşanmaz, niye burada yaşayayım” deyivermiştir. Güya inat uğruna söylenmiş bu sözler Ali’nin algıladığı aşkı yıkacak en büyük darbe olmuştur. Çünkü büyük aşkları yok edebilecek tek güç maddi olanda bulunur. Aşk yalnızca manevi olduğunda dokunulmaz kalabilir…

Filmin başlarında iki aşığın, kimin kimin ayağına geleceğiyle ilgili karşılıklı inatlaşırken birbirleri hakkında, “Ben onu bilmez miyim?”, “Onu tanımaz mıyım ben?”, “Beni nasıl sevdiğini bilmez miyim?” gibi sözleri duyulur. Ama sanki yanlarındaki kişiler onları daha iyi tanımaktadır. Kahya kadın “Gelmez Yıldızcığım, benim bildiğim Ali gelmez. Bekleme onu, sen git.” diye uyarır. Ali’nin yanına gelen köşkün kahyası Yusuf “Sen sevdiğin kızı iyi tanımamışsın. O da en aşağı senin kadar inatçı. Elimde büyüdünüz, ben sizi tanımaz mıyım? Resim gibi birbirinize benzersiniz. Bu inatlaşmanın sonu fena olacak.” der. Ama aslında Ali de Yıldız da birbirlerini çok iyi tanımakta ve ne olacağını içten içe bilmektedirler…

Yıldız’ı bir anlık zaafı yüzünden küçümsememek gerekir, onun aşkının da Ali kadar büyük belki de daha büyük olduğu görülür. “Ben kulübeye gelmem” demesinin, aşklarını yıkan bir darbe olduğunu aslında hemen anlamıştır. Ama bunun dönüşü olmadığını düğün günü o da tam olarak anlar. Bu aşkı maddiyat nedeniyle sonlandırdığı için kendini cezalandırmak zorundadır. Lütfü’ye evet demesi, kendine bu ceza hükmünü vermesidir. 7 yıl boyunca da o hapishanede kalır, hastalanır. Ali’nin dönmesiyle bir şeyin değişmeyeceğini de bilmektedir. Ali döndükten ve onun da aşk acısıyla yaptıklarını gördükten sonra aşkından hastalanıp ölüm döşeğine düşerek kendi infazını imzalamış olur…

ÖLMEYEN AŞKIN SONU

Ali için Yıldız “aşk”ın konusudur, bedeni ise nesnesidir. Ali, onu sırf bir yanaşma diye adamdan saymayan Ethem ve Lütfü’ye vereceği ceza için, evlerini, arsalarını, yakınlarını sembolleştirdiği gibi Yıldız’dan alacağı intikam için de onun bedenini; maddi olanın, kulübe yerine köşkü seçenin, aşka ihanet edenin sembolü haline getirir. O bedeni ölüm döşeğinden kaldırıp aşklarının simgesi olan kayalığa kadar sürükler. Yıldız güçsüz kalıp yere düştükçe onu tekrar tekrar kalkıp yürümeye zorlar. Bu eşsiz görkemli sahne filmin en vurucu bölümlerinden biridir.

Yıldız Ali’ye çoktan boyun eğmiş, suçunu kabullenmiştir. İdam sehpasına gönüllü giden hasta bir hükümlü gibidir. Bu süre boyunca Yıldız yalnızca son isteğinin yerine getirilmesini ister: Ali’nin onu sevdiğini söylemesini… Ama Ali bu isteği hep “Senden nefret ediyorum!” diye yanıtlar. Çünkü o içinde ufacık da olsa maddi bir açlık olan, inadı ve gururu bir an aşkından üstün gelen, şu anda idam sehpasında son nefesini vermek üzere sürüklenen Yıldız’ı değil, “Kulübeye gelmem” dediği o bahtsız ana kadar sevdiği Yıldız’ı sevmektedir. Öldükten sonra bile yalnızca o “anı”yı sevmeye devam edecektir. Sevmek Zamanı’nda Halil’in “Ben seni değil, yalnızca resmini seviyorum.” demesi gibi, Ali de geçmişte kalan bir resmi sevmektedir. Çünkü yalnızca o resim ona “iyilikle, sevgiyle bakabilir.”

Ali’nin “Senden nefret ediyorum!” diye haykırması aslında “seni deliler gibi seviyorum” demektir. Yıldız da bunu çok iyi bilir. Ali “Senden nefret ediyorum” diye bağırdıkça aslında tam tersini söylediğini anlarcasına “Evet beni seviyorsun.” der ama bunu son kez duymak istese de bu dileği gerçekleşmez. Kayalıklara geldiklerinde Yıldız, Ali’nin kollarında can verir. Yıldız’ın ölümü Ali’yi çıldırtır. Onun ölü bedenini kollarında sağa sola sallayıp hırpalayarak: “Hayır! Beni bu yeryüzünde yalnız bırakamazsın. Bana bu kötülüğü yapmana müsaade etmeyeceğim. Ölmeyeceksin! Ölmeyeceksin!” diyerek ağlar ve film biter… Ama Metin Erksan için henüz film bitmemiştir.

Sahne devam eder: Ali Yıldız’ın bedenini hırpalamayı sürdürür. “Ölemezsin! Ölemezsin! Ölmeyeceksin!” Tekrar canlanması için onu sarsar, tokatlar, yerden yere vurur. Yıldız Ali için yıllar önce ölmüştür. Şimdiki ölümüne tahammül edemez çünkü aşkını yaşadığı, aşkını haykırabildiği intikam sürecinin sonudur bu Ali için. Artık intikam maskesi altında aşk yaşayabileceği bir beden yoktur. Buna katlanamaz, aşk acısının maddi karşılığını bu yüzden umutsuz çırpınışlarla tekrar canlandırmaya çalışır durur. Ölerek ona bir kez daha ihanet eden bedeni cezalandırmaya devam eder. Film Ali’nin bu sonuçsuz deliliğiyle sonlanır. Ama biz filmde bu sahneleri göremeyiz…

Filmin görüntü yönetmeni Kriton İlyadis, çekimler sırasında böyle bir sahneyi çekemeyeceğini söyleyerek seti terk etmiştir. Metin Erksan ona sahneyi anlatırken bile, hassas bir kişiliği olduğu anlaşılan İlyadis’in şaşkınlık ve dehşetle açılan gözlerle Erksan’a bakışlarını hayal etmek zor değil. Metin Erksan verdiği bir röportajda (Fol, 1996) Ölmeyen Aşk’ın son sahnesiyle ilgili olarak “Filmde şöyle bir şey vardı; adam kadını öldüğü için dövüyor. Ben de çekimde dövdürmeye başladım. O sırada operatör kesti geldi. ‘Metin bey, çekemeyeceğim’ dedi. ‘Beni affet’ dedi. ‘Ölüyü dövdüremem ben.’” Metin Erksan, filmi bırakan İlyadis yerine görüntü yönetmeni yeğeni Mengü Yeğin’i alarak sahneyi çekmiştir. Ama bu sahneler kurguda kesilmiştir. Böylece Türk Sinemasının belki de efsane olacak sahnelerinden biri kurgu odasında tarihe karışmıştır.

BİTİRİLEMEYEN FİLM

Kayip-yonetmen-ilani..-Orjinali-Emily-Bronteye-ait-Ugultulu-Tepeler-adli-romandan-ve-filmden-uyarlan

Dönemin Cumhuriyet Gazetesinde Ölmeyen Aşk’la ilgili çok ilginç bir ilan yayınlanmıştır. Bu ilanda şöyle diyordu:

“Rejisör Metin Erksan’a Açık Davet: Bitirilemeyen ‘Ölmeyen Aşk’ isimli filmimizi tamamlamanız için 7 Ocak 1967 gününden beri devamlı aramamıza rağmen bulunamamakta, sözlü davetlerimize müspet veya menfi bir cevaptan kaçınmaktasınız. Filmi bağlı olduğumuz işletmelere teslim etmek ve vizyonlarına yetiştirebilmek için sizi eserinizi bitirmeğe davet ediyoruz. Bu açık davetin gazetede neşrinden itibaren en geç 48 saat içerisinde firmamızla temas kurup çekime başlamanızı, aksi halde bundan doğacak her türlü sorumluluğun size ait olacağını bildiririz.” Herhalde bir yönetmeni gazete ilanıyla filmini tamamlamaya davet eden benzeri bir örnek dünyada yoktur.

Ölmeyen Aşk’ın çekimleri o zamanki ortalama film çekim sürelerine göre oldukça uzun sürmüştür. 44. günün sonunda filmin yapımcısı Ertem Eğilmez filmin çekimlerine ara verir. (Özgüç, 2013) Buna oyuncuların başka firmalarla olan anlaşmaları nedeniyle diğer setlere gitmek zorunda kalmaları da neden olmuştur. Dört ay sonra tekrar filme başlanacağı zaman Erksan’a ulaşılamaz. Gazeteye ilan verilir ama Erksan sete dönmez. O yıllarda nerdeyse tüm filmleri devlet sansürüne takılan Erksan’ın, yapımcısının uyguladığı sansüre tepki gösterdiği tahmin edilebilir. Buna rağmen daha sonraları Eğilmez “Bu filmi yeniden çektirsem, yine Metin Erksan’a çektirirdim” demiştir. Feyzi Tuna da röportaj şeklinde hazırlanmış kitabında, Ertem Eğilmez’in Metin Erksan’a çok büyük bir hayranlık duyduğunu belirtiyor.

Aynı kitapta anlattığına göre, Metin Erksan’a ulaşılamayınca Ertem Eğilmez, Feyzi Tuna’dan filmi tamamlamasını ister. Feyzi Tuna ise bu işe girişmeden önce Metin Erksan’a son kez ulaşmayı denemek -ve kendisine ulaşılamadığının bir belgesi olması için Cumhuriyet Gazetesine bir ilan verilmesini şart koşmuş ve bu ilanı bizzat yazmıştır. Metin Erksan’dan yine ses çıkmayınca Feyzi Tuna filmi tamamlar. Filmi farklı bir yönetmenin tamamladığının anlaşılmamasını sağladığını söylüyor. Tabi bu imkansızdır ve Metin Erksan’a ait olmayan sahneler dikkatli bir incelemeyle hemen belli olur. Ethem’in İstanbul’daki evinde ve Lütfü’nün evinde geçen tüm sahnelerin ve mezarlık sahnesinin açıkça Metin Erksan tarafından çekilmediği anlaşılır. Üstelik Feyzi Tuna’nın aslında filmi farklı bir yönetmenin tamamladığının anlaşılmamasına pek önem vermediği yine kendi sözlerinden açığa çıkar. Kartal Tibet, Metin Erksan’la kararlaştırdıkları gibi, karakterin delice bakışlı, aklı bambaşka yerlerde gibi oyununa devam etmek ister ama Feyzi Tuna buna izin vermez. Bu oyun ona gülünç geldiği için Kartal Tibet’i daha “normal” oynatır. Feyzi Tuna’nın bu seçimi, çekimlere devam etmeden önce Metin Erksan’ın çektiği sahneleri izlemiş olmasına rağmen onun yapmak istediği şeyi anlayamamış olduğunu veya bilerek bu anlatımı devam ettirmediğini gösterir. Senaryoda; aşkı yıkıma uğradıktan sonra olağanüstü bir hırsla zengin olacak, onu köşkten kovanların köşkünü elinden alacak, sevdiği kadınla evlenen adamın kız kardeşiyle sırf intikam için evlenip intihar etmesine aldırmayacak, tüm hayatını intikama adayacak kadar aşkından delirmiş bir karakterin anlatıldığını görmezden gelmiştir.

Metin Erksan şöyle anlatıyor: “Ben bu romanın (Uğultulu Tepeler) filmini de -yarım yamalak kaldı ama- yaptım. Delilik derecesine vardırmaya da çalıştım. Bunuel’in Meksika’da yaptığı bir film var, adı Cumbres Barroscosas (Abismos de Pasion olmalı). Ölmeyen Aşk’ı yapmış. Birbirine kavuşamayan iki aşık. Aşklarının simgesi kayalık bir tepe var. Adam kadını kocasının gözü önünde alıp kayalık tepeye götürüyor. Kadın yolda ölüyor. Sonra o tepede adam ağlayıp bağırarak sevgilisinin ölüsüyle sevişiyor. Dehşetli bir kriz geçiriyor. (Abismos de Pasion’da böyle sahneler yoktur. Aşklarının simgesi kaya motifi Wyler’in filmindedir. Bunuel’in filminde de Alejandro sevgilisinin bulunduğu mezar odasına girip tabutunu açar ve onu yalnızca bir kez öper. Erksan anlattığı sahneyi ya başka bir filmle karıştırıyor ya da hayal gücüyle birleştiriyor. Bu anlattığı sahneye en yakını Erksan’ın Ölmeyen Aşk’ta kendi çektiği sonradan kesilen sahnedir.) İşte aşk da bu! Yoksa ben sana hayran sen cama tırman. Yok neymiş, ‘Biliyor musun ben seni hiçbir erkeğin hiçbir kadını sevemeyeceği kadar seviyorum.’ Bunu herkes herkese söylüyor. Hiçbir değeri yok. Ancak böyle bir aşka aşk derim ben. Mesela benim filmimin sonunda ben kadının ölüsünü dövdürdüm adama. Bir yandan ağlayıp bağırıyordu beni nasıl bırakır ölürsün diye bir yandan da kadını dövüyordu. Sonradan pek haklı olarak prodüktör o dayak sahnelerini kestirdi. Çünkü Türkiye’de seyirci bunu kaldıramazdı. Aslında böyle olmalı gerçek aşk.” (Vizon, 1987)

ACI HAYAT’TAKİ ÖLMEYEN AŞK

Metin Erksan Ölmeyen Aşk filmini Sevmek Zamanı’ndan hemen sonra çekmiştir. Sevmek Zamanı’ndaki gibi bir aşkı ve sosyal çatışmayı anlatarak benzer temaları bu filmde de sürdürür. Fakat Erksan’ın bu temaları işlediği ve Uğultulu Tepeler’den motifler kullandığı ilk film Ölmeyen Aşk değildir…

blankSinemamızın en iyi filmlerinden biri olan Acı Hayat’ta (1962) Metin Erksan, yine benzer bir kalıbı ve aynı aşk anlayışını yansıtan bir öykü anlatmıştı. Aşklarına bir an olsun ihanet eden Nermin’e karşı aynı güçte bir nefret duyan kaynakçı Mehmet, aşık olduğu kadına karşı en azılı bir düşman kesiliyordu. Çünkü “piyangodan büyük ikramiyeyi kazanmak” gibi milyonda bir şansla elde edilen bu yüce duygunun bozulmasına neden olan kişi/kişiler artık affedilemez.

Acı Hayat’ta Mehmet ve Nermin evlenme hayalleri kurarlar. Oturacakları evi ararken Nermin gezdikleri evlerden bir türlü memnun olmaz. Beğendikleri ise asla kirasını ödeyemeyecekleri evlerdir. Aynı, kulübeyi beğenmeyen Yıldız gibi Nermin de buldukları evleri yaşanmaz diye küçümser. Kendini daha iyi evlere layık görür. Çalıştığı kuaför salonunda tanık olduğu zenginliği arzular.

Zenginlikleri arzulamakta ya da güzel evlerde oturmayı istemekte hiçbir yanlış yön yoktur ama Nermin, bu zenginliğin ışıltısıyla aşkına ihanet eder. Onu zenginliğiyle büyülemiş olan Ender’le aynı yatağa girer. Pişman olsa da artık çok geçtir. Aşk kutsallığını yitirmiştir. Nermin Mehmet’e aşık olmasına rağmen yine içindeki bir yerlerdeki maddi arzulara fırsat vererek aşkı yaralamış olur. Bu onulmaz yaradan sonra Mehmet’in gazabı da Ali’ninkini aratmayacak düzeyde olacaktır.

Hiç aklında yokken zorla aldığı bilete büyük ikramiye çıkan Mehmet, aynı Ali gibi zenginliğini Nermin’den ve onun aklını çelen maddi dünyadan intikam almaya adar. Ali gibi sırf intikam için Ender’in kız kardeşi Filiz’le birlikte olur. Filiz’in duygularını hiçe sayarak, onunla cinsel ilişki kurduğunu Ender ve babasına haber verir. Ona dönmek isteyen Nermin’i defalarca aşağılayıp yanından kovar. Sırf intikamı için aynı Ölmeyen Aşk’taki gibi Nermin’in yanında Ender’in kız kardeşine evlenme teklif eder. Aynı Ölmeyen Aşk’taki gibi ona “Senden nefret ediyorum! Ben seni değil, birlikte gecekonduları gezdiğimiz Nermin’i seviyorum!” diye haykırır, yerden yere savurur.  Bu filmin sonunda da Nermin, aşkının acısına katlanamayarak intihar eder ve aşk ölümle sonlanır.

Acı Hayat, Metin Erksan’ın sonradan Sevmek Zamanı ve Ölmeyen Aşk’la devam edecek olan, resme aşık olma olgusunu ilk kullandığı filmdir. Bu üç filmin de başkarakteri, kahır dolu aşklarını sürdürebilmenin, ölümsüz kılmanın yolunu, aşkın lekelenmediği zamanları dondurarak bulurlar. Mehmet, “birlikte gecekonduları gezdikleri Nermin”in resmini; Ali, “mazideki lekesiz, pırıl pırıl Yıldız”ın resmini, Halil ise Meral’in “dünyasını merhametsizce yıkmayacak” olan resmini sever.

blank

Milyonlarca filmin, kitabın, müziğin, tiyatro oyununun aşkla ilgili olması ona verdiğimiz değerin en büyük kanıtlarından biridir. Metin Erksan da aşkın en uç, en görkemli yönleriyle ilgilenmiş ve bu yüce duyguyu anlayıp anlatmaya çalışmıştır. Özel hayatında da içten içe böyle bir aşk yaşama isteği duyduğu kuşku götürmez. Sevdiği kadının evinin önüne kamyon dolusu çiçek yığdırmak gibi aşırılıklar, ikinci eşi Gül Erksan’a yazdığı bir notu, Ölmeyen Aşk’taki bir repliğe ithafen “Seni öldükten sonra bile seveceğim.” diye bitirmesi bunun örnekleridir. Ama herhalde Mehmet gibi, Halil gibi, Ali gibi o da hemen tüm ilişkilerinde hayal kırıklığı yaşamış olmalıdır. Dört kez evlendiğini, evliliklerinin hep kendi hatası sonucu bittiğini söylemiştir. Ama bu hataları herhalde boş yere yapmamıştır…

“[Aşklar] filmlerdeki gibi ölümle bitmeli aslında. Öyle bir delilik ölümle bitmeli. Heralde biraz da şöyle bitiyor… insan kendi kendine karşı çok rezil, sefil durumlara da düşüyor delilik anında. Ama yoksa başka türlü aşk niye olsun? Şimdi herkesin ağzında bilmemkimle bilmemkim çok büyük aşk yaşadılar. Affınıza sığınırım ama onlar aşkla fuhuşu karıştırıyorlar. Aşk başka bir şey. Aşık olmak için çok akıllı, bilgili, yetenekli olmak lazım. Aşk öyle herkesin baş edebileceği bir şey değil.”

Metin Erksan’ın idealindeki aşk arayışında onu sefalete sürükleyecek ve ölümle bitmesi gereken delice bir aşkı olmamışsa bile bunun yerine delice aşkları anlatıp ölümle bitirebildiği filmler çekmiştir. Metin Erksan’ın ölmeyen aşkı, Türk Sineması’nın en güzel bazı aşk filmleri olarak var olmuştur.

blank

Murat Kirisci

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sinema-TV bölümünden mezun. 2013’ten beri Öteki Sinema’da yazar.

1 Comment Bir yanıt yazın

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Hayalet Vasıta Mitleri ve Popüler Kültüre İzdüşümleri

Uyduların teker teker insanları bile gözetleyebildiği bu çağda, koca bir
blank

Remake’deyiz

Remake'deyiz: Hollywood'un Avrupa ve Uzakdoğu sinemasının öne çıkan yapımlarının USA