Murat Başekim, Türkiye’de çizgi roman ve fantastik edebiyat okurunun aşina olduğu bir isim. Kısa ömürlü Tam Macera dergisinde yazdığı Cinhan öyküleri, akabinde kendine has üslubuyla Anadolu’nun tekinsiz gecelerine musallat ettiği Deli Gücük senaryoları ve “şark gotiği” kısa öyküleriyle sadece sağlam bir üsluba değil, dehşet verici bir hayal gücüne sahip olduğunu gösterdi.
Geçtiğimiz haftalarda çıkan ilk romanı İskit, hayalperest hikayeci Od’un bozkırın sert şartlarında hayatta kalabilmek ve sevdiği kadınla ocaklanmak için hikayeleri bir kenara bırakıp ok salmayı, savaşmayı ve can almayı – kısacası İskit olmaya – karar vermesini anlatıyor. Murat’la yazın serüvenini, İskit’i, tarihi ve hikayeleri konuştuk.
Öteki Sinema için söyleşen: Can Yalçınkaya
Hocam, Türk okuru seni yazdığın korku çizgi romanlarıyla tanıdı ilk kez. Bize biraz yazarlığa nasıl başladığından ve çizgi roman serüveninden bahseder misin?
İlk okuduğum eserler, banka tabelaları, Cin Ali serisi ve onlardan beş yıl sonra da ‘Balonda Beş Hafta’ ile Poe Hikayeleri idi. Tabii böyle bir külliyat ile ‘zehre’ alışınca, insan fena bağımlı oluyor. Kendisi de öykünüyor ve aynı aromada metinler üretmek istiyor… O yüzden 1999’dan itibaren ben de hemen banka tabelaları yazmaya başladım. Fakat beceremeyeceğimi anlayınca, çok sevdiğim korku/macera türlerine yönelmeye çalıştım. Birkaç tanesi güzel bir edebiyat dergisinde çıktı. Sonra kendim için birşeyler yazmaya daha devam ettim.
Derken 2007’de Tam Macera projesi başladı. Cinhan karakterinin senaristliğini verdiler. Hayallerime kavuşmuştum artık. Mahmud Asrar ve bir sayıda da Yıldıray Çınar en güzel şekilde betimledi senaryolarımı.
Derken Levent Abi’nin, Deli Gücük projesi başladı. Yaklaşık 1989’dan beri hayalim bu idi: bir derginin bir köşesi… Bir projenin bir kıyısı… Bir karakterin hikayeleri.
Böylece DG albümlerine katkıda bulunma ve Korkut Öztekin, Ozan Küçükusta, Gürdal Akkoç, Emre Yüce, Sümeyye Kesgin, Murat Başol, Koray Kuranel, Uğur Sertçelik, Mert Yavaşça gibi usta çizerlerle çalışma imkanı buldum.
Senin de ikinci albümün sonuna yazdığın o inceleme yazısında (‘ Canavarlar, Deliler, Çizgi Romanlar, ve Diğer Lanetli Hikayeler’-Can T. Yalçınkaya) derinlikle anlattığın korku edebiyatı tarihçesine bayılan birisi olarak, sevdiğim metinlere öykünüyorum sadece işte.
Kendisini ‘sanatçı’ ilan eden popçular gibi ben de ‘yazar’ demeyeyim… Mesele bir tek öykünme.
Mimesis’çilik patikam,’ öyküN-yazıcılığı’ sicilim budur.
Deli Gücük serisinde Aziz Tuna’yla beraber karaktere şekil veren yazarlardan biri sensin. Hatta Deli Gücük kısa öykülerinden oluşan bir kitabın da yayınlandı DG adıyla. Bize bu iyi saatte olsunlar karakteriyle olan ilişkini anlatır mısın?
Aramızda seviyeli bir ilişki var. Ben DG’nin yaşadığı maceraların, kendi payıma düşen %10’unu naklediyorum, o da ara sıra Kızılay’da falan uzaktan görünüp ödümü kopartıyor. Şaka bir yana, DG ve onun yaratıcısı Levent Cantek olmasa hikaye kitabım olmazdı. O yüzden ikisine de ömür boyu minnettarım.
Cinhan’ı yazarken DG hikayelerini severek okuyordum. Sonrasında katkı imkanı bulunca mutlu oldum. DG hikayelerinin İsviçre Ordu Çakısı gibi çok yönlü olmasını, nice sivri uç bulundurmasını seviyorum. Son albümlerdeki sağlam hikayelerinde de gördüğümüz üzere, Kemal Tahir’den Cthulhu’ya kadar uzanabilen cesur ve nefis bir yelpazesi var DG mitolojisinin. Yani bu varlık Doğu ile Batı mitlerinin çarpıştığı bir Anadolu masalı oldu artık ciddi ciddi. Bu gücünü seviyorum.
Son olarak İskit adlı romanın yayınlandı. Çizgi romanlar ve kısa öykülerden sonra roman yazmak nasıl bir deneyim oldu?
Severek yol kat etmesem, çok zorlu bir külfet olurdu. Ama eğlendim. Önce kendime anlattım. Ve çok öğretici oldu benim için. Aylarca sabah 4.30-9.30 aralığında deldim dağı ve tüneli açtım. Umarım bu arada karpal-tüneli de açmamışımdır.
Şimdiye kadar yayınlanan işlerin tarihi/fantastik olarak nitelendirilebilir (bilim kurgu öykülerinle ödüller kazandığını da not olarak düşelim elbette!). Bu türü tercih etmendeki nedenler neler?
Sevdiğim hikayelere ‘gerçek dünya vizesi’ koymuyorum. Sınırlarımdan serbestçe geçebiliyorlar. “Uydurma bunlar” suçlaması benim için bir hikayenin kalifiye olma ihtimalinin ilk (ama yegane olmayan) habercisi. O eski sihrin peşindeyim. Gerçek dünya yeterince acılarla, sevimsizliklerle dolu zaten… Bir de bunları yazıda yeniden üretmeye, simüle etmeye gerek yok diye düşünüyorum. Gerçekçilik akımına torpil geçen Kanonlar, beyaz Avrupalı adamlar tarafından yazılmıştı, bunu unutmamaya çalışıyorum. Gerçek hayatta da, edebiyatta da fazla gravitas’ın zararlı olduğunu düşünüyorum.
Ama tabii Kanonları topyekün umursamaz değilim, Kızılmaske’nin Karamazov Kardeşler’den daha iyi olduğunu söyleyecek halim yok. (Ama Zagor daha iyi elbette.)
Tarihi anlatılar yazarken nasıl bir araştırma süreci içine giriyorsun? Örneğin İskit’te kullandığın detaylar tarihi bilgilerle ne kadar örtüşüyor? İskit bir tarihi roman mı? Fantastik mi?
Bir diyar üretmek istemedim; yapılabilecek tüm araştırmayı yapayım dedim. Mevcut herşeyi topladım, okudum. Özümsedim. Sonra da sadık kalarak kurdum. Nice bakımdan İskit, tarihi bir anlatı. Marifetli bir üstün-insan kahramanı bile yok. Fakat o noktada bırakmayıp, bir köşesinden büktüm. Gerçekçilik sınırlarını biraz zorlayıp hokus-pokus yaptığım yerler oldu.
İskit’te değindiğin temalardan biri de “hikaye olarak tarih”. Sence tarihçiler de hikayeci midir? Ya da Herodotus gibi “yalancı” mıdırlar?
Tarih, bence, bir ormana gidip, sonra sadece oradaki çiçeklerden bir demet toplayıp sunma acizliği. Gerçeği asla bilemeyeceğiz; hem sonra algımız sürekli kendi zamanımızın filtresinden süzülecek. Onların düşünce ve yaşam biçimlerini asla tam anlayamayacağız. Örneğin bazı eski ilkel kabileler, küçülen, solan Ay’ı tekrar eski parlak haline getirmek için ayin yapardı. Böylece her ay, korku dolu nice geceler geçiriyorlar… Bunu bizim bu çağda anlamamız imkansız. Çünkü o sihir yitirildi… Her anlamda.
Yani evet, her tarih, bir anlatıdır bence. Uzun zaman sonra, bu devirleri nasıl anlatacaklar kimbilir…
11 Eylül kitaplara girer elbette, ama ya diğer acılar, mutluluklar? Tarihçilerin ilgi, bilgi ve dikkat çeperine girmeyi başarmış her bir tarihi yaşanmışlığa karşılık, çemberin dışında kalan, unutulacak belki yüzlerce, binlerce bilgi parçası olacak.
İskit’ten tarihi roman olarak bahsediyoruz fakat “yaşadığımız toplumla uyuşmama”, “ulusal/kültürel aidiyet hissetmeme” gibi modern temaları işleyen, hatta meta-anlatı yapısıyla postmodernizme de göz kırpan bir yanı var. Bu düşüncelere katılır mısın?
Tamamen doğru. Bir yanı ile bizimle de konuşsun istedim. Mevcut nice kılıç-büyü hikayeleri ile metinlerarası bir hısımlığı var… Ama ne yazık ki kahramanımızın tek hısmı bunlar, diğer öyküler. Onun dışında mutlak bir yabancılaşma, sürgün ozan hali içinde. Tek başına. İnsanlık tarihi gökdeleninin bize ait katlarına yakın dertleri ve tasaları var.
Bundan sonra sırada ne var?
Şu anda iki eser yazıyorum:
“Vizeye girmemiş bir öğrenci için telafi sınavı” ve “Karneler”.
Bu epik çalışmalar bittikten sonra, umuyorum ki başka şeylerle uğraşma fırsatı bulabileceğim.