Geçtiğimiz yıl Charlie Rose’un programına dünyanın en önemli ve saygın iş insanlarından ikisi kabul edilen Warren Buffett ve Bill Gates birlikte katıldılar. O programda bu iki önemli isim, Rose’un bir sorusu üzerine bütün dengeleri bir anda değiştirebileceğini düşündükleri üç büyük tehditten bahsettiler: Nükleer saldırı tehdidi, biyolojik saldırı tehdidi ve siber saldırı tehdidi. Handiyse bütün James Bond, Mission Impossible ve benzeri filmlerden oluşan külliyatın merkezinde bu tehditler durur. Son yıllarda Amerikan sinemasının blockbuster (“büyük bütçeli gişe canavarı” diyebiliriz) geleneğinde olayların düğüm noktasının er-geç buralara bağlanması tesadüf değildir. Mega ülkelerin en büyük korkusu, mevcut konumlarını bir anda yitirmelerine yol açacak olan bu tarzda girişimlerdir. Çektikleri filmler de bu korkunun dışavurumudur yani yıllarca başkalarına uyguladıkları şiddetin (bombalama, toplu katliam, işgal, sömürü, köleleştirme vs.) bir gün kendilerine dönme olasılığından duyulan kaygının yansımasıdır. Popüler sinemanın bir gereği olarak da sanki bu tehdit(ler) başka ülkelerin (Hindistan, Keşmir, Çin vs.) başına geliyormuş da sağ olsun Amerikalılar onları/bizi kurtarmış gibi sunulur. Yakın dönemdeki dev bütçeli çizgi roman ve çizgi dizi uyarlamaları da (Marvel, DC, Transformers vb.) dahil olmak üzere temel konsept şudur: “Dünyayı yok etmek isteyen acımasız bir güç vardır. Ve Allah razı olsun, İngilizce konuşan insanlar bizi bu dertten kurtarır.” Bu geleneğin son halkası Mission: Impossible – Fallout (Mission: Impossible – Yansımalar, 2018).
Bu girişten sonra filmden nefret ettiğim sanılmasın, filmi sevdim. Bu tip filmlerin içeriğinden çok anlatısına odaklanmayı seçtiğim günden beri dünyanın en mutlu sinemaseveri benim. Sadece hikâyenin bize nasıl anlatıldığına bakıyorum. “O helikopterler düşmüş de kumanda uçurumun yanında onun eline geçmiş de yok son saniyede bombayı engellemiş” falan gibi şeylere takılmıyorum. Yoksa “IMF diye bir Amerikan örgütü var, Sendika (Syndicate) diye bir şeyle mücadele ediyor” dedin mi kafalar karışır hatta yanar. Sübliminal mesaj avına/arayışına gerek yok. Bu tip filmleri kendi içindeki sinemasal mantığa binaen izlemek kâfi, ötesi lükse girer. Öyle “Yasaklar”daki Metin Akpınar gibi “O oradan şey etse, o da onun arkadaşı olsun, o da onun ağabeyi olacak da buraya gelecek” diye düşünürsek yandık. Görevimiz Tehlike filmleri hakkındaki başlıca beklentimiz şu olmalı: Aksiyonu ve ritmi nasıl? Bu bağlamda Tom Cruise’lu serinin altıncı filmi olan Mission: Impossible – Fallout’u beğendiğimi söyleyebilirim. Yeni karakterler, farklı ülkeler, tehlikeli sahneler, irili ufaklı birkaç sürpriz, dur durak bilmeyen bir aksiyon ve sıkı bir final. Daha ne olsun?
Mission Impossible serisinin ilk 5 filmine baktığımızda farklı yönetmenler tarafından çekilmiş, farklı stillere sahip aksiyonlar olduğunu görüyoruz. Brian De Palma’nın yönettiği ve klasik casus filmlerine dikilen bir anıtı andıran ilk film, hâlâ şahsi favorim. Tabii bunu benim De Palma zaafımla da açıklamak mümkün. John Woo’nun çektiği ve bir tür aksiyon operasını andıran ve motosiklet sahneleriyle göz dolduran ikinci film ise seride en az sevdiğim film. J.J. Abrams’ın çektiği üçüncü film Philip Seymour Hoffman’ın Owen Davian karakteriyle (tabii ki Deccal “Damien Omen”e gönderme) hafızalara kazınmıştı, orada da Davian’ın kurtarıldığı sahne gibi müthiş sahneler vardı. Brad Bird’ün yönettiği Mission: Impossible – Ghost Protocol (Görevimiz Tehlike 4 – Hayalet Protokol, 2011) seride -şimdilik- en çok beğendiğim ikinci film. Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki kovalamaca sahneleri unutulacak gibi değildir. Son filmi de yöneten Christopher McQuarrie serinin beşinci filmini de yönetmişti. Burada Rebecca Ferguson’ın çift taraflı ajanı Ilsa Faust ile belki de altı bölümlük yolculuğun en önemli ve etkili kötü adamlarından biri olan Solomon Lane’i tanımıştık. Lane’i, Michael Caine’in 2009 tarihli Harry Brown’undaki o olağanüstü Stretch karakteriyle belleğime kazınan Sean Harris oynuyordu ama ne oynuyordu! Mükemmel bir kötü (villain) ile tanışmıştık. Hatta bence Owen Davian’dan bile iyiydi.
Tom Cruise, hem süperstar olarak hem de yapımcı olarak oynadığı filmlerin biçim ve içeriğine müdahale edebilen aktörlerden biri. Açıkçası kafası ticari sinemanın gerekliliklerine basan biri olduğu için çıtayı pek düşürmüyor. Ekibi iyi. Geçtiğimiz yılki The Mummy (Mumya, 2017) faciasını saymazsak uzun yıllardır seyirciye beklediğini veren bir aktör. Mesela ben, nedense görmezden gelinen ve bizde ne hikmetse Barry Seal: Kaçakçı (2017) adıyla gösterime giren American Made’e de bayıldım. Gayet güzel bir film. Cruise’un başarı formülü basit. Yetkin ekiplerle çalışıyor ve sinemasal açıdan kaliteli yapımlara imza atıyor. Ayrıca hatalarından ders çıkarmakla kalmıyor, önceki filmlerindeki başarılı öğeleri sonraki filmlerine taşımayı da görev ediniyor. Bu bağlamda Görevimiz Tehlike serisi ders niteliğinde. Her yeni film, önceki film ya da filmlerdeki başarılı öğelerden besleniyor (hatta uçuş takibi, bir terör örgütünün kitlelerin içme suyunu zehirleme girişimi düşünüldüğünde yakın tarihli bazı James Bond filmlerinden). Son film de buna istisna teşkil etmiyor.
Evet, özgün senaryo Christopher McQuarrie’ın ama dikkatli bakıldığında serinin önceki beş filminden derin izler taşıdığını görüyoruz. İlk filmdeki çift taraflı oynayan ajan bolluğu burada da var. İkinci filmin açılışındaki kaya tırmanışı, motosiklet sahnesi, üçüncü filmdeki gibi bir mahkûm kaçırma sahnesi, dördüncü filmdeki kovalamaca sahnesindeki gibi kovaladığı düşmanı aracıyla çarparak (bile isteye kazayla) durdurabilmesi, bir önceki filmdeki iki kilit karakterin yeniden sahne alması, eski karısının yine ortaya çıkması… Ayrıca önceki filmlerde sıkça rastladığımız çok yüksekten atlama (uçaktan, bir binadan diğerine vs.), telefon komutuyla/direktifiyle kovalamaca, yüz maskesi numaraları… Binanın tepesindeki helikopter sahnesi doğrudan doğruya Owen Davian’a bir atıf, bunu görmemek için kör olmak lazım. Ayrıca çeşitli işlere yarayan aygıtlar/cihazlar, plan içinde planlar ve coğrafyadan coğrafyaya sürüklenen küresel terör dalgası da cabası.
Tabii Mission: Impossible – Fallout’ta bir sürü öğeyi birbirine kenetleyen tutkal, Ethan Hunt’ı canlandıran Tom Cruise’un o güçlü ekran kişiliği (screen presence). Onun siyahi arkadaşı için kendini ve insanlığın geleceğini riske atması bizi şaşırtmıyor, hemen ikna oluyoruz. Mesela benzer bir tercih yani “arkadaşımızı kurtaramadıktan sonra dünyayı kurtarmışız kaç yazar?” düşüncesi, yakın tarihte seyrettiğimiz Star Wars: The Last Jedi’da (2017) hiç ikna edici olmamıştı. Çalışmamıştı yani. Fallout’ta Hunt’ın karşısında bir kez daha sakin, dengeli ama korkutucu bir profil çizen Solomon Lane’i izliyoruz ve yine izlemeye doyamıyoruz. Harris yine mükemmel oynamış! Henry Cavill’ın hatta bir önceki filmde de ısınamadığım Rebecca Ferguson’ın bu filme uyduğunu pek söyleyemem ama Kane-Hunt karşıtlığı o denli güçlü işliyor ki diğerleri araya kaynıyor. Bir de normalde bu konulara girmem ama Ving Rhames’i fiziksel açıdan çok kötü gördüm, inşallah ciddi bir sağlık sorunu yoktur.
Mission: Impossible – Fallout’un (Mission: Impossible – Yansımalar, 2018) 147 dakikalık süresinde beş dakika bile dinlenmeye yer yok. Aksiyon gırla gidiyor ve sürekli bir dümen dönüyor. Önceki filmlerin kolajı niteliğindeki bazı sahnelerle ülkeden ülkeye, komplodan komploya sürükleniyoruz. Eğer bu tip filmleri seven biriyseniz kaçırmayın derim ben. İyi film.
Öteki Sinema için yazan: Ertan Tunç