Son dönemde korku sineması, özellikle de küçük stüdyoların göreceli olarak düşük bütçelere çektikleri filmler; psikolojik derinlikli, sembolik ya da metoforik anlatılar olma derdindeler. Babadook, It Follows, Goodnight Mommy, Under The Shadow, The Canal gibi filmler; düz birer korku filmi olarak da, derinlikli anlamları öne çıkan metoforik işler olarak da bu yeni vizyonun en dikkat çeken örnekleri. “Art house”un, 21. yüzyılda yeniden korku sinemasını işgalinin ayak sesleri. 2000’lerde Amerika’dan çıkan en başarılı korku filmlerinden olan The Strangers’ın (2008) yönetmeni Bryan Bertino’nun son filmi The Monster da bunun peşinde. Ancak bu konuda ne kadar başarılı, bir bakalım.
Bryan Bertino aslında önemli bir isim. Yüksek düzeyde gergin atmosferi ve gerçekçi tarzı ile dikkatleri hemen çeken The Strangers (2008) ile kariyerine başlamış, sonrasında geçen senenin en iyi bağımsızlarından February‘ye (2015) yapımcılık yapmış, 2014’te bana göre pek de başarılı olmayan ama yine de ortamalanın altı denemeyecek bir iş olan Mockingbird‘ü çekmiş takip etmeye değer bir isim Bertino. Şimdi de özellikle fragmanı ile izleyiciyi kendine çeken The Monster ile karşımızda.
Bertino The Monster’da aslında kısa film olsa daha iyi olacak bir senaryoyu almış, çekiştire çekiştire 91 dakikalık bir uzun metrajlıya çevirmiş. Üstelik karakterler, derinlikli ve çok boyutlu karakter yaratmak uğruna ruh hastası ve rahatsız edici tiplere dönüştürülmüş. Ama yine de ilginç bir şekilde merakla izletiyor kendini.
İlk bakışta, yani fragmanı izleyince zihinde uyanan ilk düşünce, Jurassic Park‘ın meşhur araba sahnesini alıp sadece onun üstünden bir film yaptıkları oluyor. Setting aynı. Karanlık ve tenha orman yolu, tamam. Aniden bastıran yağmur, tamam. Bir türlü gelmeyen yardım, tamam. Filmin canavarından sadece yerinden çıkmış otomobil camı sayesinde korunuyor olmak, tamam… Ama elbette film sadece bundan ibaret de değil.
Film, Lizzy (Ella Bellentine) ve annesi Kathy‘nin (Zoe Kazan) çıktıkları bir yolculuk sırasında, gece vakti tenha bir orman yolu üzerinde bir kurda çarparak kaza yapmalarını ve yardım beklerken gelişen olayları anlatıyor.
Lizzy’nin annesi Kathy alkolik bir anne ve aynı zamanda oldukça “sorumsuz” bir anne modeli. Lizzy’nin babası bir süre önce ikiliyi terk etmiş ve her ikisi de bu gerçekle başa çıkmak için farklı yöntemler bulmuşlar. Kathy, alkolik olmuş örneğin. Lizzy ise büyümekte, alkolik ve kontrol meraklısı annesinin boyunduruğundan çıkmak peşinde. Giderek daha bağımsız bir hal alırken, babasının yanına taşınmaya karar veriyor. Çıkılan yolculuk da bunun için zaten. Tahmin edileceği üzere Lizzy ve annesi Kathy’nin araları hiç iyi değil ve bu ikili hiç de anlaşamıyorlar.
Lizzy, histeri krizlerini andıran öfke patlamaları ile oldukça rahatsız edici bir film karakterine dönüşüyor. Bence burada problem yönetmenden çok, seçilen oyuncunun ölçülü bir öfke krizi sunamıyor olmasında. Aynı şekilde Kathy’yi oynayan Zoe Kazan da bana göre çok başarılı sayılmaz. Zaten film boyunca neredeyse sadece bu iki karakteri görüyoruz ve ikisi de gayet rahatsız edici performanslar sunuyorlar. Burada “rahatsız edici” derken, Haneke tarzı bir rahatsız edicilikten bahsetmiyorum. Kötü ve çatallı bir rahatsız edicilik bu. Bu ikilinin performansı çok değil azıcık daha sakin olabilirmiş; günümüzün meşhur deyişiyle “bir tık daha” yani.
The Monster, rahatsız edici alkolik anne ve ona karşı öfke dolu kızı arasında bir türlü durulmayan suları, ortaya çıkan gerçek bir tehlike aracılığıyla ateşkese bağlıyor. Bu “arası bozuk anne-kızın ya da baba-oğulun dış tehdit karşısında aralarının düzelmesi klişesi” üstüne çekilmiş ne ilk film, ne de sonuncusu olacak muhtemelen. Ama film bu klişeyi daha derin meselenin metaforu olarak kullanmak istiyor. Lakin biraz fazla “kör göze parmak” gibi burnumuza burnumuza soktuğundan, bence pek iyi bir yaklaşım olmuyor bu. Zira ben şahsen Babadook gibi sembolik anlamların fazlaca gözümüze sokulduğu filmlerdense, It Follows gibi ya da Goodnight Mommy gibi – bir tık daha – muğlak kaldığı filmleri tercih ediyorum. Bu tamamen benim tercihim elbette.
Ergenliğin eşiğinde, alkolik bir anne ile deyim yerindeyse “mahsur kalmış” Lizzy’nin, karanlık bir ormanda çalışmayan bir otomobil içinde mahsur kalışı ve yaklaşmakta olan canavar nedeniyle annesiyle bazı şeyleri yoluna koyuşu, en temel ve en derin korkular ve o korkularla yüzleşme prensibi üzerine bir takım sözler söylüyor söylemesine de, nedense bir şeyler eksik kalıyor. Bu yolda bir türlü “tam” olamıyor film. Ama yine de ha şimdi tamamlanır, ha birazdan diye sonuna kadar da izletiyor kendini. Çünkü her şeye rağmen Lizzy ve Kathy kendi içinde tutarlı yaratılmış karakterler ve merak uyandırıyorlar. Üstelik “canavar”ı yenecekler mi, görmek istiyoruz.
Bunun yanında filmin görselliğini başarılı bulduğumu söylemek isterim. Karanlık, kararında ve filmin temposu da fena değil. Araya serpiştirilen flashback’lerle hareketleniyor. The Monster, kuşkusuz herkese göre bir film değil. Özellikle de dakikada 35 kişinin öldüğü “hızlı” filmlerden hoşlanıyorsanız, Monster’dan oldukça sıkılırsınız. Ama son yılların “sanatlı” korku filmlerini severek izlediyseniz, Monster’ı da atlamamalısınız. Bu arada pek çok ecnebi eleştirmenden geçer not almış Monster, tam bir gece filmi. İzleyecekseniz, gece izleyin…