blankCannes Film Festivali’nden birkaç gün sonra izleyebilmemiz büyük şans elbette.  Yurtdışındaki festivallerde beğeni toplayan, ödülleri kucaklayan filmlerin yankısı kulaklarımızda uzun süre çınlardı eskiden.  Neyse ki Moonrise Kingdom için öyle olmadı!

Bazı filmler vardır şak diye belli eder yönetmenini… Yönetmenin filmine yüklediği bazı tanıtıcı dozlar vardır, karakter, oyuncu ve diyalog gibi. Anderson bunları kullanan, bağımsız ya da nev-i şahsına münhasır filmler yapan ve buna rağmen belli bir popülarite yakalamış, seyircisiyle barışık, şahane bir yönetmen!

Anderson yarattığı dünyaların absürt lezzetini aynı zamanda masalsı hale getiren, duygusal ve gerçekçi çıkışlara aynı anda olanak tanıyan bir yönetmen. Her filmde bir kaçış öyküsünün peşine takılan yönetmen bu kez çocukların kaçışına olanak tanıyor. Sam ve Suzy on iki yaşın getirdiği tüm asiliği yumuşak geçişlerle bünyelerinde depolamış iki çocuk. Hele Sam tam da büyümüş de küçülmüş modeli! İki çocuğun aşka bakış açısı, onu biçimlendirmek, var edebilmek için çabalaması teknik olarak tıpkı büyükler gibi. Onların masum aynı zamanda kararlı tavırları filmin melankoli kıvamına zorlama yaparken absürtlük bunu un ufak ediyor.  Kendimizi hayal dünyasında sürüklenen bir teknenin içinde gibi hissediyoruz. Ve bu garip sürüklenişten çok keyif alıyoruz. Başka birinin ellerinde vasat, hatta itici olabilecek, yavan ve kararsız bir hale bürünebilecek, yönetmenini bulmuş bir senaryo karşımızdaki! Burada senaryoya değil de onu kötüleştirecek olan ellere serzeniş yaptığım anlaşılmıştır umarım!

Konu kopuk ve yok olmuş aile sendromundan besleniyor, Sam’in ailesi yok, Suzi’nin ki ise kopukluktan birbirine hoparlörle seslenen ve annenin bir sigara içimlik flört ettiği bir aile.  Sam ve Suzy kaçarken de, kaçtıktan sonra da tıpkı büyükler gibi bir yaşamın içindeler. Büyükler onların bu kararlı dünyasında bocalayan çocuklar gibi hatta! Filmdeki herkes sorunlu, arızalı zira bu da Anderson’un özelliklerinden biri, sürüklenen kopuk insanlar dünyası.  Yani küçük kasabanın ciddiye alınmaktan uzak insanları ve olaylarını öyle bir fiyakalı anlatıyor ki Anderson, ciddiye alınacak insanlar ordusu ve keyifli bir seyirlik ortaya çıkıyor.

blank

Kendi adıma filmin masalsı yanını, o masalsı yana eşlik eden ve filmin içine gayet iyi yerleşen müzikleri çok beğendim. Alexandre Desplat’ın besteleri adeta filmin her karesine eşlik ediyor. Filmin absürt ve gerçekçi basamaklarını bir çocuk hızında inip çıkıyor ve filmin lezzetine lezzet katıyor!

Filmin çeşitli katmanlarında ortaya çıkan Bruce Willis (polis memuru) ve Edward Norton (oymak başı) filme varlık olarak iyi bir elektrik katıyorlar ve bir nevi vicdanı oluyorlar büyükler dünyasının! Bir de inanılmaz bir sakinliği var tabii filmin, herkesin sinirleri alınmış gibi. Bu da kasabalı ruhuna, iyi insan olmaya yapılmış bir övgü niteliğinde adeta. Film izci kampının kurallarıyla, gerçek hayatın taşan ruhunu da karşı karşıya getiriyor ve bir süre sonra her şey kuralsızlar ordusunun işgali gibi yıkılıyor.

Çok sevecek, sonuna doğru geldiğinizi hissedip üzülecek ve bu kadar basit bir konuyu nasıl oldu da bu kadar farklı, absürt, naif, karamsar ve aynı zamanda mizahi anlattı diyeceksiniz! Mutlu olmak için izleyin, çocukların dünyasından bolca hayal gücü çalın!

blank

Banu Bozdemir

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü mezunu... Sinema yazarlığına Klaket dergisiyle adım attı, Milliyet Sanat muhabirliği yaptı. Skytürk TV’de sinema, sanat ve "Sevgilim İstanbul" programlarında yapımcı, sunucu ve yönetmenlik yaptı. TRT için Bakış isimli bir kısa film çekti. Yayınlanmış yirminin üzerinde çocuk kitabı var. Halen cinedergi.com’un editörü, beyazperde.com ve Öteki Sinema yazarı.

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

blank

Öteki'den Haber Al

Buna da Bir Bak!

blank

Escape from New York (1981)

Mad Max‘den sonra en sevdiğim distopik aksiyon filmlerinden biri olan
blank

Zinda (2006)

Spike Lee’ninki ilk ‘remake’ değil. Ondan çok daha önce Bollywood