Bir pedofil ve tutsak ettiği çocuğun günlük hayatından kesitler sunan Avusturya yapımı Michael (2011), çok tartışmalı, son derece başarılı ve haliyle bir o kadar da sarsıcı bir film.
Yönetmen Marcus Schleinzer, günümüzün en sert ve çarpıcı sinemacılarından Michael Haneke ve Ulrich Seidl ile defalarca casting director olarak çalışmış. Yani bu iki isimden yola çıkarak nasıl bir filmle karşı karşıya olduğumuzu az çok tahmin edebilirsiniz. Filmi 2011’de Cannes’da yarışma bölümünde izleyen veteran New York Films Critics Circle üyesi Mike D’Angelo “WHAT THE FUCK IS WRONG WITH EVERYONE IN AUSTRIA. SERIOUSLY.” diye tivit atmış…
(Bu yazı spoiler içerir. Filmi izledikten sonra okumanız tavsiye olunur.)
İKSV İstanbul Film Festivali’nde dün izleme fırsatı bulduğum Michael, günümüzün en büyük tabulardan birini son derece açık bir şekilde işlemesi açısından takdire şayan ve önemli bir film. Michael bir karakter analiz filmi. Michael kaçırılan çocuğun adı değil, pedofil tutsakçının adı. Yani filmin merkezinde çocuk değil, adam var. Filmde siyahlar ve beyazlar yok. Bu adam bir canavar mı, yoksa içgüdülerinin kurbanı acınası bir zavallı mı? Böylesine korkunç bir suçu işleyen bir adam hakkında bu soruyu objektif altına tutmak bile insanlığımızı daha iyi anlamak adına çok karanlık ama bir o kadar da önemli bir adım.
Film, gerçek çocuk kaçırma olaylarından, özellikle de Natascha Kampusch davasından esinlenerek yazılmış. Tam bir davranış incelemesi. Filmde gözlerinizden gelen yaşları tutamayacağınız veya gözlerinizi kapatıp izlemeye yüreğinizin dayanmayacağı bir sahne yok diyebilirim. Bir Avusturya festival filminden bekleyeceğiniz şekilde son derece gerçekçi, çıplak ve objektif olarak ele alınıyor konu. Adam ve çocuğun günlük hayatından kareler görüyoruz.
Adamın (arkası dönük bir şekilde) lavaboda cinsel organını yıkaması bize adamın çocukla düzenli olarak ilişkiye girdiğini anlatıyor. Ancak onun dışında daha çok bir baba-oğul ilişkisi izliyoruz. Michael aşırı otoriter ama yer yer son derece düşünceli ve şefkatli bir baba rolünde. 10 yaşındaki tutsak Wolfgang ise duygularından arınmış gibi. İsyan etmekten vazgeçmiş (muhtemelen kaçırılma üzerinden belli bir zaman geçmiş olduğunu anlıyoruz). Michael’ın durumu dolayısıyla Wolfgang için Michael’dan daha olgun hareket ediyor bile demek mümkün.
Evin bodrum katında ses geçirmez kapıların arkasında tutsak tutulan Wolfgang, gece Michael panjurları indirdikten sonra üst kata yemeğe çıkabiliyor. Bazen saat 9’a kadar beraber oturup televizyon bile izliyorlar. Bulaşıkları beraber yıkıyorlar. Oturup puzzle yapıyorlar. Michael, arabayla şehir dışında onları tanıyacak kimsenin olmadığı yerlere Wolfgang’ı geziye götürüyor. Hatta beraber Noel ağacı yapıp şarkı bile söylüyorlar. Wolfgang asla mutlu değil, ancak işkence gören bir tutsak profilinden de uzak.
Bir keresinde Michael, Wolfgang’ın odasına fazladan yiyecek bırakıp haftasonu işten 2 arkadaşıyla kayağa gidiyor. Wolfgang’a veda ederken Michael’ın Wolfgang’ın saçını okşaması veya Wolfgang’ın buna Michael’ın eline vurarak karşılık vermesi de bizlere bu ikilinin ilişkisi hakkında farklı sorular sormamıza neden oluyor. Wolfgang’a arkadaş getirmek amacıyla Michael’ın bir go-kart salonuna gidip yanında annesi babası olmayan çocuklarla sohbet ettiği sahneler son derece rahatsız edici. Yalınlığıyla rahatsız edici bu sahneler…
Michael’ın bütün bunları yaparken Wolfgang’ın hayatını ve dolayısıyla Wolfgang’ın ailesinin hayatını da çalıyor olması hep aklımızda. Hiç çıkmıyor… Ancak bir yandan da Michael’ın Wolfgang’ı üzmemek için gösterdiği had safhadaki gayret ve şefkat içimizdeki hisleri çarpıtıyor, kendi kendimizi sorgulatıyor. İçgüdülerimizi ve insanlığı sorgulatıyor. Hatta bir sahnede Michael, Wolfgang’ın kendisine verdiği Noel kartının soğukluğu karşısında dayanamayıp ağlıyor. Michael’ın TV’de kaçırılan çocuklarla ilgili bir haber çıkınca televizyonu alelacele kapatması, ardından dayanamayıp tekrar açması ama izleyemeyip yine kapatması da içinde yaşadığı korkunç çelişkiyi, vicdan azabını, hayata karşı belki şımarık, belki acınası mücadelesini gözler önüne seriyor.
Filmin son derece basit ama katı sinematogrifisiyle yaptığı ufak oyunlar da cabası! Michael’ın kar tatilinde arkadaşlarını kaybederek uzun uzun bol kar içinde cebelleşmesi aslında kendi hayatındaki içgüdüleriyle ve farklılığıyla cebelleşmesinin bir sembolü gibi. Filmin sonunda aile fertleri arabaya binerken arkadan geçen hızlı tren ise bu ailenin hayatlarına çarpıp onları raylarından çıkaracak korkunç bir kötü haberin kehaneti sanki… Filmin başında Michael’ın kilitli kapıyı ilk defa açıp Wolfgang’ı dışarı çağırdığı sahnedeki uzun bekleyiş son derece basit bir şekilde korkunç yüksek bir gerilim yaratıyor. Film boyunca nadiren hareket eden (belki de hiç etmeyen) kameranın Michael’ın annesi merdivenlerden inerken onunla birlikte ilerleyip onu takip etmesi ise insanın kalp atışlarını hızlandırıyor.
Hele filmin öyle bir sahnesi var ki… Sinema tarihinde eşine benzerine az rastlanır bir şekilde seyirciyi ateş ve buz arasında bırakarak adeta her şeyi, varlığını baştan sorgulatıyor. Film boyunca son derece anti-sosyal bir portre çizen Michael, adeta BBC’nin The Office dizisindeki bir karakter gibi. Michael terfi ettikten sonra tam da BBC’nin The Office dizisinde göreceğiniz atmosferde bir ofis partisi yapılıyor. Bu partinin ardından eve dönerken arabada film boyunca ilk defa Michael’ı gerçekten mutlu görüyoruz. Pedofil içgüdülerine boyun eğip başkalarının hayatlarını karartmasına ve bundan dolayı içinde yaşadığı vicdan azabına rağmen, hayatını idame ettirmeyi başarıp terfi etmesine kendisi de inanamıyor sanki. Bu yüzden ilk defa gerçekten mutlu görüyoruz onu. Ve arabanın radyosunda çalan Boney M – Sunny şarkısına eşlik ederek film boyunca ilk defa gülümsüyor! Bu sahnede ister istemez bu korkunç karaktere sempati duyuyorsunuz. Dehşet olan kısmı da bu! Todd Solondz filmlerindeki gibi bir kara komedi sanki. Ama daha karanlık ve garip bir şekilde daha aydınlık. Bu sahnenin hemen ardından gelişenler ise adeta yokuş aşağı freni kopmuş giden bir kamyon gibi akarak filmi korkunç bir finale doğru taşıyor. Böylesine bir duygusal yolculuktan sonra filmin bitip siyaha kestikten sonra (yazılar çıkarken) tekrar Boney M – Sunny’nin çalması ise kelimelerin yetersiz kaldığı nokta oluyor…
Fritz Lang‘in 1931 yapımı “M” adlı filminin sonunda Peter Lorre’nin konuşmasını da akıllara getiren Michael, uzun süredir izlediğim -ve muhtemelen hayatınızda izleyebileceğiniz- en sıradışı ve en çarpıcı filmlerden biri.
Öteki Sinema için yazan: Can Evrenol
Sempati değil ama anlamak adına Empati kelimesi kullanılabilir. Ve bugün Kadıköy Rexx’de gösterildi film ve aynı sahnede aynı kalabalık yine güldü…
yeri geldi öfkeden kustum, yeri geldi acıdım, film akıp giderken hangi duyguyu yaşamam gerektiğini bile anlayamadığım bir film oldu.. dünyalar tatlısı çocuğu kaçırıp bodruma kilitleyen ve “sıradan”, günlük hayatta her yerde karşımıza çıkabilecek michael… tuhaf bir filmdi diyebilirim. her zaman suçsuzun gözlerinden anlatılan filmleri izleyerek büyüdük, bu sefer ise, suçlunun gözlerinden görüldü… farklı, ilginç, tuhaf, acayip… kelimelere dökemiyorum. michael kaza geçirdikten sonra aklım çıktı, bodrumda o çocuk ne yapar diye.. yada michael in çocuğu öldürüp ormana gömme fikri kanımı dondurdu. ve aklıma şu sorular geldi… ya o adam ölmeseydi? ya o çocuk büyüdüğünde ne olacak? öldürecek mi adam? gerçek hayatta bunlar yaşanılıyorsa eğer…..
Bu nasıl bir film incelemesidir?? “İçinde yaşadığı viicdan azabına rağmen ilk kez gerçekten mutlu” imiş (!) ne vicdanı, ne azabı…? Cinsellik haricindeki hayatlarında Şefkatli bir baba-oğul ilişkisi imiş. Hangi şefkat? NErde? biz niye göremedik? Adam bildiğin şizoid. Duygusuz, bencil, pisliğin teki. Filmde gayet de siyah ve beyazlar var, griler yok kesinlikle.