“İnsanlar bizi bağnaz ve ırkçı olarak görüyorlar. Nefret doğuştan gelen bir şey değil. Öğretiliyor. Okulda bize ırk ayrımının İncil’in emri olduğu öğretiliyor.” Bayan Pell
Bir filmi “iyi” yapan özelliklerden biri, mükerrer izlemelerde farklı tatlar bırakabiliyor olmasıdır. Tabii bunun biraz da izleyiciye bağlı olduğu yadsınamaz. Chris Gerolmo’nun gerçekten yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazdığı ve Alan Parker’ın yönettiği Mississippi Yanıyor (Mississippi Burning, 1988) benim her izleyişimde gözümde büyüyen bir film. Bir izlediğimde görüntü çalışması beni büyüledi, başka bir izlemede kurgunun karşıt duyguları yaratmada ne denli güçlü bir etkisi olduğunu fark ettim, bu sefer de zıt karakterlere sahip iki ana karakterin (Anderson ve Ward) yapılandırılma biçimlerine hayran kaldım.
Aslında 1988 yılına gelindiğinde bu filmdeki üç genç aktör, Willem Dafoe, Brad Dourif ve Michael Rooker, başarıyla canlandırdıkları psikopatlarla çoktan meşhur olmuş durumdalar. Alan Parker Şerif Yardımcısı Pell’i oynayan Dourif’i karısını feci bir şekilde dövdüğü sahneye kadar bekletiyor, sahaya sadece Michael Rooker’ı (Frank Bailey) sürüyor. Rooker ırkçılığın cisimleşmiş hâli olarak etkileyici bir performans sunuyor.
İnsan hakları aktivistlerinin akıbetini araştırmak için ırkçılığın yaygın olduğu bir Güney kasabasına gelen Alan Ward (Willem Dafoe), Kennedy döneminin parlak bürokratlarını temsil ediyor. Yeni bir düzenin kurulması için ırk ayrımı (segregation) gibi kuralların kaldırılması gerektiğini düşünen bir FBI ajanı. Hırslı, kibirli, kararlı ama deneyimsiz birisi; iyi niyetli bir çaylak. Uluorta siyahilerle konuşmanın, siyahi mahallesini beyaz FBI ajanlarıyla doldurmanın o zavallı insanları nasıl güç bir duruma sokacağını öngöremiyor, onun yüzünden birçok masum zarar görüyor. Buna mukabil, Rupert Anderson (Gene Hackman) oyunun nasıl oynanması gerektiğini bilen tecrübeli bir FBI ajanı. Daha önce buna benzer bir kasabanın şerifliğini yapmış, kimin ne mal olduğunu şıp diye anlıyor. Gözetilmesi gereken hassas dengeleri iyi bilen birisi. Hazırcevap, sert, dik kafalı ama çok zeki. Şiddete eğilimi var, bu bakımdan korkutucu.
Mississippi Yanıyor ilginç bir şey yapıyor ve birbirinden hazzetmeyen bu iki ortağın kişisel özellikleriyle eylemleri arasında belirli bir noktaya kadar (hastane sahnesine dek) müthiş bir zıtlık yaratıyor. Çetin ceviz Anderson suyu bulandırmadan bir soruşturma yürütüyor, lokal şahıslarla konuşup ağızlarından laf almaya çalışıyor. Ward ise neredeyse her yöne atılıyor, yaratacağı öfke dalgasını hesaba katmadan sayısız FBI ajanını, 100 tane Ulusal Güvenlik muhafızını (bataklığı aratmak için) bölgeye yığıyor. Basın da kasabaya üşüşünce linçler ve bombalamalar artıyor. Beyaz ırkın üstünlüğüne inanan kafatasçı KKK (Ku Klux Klan) gemi azıya alıyor, bir şiddet ve katliam dalgası perdeyi kana buluyor.
Filmi izleyenler düğümü çözen olayların (tıpkı gerçek hayatta olduğu gibi) Ward’un Bay Anderson’ın yasa dışı ve etik-dışı yöntem önerilerine olur vermesiyle başladığını düşünebilirler, halbuki filmi gerçekte yaşanan olaylardan ayıran temel motif bize bambaşka bir perspektif sunmasında yatıyor. Gerçekte bu olaylar mafya muhbiri Scarpa’nın da dahil olduğu bir dizi “kayıt-dışı” FBI işkencesi sayesinde çözüldü. Mississippi Yanıyor filminde ise kilidi açan şey, Şerif Yardımcısı Pell’in karısı Bayan Pell’in zayıf halka (kayıp 50 dakika) olduğunu anlayan Ajan Ward’un yönlendirmesiyle Ajan Anderson’ın kadının ağzından laf alması oluyor. Anderson âdeta Bayan Pell’i baştan çıkarıyor ve insan hakları aktivistlerinin akıbetini öğreniyor. Aslında olayı Anderson’ın etliye sütlüye karışmıyormuş imajı veren klasik soruşturması çözmüş oluyor.
Tabii hastane sahnesinden itibaren Ward, Anderson’ın konvansiyonel olmayan yöntemlerine cevaz veriyor ama bu hastane sahnesi aynı anda çok önemli bir kırılma anına tanıklık etmemizi sağlıyor. Neredeyse komalık hâle getirilen Bayan Pell’i görür görmez gözünü kan bürüyen Anderson, avluda karşısına dikilen (ve ona tanıkla oynaştığını ima eden) Ward’a saldırıyor. O ana kadar biriken gerilimin de etkisiyle kavgaya tutuşuyorlar. Boğuşma sırasında Ward hemen tabancasını çekip Anderson’ın kafasına dayıyor. Nefesimizi tutarak izlediğimiz bu sahnede Ward, Anderson’a yeşil ışık yakıyor ve ne gerekiyorsa yapacağız diyor (“yukarıdan” onay geldiğini ima ediyor). Anderson hastaneye geri girince Ajan Bird’ün (Kevin Dunn) olan biteni başından beri izlediğini fark ediyor ve ona soruyor: “Sence beni vurur muydu?” Bird cevap veriyor: “Evet, vururdu efendim”. İşte o an Anderson’ın ilk kez Ward’a saygı duymaya başladığını (“balsy little bastard”) anlıyoruz. Artık tam anlamıyla ortaklar.
Hastane sahnesinden itibaren Anderson oyunu kendi kuralına göre oynamaya başlıyor; buna adam kaçırma, cebir, korkutma, tehdit, işkence, eve silahlı saldırı, tanığı yasa dışı yöntemlerle yanıltma dahil. Ok yaydan çıkıyor. Ama bu sayede illegal organizasyonun üç aktivisti hunharca katleden kanadında gedik açılıyor. İçeriden birinin karşı-tanıklığı ve itirafları olmasa böyle bir vaka çözülebilir miydi, hiç sanmıyorum.
Filme ilham olan olayları araştırdığımda dehşete kapıldığım bir gerçeği sizlerle paylaşmak istiyorum. FBI yöneticisi bataklığı 100 kişiye arattırdığında benzer şekillerde katledilmiş 8 cesede daha rastlamış, bunlar filmde yok. Gerçekler daha korkunç. Bir sahnede Frank Bailey, bir siyahiyi öldürmenin kendisi için bir kedinin boynunu kırmaktan farksız olduğunu söylüyor, sanki bir kedinin boynunu kırıp öldürmek normal bir şeymiş gibi. Karşınızda etik ya da hukuki hiçbir kurala uymayan yasa dışı bir suç örgütü olduğunda onlarla etik ve hukuk çerçevesinde savaşmak pek bir ilerleme getirmez. Filmde bir suçu işledikleri kesin olmasına rağmen salıverilen ırkçılar görüyoruz, daha salıverilir salıverilmez yıkım ve katliama devam ediyorlar. Öylesi bir yüzsüzlük, öylesi bir hayvanlık… Bu yaratıklarla mücadele etmek kolay değil, ABD bunun bedelini ödedi, ödüyor. Azınlıklar yüzlerce, binlerce yıldır her coğrafyada ikinci sınıf insan muamelesi görüyor (bazı kazanımlar yeni yeni elde edilmeye başlandı), bu filmin hikâye omurgası bunun aslında bir insan hakları mücadelesi olduğu gerçeğinden oluşuyor. Hatta bir sahnede ırkçılığı ahırı saran bir yangına benzetip, toplumun duyarsız insanlarını da aynı ahırda hiçbir şey olmamışçasına öylece duran ve dumandan ölmeyi ya da cayır cayır yanmayı bekleyen ineklere benzetiyor gibi. Bir başka sahnede Ward’un ağzından şu cümleyi işitiyoruz: “Bütün bu olanları seyreden ve bir şey olmamış gibi yapan herkes suçludur.”
Bütün bu felaketlerin (ve daha fazlasının) gerçekten yaşanmış olduğu gerçeğini yüzümüze tokat gibi çarpan Mississippi Yanıyor (Mississippi Burning, 1988) çok iyi bir film ama daha da önemlisi, çok kıymetli bir film. Uzun zamandır süren ve daha da süreceğe benzeyen bir insan hakları mücadelesine yapılmış onurlu bir katkı. İzleyiniz, izletiniz efendim. İyi seyirler…