Kartal Tibet Arzu Film’in melodram döneminin en has jönüdür. Film setinde hem sevecenliği hem de otoriter tavrı ile her zaman “Mahmut Hoca” tarzı bir baba simgesi olmayı seven Ertem Eğilmez ihtimaldir ki Tibet’i de bir oğul yerine koymuştur. (Gene ihtimaldir ki Tibet de Eğilmez’in babacanlığının yanı sıra tersine de pek çok kereler muhatap olmak zorunda kalmıştır.) Yaşı ilerledikçe kendini gayet akıllı bir hamleyle Arzu Film’in “mutfağına”, yani kamera arkasına taşıyan Tibet, Arzu Film ekolünden yetişme bir yönetmen olur. Elbette ki Ertem Eğilmez’in kanatları altında bir takım kalburüstü güldürülere (Tosun Paşa, Sultan, Zübük, Gırgıriye Serisi) imza attıktan sonra seksenli yılları oldukça fabrikasyon Kemal Sunal filmleri ile geçirir. Özellikle Eğilmez’in ölümden sonraki sinema kariyeri oldukça kurudur. Bu fabrikasyon dönemin en dikkati çeken filmlerinden olan Milyarder, Arzu Film’in lokomotif oyuncusu haline gelen Şener Şen’in başrolde olması ile de önem kazanır. Ümit Ünal’ın yazdığı senaryoda Ertem Eğilmez’in de katkısı vardır.
Trajikomik Bir Piyango Hikayesi
Mesut (Şener Şen), Mesudiye isimli beldenin istasyon şefidir. Eşi Ayten (Tuluğ Çizgen) ve kızı Sema (Müge Akyamaç) ile birlikte istasyonun lojmanında yaşamaktadır. Mesut, bu eksi püskü lojmanda yaşamasına rağmen hırstan ve lüksten uzak kanaatkar bir kişidir. Eşi ise hayat şartlarından şikayetçidir. Sema, kasabanın zengin eşrafından olan Mehmet Dombili’nin (Ergun Köknar) oğlu Halis (Uğur Yücel) ile evlenmek istemektedir. Görünürde evlenmelerine bir engel yoktur. Kız istenir, söz kesilir, düğün tarihi kararlaştırılır. Fakat iki ailenin arasındaki sınıf farkı Mehmet Dombili’nin patavatsızlığı ile bir olunca Mesut’un gururu incinmeye başlar. Öyle ki Dombili artık Mesut’un ne giyeceğine dahi karışır olmuştur. Dombili’nin her patavatsızlığı ile bir derece daha bilenen Mesut düğün gecesi gelen son darbe ile patlar; Dombili, dünürünün artık istasyon şefliği yapmasını istememekte ve onu tavuk çiftliğinin başına geçirmek istemektedir.
Bunu hakaret kabul eden Mesut alkolün de etkisiyle Dombili’ye patlar. Ama kızından hiç beklemediği bir tepki alarak yıkılır. Sema düğün gecesinde çıkan rezaletten babasını sorumlu tutar ve düğün gecesinden sonra baba evine gelip gitmeyi keser. Mesut kanaatkar ve sade yaşamına devam ederken onun dilinden en iyi anlayan kişi dert ortağı biletçi Mahmut Hoca’dır (Münir Özkul). Öğretmenlikten emekli olduktan sonra yatalak eşine bakmak için piyango bileti satmaya başlamış olan Mahmut, duyarlı ve bilge bir kişidir. Mesut bunca hengamenin ve Dombili’nin uzaktan müdahalelerinin arasında Mahmut Hoca’dan yılbaşı için bilet alır. Yılbaşında büyük ikramiye Mesut’a çıkarken yılbaşı çekilişi kasabaya felaket bulutu gibi çöker.
İkramiyeyi bir sayı ile kaçıran diş doktoru Atıf (Necati Bilgiç) intihar eder, belediye başkanı Rasim (Erhan Dilliğil) kalp krizi geçirir, öğretmen Murat (Tayfun Çorağan) aklını kaçırır. İkramiyeyi kazananların durumu ise hiç de iç açıcı değildir. Kısa süren bir sevinç patlamasının ardından önce ikramiyeyi nasıl alacakları konusu uykularını kaçırmaya başlar. Mesut önce yabancıların sonra arkadaşlarının sonra akrabalarının ve nihayet karısının bileti çalacağına dair kabuslar görür. En sonunda da kendinden şüphelenmeye başlar. İkramiyeyi Mesut’un kazandığı kasabada duyulur duyulmaz bir curcunadır başlar. Eş, dost, akraba, uzak arabalar, sahte akrabalar, banka müdürleri, gazeteciler ve televizyon muhabirleri Mesut’un evine akın eder. Mesut iyice bunalmıştır. Filmin Mesut’un ruh halini en iyi özetleyen sahnesi Mesut ile büstünün aynı karede göründüğü sahnedir. Mesut ile eşi arasında oluşmaya başlayan güvensizlik ortamı bir akşam çatışmaya dönüşecek ve Mesut bir daha dönmemek üzere ailesini, dostlarını, dert ortağı Mahmut Hoca’yı ve çok sevdiği Mesudiye’yi terk edecektir.
“Mesudiye’de Tren İstasyonu Yok ki!”
Film, Sapanca’da çekilmiştir. Ordu’nun istasyonsuz Mesudiye ilçesi veya Datça’nın Mesudiye köyü ile alakası yoktur. Mesudiye daha çok bir simgedir. Mesut ve onun eski Türkiye insanlarının yaşadığı hayali bir beldedir. Filmde bir belediye reisi gördüğümüze göre belde olduğunu düşünmek akla yatkındır. İlçe midir, belde midir, köy müdür çok da önemi yoktur. 70’li yılların sonuna doğru şehirlerden kırsala doğru yayılmaya başlayan hesapsız kitapsız kapitalistleşme sürecinden henüz nasibini almamış korunaklı bir yerleşim birimidir. 80’li yılların eski Türkiyesi’dir. Özal’ın “Yeni Türkiyesi”ne geçişin şafağıdır. (Özal’ın Yeni Türkiyesi’ni ise bugün çoktan istimlak edip yerine AVM dikmiş bulunmaktayız.)
Mesudiye’nin Mesutları olduğu gibi Atıfları, Dombilileri de vardır. Az çok herkeste de bir bıkkınlık ve sınıf atlama, bir “yırtma” özlemi vardır. Mesut bile az da olsa bu özlemden payını almıştır. Yoksa niye piyango bileti alsın?
Kanaatkar ve İnce Bir Küçük Adam
Bu simgesel kasabanın elindekileri ile yetinmesini bilen, yumuşakbaşlı, hassas ve nesli tükenen adamıdır Mesut. Hırsları yoktur. (Ama bu adamın arkaik bir yönü de yok değildir, buna sonra değineceğiz.) Tüm olumlu özelliklerine rağmen eşi tarafından desteklenmeyen, kızı tarafından terk edilmiş yalnız bir adamdır. Tek dert ortağı Mahmut Hoca’dır.
Kadrolu Şeytanlar: Kadınlar
Gelelim Mesut’un arkaik tarafına. Mesut aslında ev halkının kötücül eğilimleri sayesinde bilgelik koltuğuna rahatça oturmaktadır. Ayten sürekli tamahkardır, lüks düşkünüdür. Sık sık arıza yapan çamaşır makinesini lojmanın penceresinden aşağı atar. Kızı Sema, kasabanın en zengin ailesinin oğlu ile evlenerek “yırtmaktan” ve hayatını kurtarmaktan başka bir şey düşünmemektedir. Düğün gecesi kayınpederinin yaptığı patavatsızlığı sineye çekerek babasına cephe almıştır. Kendi ikbalinden başka bir şey düşünmemektedir.
Çatışma olmazsa drama olmaz. Evet ama o çatışmaların altını doldurup geri planını da seyirciye sezdirecek ipuçları vermek gerekmez mi? Çatışmaların tek sebebi ailenin kadınlarının açgözlü, tamahkar ve lüks düşkünü olmasıdır. Senaryo böyle düşünmemizi istiyor. Doğal olarak mazisi olan gerçekçi çatışmalardan değil “bunun böyle, şunun da şöyle” olmasından hareketle çatışma kurmaya çalışandan beklentimiz bunların altını boş bırakmasıdır. Sema’nın babasının değil Dombili’nin tarafında yer alması meselesi tamı tamına böyle oluyor. Ama Ayten meselesinde aynı tavrı beklerken film boyunca gündelik hayat ile ilgili verilen ayrıntılar ön yargıların altını oymaya başlıyor, Ayten’in tamahkarlığına pek de kötü gözle bakamaz oluyorsunuz, Mesut’un kanaatkarlığı ise yara alıyor.
Sık sık arıza yapan çamaşır makinesi yüzünden çamaşırları elde yıkamak zorunda kalan Ayten tamahkar, makineyi değiştirmek için para ayırmayan Mesut “kanaatkar”dır. Türlü defalar söylemesine rağmen yeni bir çamaşır makinesi aldıramayıp makineyi lojmanın penceresinden atan Ayten huysuz ve dırdırcı iken Mesut “hoşgörülüdür”. Kocasının parayı alıp kaçabileceğini ima ederek onunla birlikte Ankara’ya ikramiye’yi almaya gitmek isteyen Ayten paragöz ve aşırı şüpheci iken rüyasında sırasıyla uzaktan başlayıp yakına doğru gelerek tüm dostlarını, ailesini ve eşini hırsız olarak hayal eden ve kabuslar gören Mesut “örselenmiş ve ihanete uğramış” kocadır. Biri şüphedir diğeri kabustur demeyin! Rüyalar gelecekten haber veren kehanetler olmasa da kişinin şimdiki ruh halinden, yaşam amaçlarından, izlenimlerinden ve ön yargılarından geleceğe doğru giden düşünce iplikçikleridir ve onları geriye doğru takip ederseniz çıkış noktalarını ele verirler. Mesut’un kanaatkarlığının ve bilgeliğinin de aslında başkalarını kendine basamak yapan arkaik yönünü de böylece anlattık.
Mahmut Hoca’nın Düşler Evi
Biletçi Mahmut Hoca’nın yalnız bir insan olan Mesut’un tek gerçek arkadaşı olduğunu söylemiştik. Aslında böyle bir adamın “alter ego” işlevi görüp, Mesut’un kişiliğinin “ötekisi” olarak zaman zaman Mesut ile çatışmaya girmesi, ona hoşlanmadığı şeyleri söylemesi ve Mesut’un dönüşümüne katkıda bulunması beklenir. Gel gör ki Münir Özkul tarafından müthiş başarıyla canlandırılan Mahmut Hoca neredeyse Mesut’un aynısıdır. Aynı şeyleri düşünür, onu sürekli onaylar. Bazen teselli eder. Bazen akıl verse de hiçbir zaman Mesut’tan farklı bir yerde durmaz. Mahmut Hoca, yalnız bir insan olan Mesut’un yalnızlığından sıkıldığı için yarattığı bir kahramandır. Kendi kendinin dışarı yansıtılmış halidir.
Mahmut Hoca’nın, yatalak eşi Boncuk Sultan’ın ve genç yaşta ölmüş olan kızlarının fotoğrafının vizöre girdiği bir plan vardır; Mahmut Hoca’nın ailesi bir yönden eski Türkiye’dir, can çekişmekte olan Yeşilçam’dır, ölmekte olan bütün güzelliklerdir. Bir yandan da Mesut’un kafasından dışarıya yansıtılan bir başka hayale de karşılık gelir: Yatalak ve konuşamayan Boncuk Sultan ve genç yaşta ölen kız resmi, Mesut’un ailesi ile ilgili özlemlerine karşılık gelir. Mesut’un “dırdırcı” ve “tamahkar” karısına karşılık konuşamayan ve yatağa mahkum bir Boncuk Sultan ve zengin bir aileye kapağı atmak için kendini ezip geçen (ve kaybettiğini düşündüğü) kızına karşı genç yaşta ölmüş bir kız evlat resmi.
Yerli Yerine Oturmuş Bir Final
Kahramana mağduriyet sempatisi kazandırmak için kadınları şeytanlaştırıp onlara vurmak üzerine kurulmuş ve derinlikli bir mazi ile desteklenmediği için altı boş kalmış çatışmalar ve dolayısıyla topallayan bir dramatik yapının eriştiği final müthiştir. Hatta, sadece finaller bağlamında konuşacak olursam Arzu Film yapımlarında gördüğüm en yerli yerine oturmuş ve çözüm önerisini net bir şekilde ortaya koymuş finaldir.
Mesut’un heykelinin dikilmesinden sonraki sekans Şener Şen’in müthiş drama oyunculuğunun örneklerini zevkle izlediğimiz dakikalardan sonra finale bağlanır: Eşinin ve kızının gerçek yüzünü öğrenen Mesut, tek sığınağına, Mahmut Hoca’nın evine gider. Ailesini, arkadaşlarını ve Mesudiye’yi terk edecektir. Mesut, bu iki yüzlü ilişkiler ağının dışına çıkıp kendini ruhunu kurtaracaktır. Çünkü insan toplumsal ilişkilerinin bir bütünüdür. Bilinci de toplumsal ilişkilerden türeyen bilinçten bağımsız değildir. Bu ilişkiler içinde kalındığı sürece kötü yönde değişmeden kalmanın bir yolu yoktur. “Yırtmayı”, “kendini kurtarmayı”, “çeşme akarken testiyi doldurmayı” en büyük erdem sayan bir kalabalıkta, bu kalabalık tarafından üretilmiş ilişkiler ağının içinde temiz kalmanın bir yolu yoktur. Çözüm bu ağın dışında kalmaktır. Yalnızca dışında kalmak değil, yeni, medeni, insancıl ve adaletli bir ilişkiler ağını üretmektir. Çözüm böylece, bir eksiği ile Mesut’un kafasında belirmiştir. Eksiği tamamlayan Mahmut Hoca olur: “Diyelim ki uzaklara gittin. Karından, iki yüzlü arkadaşlarından uzaklaştın, kurtuldun. Peki kendinden de kurtulabilecek misin?”
Rüya sekansından anlayabileceğimiz gibi Mesut’un en korktuğu şey değişmektir. Hatırlayacağımız gibi rüyasında yüzü aynı kendine benzeyen bir adam bileti Mesut’tan çalmaya çalışmakta Mesut ise karşı koymaya çalışırken onun kendisi olduğunu görüp şaşırmaktadır. Kendisine benzese de bu adam tavırlarıyla, giyinişiyle, suratındaki sinsi ifade ile bambaşka birisidir ve bileti aldıktan sonra eski Mesut’u boğup yok eder. Trene binen Mesut, Mahmut Hoca’nın dediğini anlar. Cebinden çıkardığı bileti yırtıp atar. Böylece kirli ilişkiler ağının dışına çıkmakla kalmayıp ağın işlemesini sağlayan başlıca yakıtı da ortadan kaldırır.
Sonuç
Filmin tek aksayan yönü altı boş bırakılmış çatışmalar, sakatlanmış dramatik yapı ve kadınlara vurma pahasına kahramanı yüceltmek değildir. Kartal Tibet’in kafasında drama ile alıştığı fabrikasyon komedi üslubu arasında bir türlü meydana gelemeyen harmanlamadır. İlk başlarda oldukça umut verici bir şekilde ilerleyen film ilk dönüm noktasından yani bilete ikramiye çıkmasından sonra Tibet’in bildik komedi üslubuna kayar. Abartılı ve yapay oyunculuklar, aşırı karikatürize tipler devreye girmeye başlayınca filmi kurtaran Şener Şen, Münir Özkul, Adile Naşit ve Tuluğ Çizgen olur. Hatta şöyle bir iddiam var: Başrol oyuncusu Şener Şen olmasa izleyeceğimiz şey, tabi ki Tibet’in kafasında olan şey, kılıbık bir adama çıkan yılbaşı ikramiyesi hikayesi olacaktır. Zaten Tibet de aşağı yukarı aynı filmi Talih Kuşu (1989) adıyla Kemal Sunal ile tekrar çekecektir. Bütün eksiklerine rağmen Milyarder, içimizi ısıtan, hala insan kalabilmiş taraflarımıza hitap eden bir filmdir. Sinemamızın 50’li ve 60’lı yıllarına hakim olan sınıf atlama ütopyası filmlerinin yani melodramların tersten okuması olarak, bir sınıf atlama distopyası olarak da ilginç bir filmdir. Şener Şen’in başrol oyuncusu olması ve Ertem Eğilmez’in işin içinde olması onu güzel yapan şeylerin başındadır.