Murat Çetinkaya’yı Sonsuz filminden hatırlıyorum, son filmi Bir Aile’nin iki gösterimine davet etti, gidemedim ama filmle bir şekilde buluştuk. Bir Aile gerçekten de birçok konuda sorgulama imkanı yaratan, insan psikolojisiyle ilgili detaylı gözlemlere dayanan bir film olmuş. Murat Çetinkaya’ya sorularımı yönelttim, iyi okumalar… (Film henüz festivallerle buluşmadı, o yüzden spoiler noktaları olduğunu hatırlatmak isterim.)
Öteki Sinema için söyleşen: Banu Bozdemir
Merhaba Murat biraz seni tanıyalım mı?
Kısa film yönetmeni, öğretim görevlisi ve doktora öğrencisiyim. Şu ana kadar beş kısa film yaptım. Bir Aile dördüncü kısa filmim ve yeni tamamlandı. Beşinci kısa filmimin post prodüksiyonu da tamamlanmak üzere. İstanbul Bilgi Üniversitesi, Beykoz Üniversitesi ve Okan Üniversitesi sinema bölümlerinde öğretim görevlisi olarak çalışıyorum.
Sonsuz filmini hatırlıyorum, atmosferi ve hikayesiyle farklı bir yere koyduğum bir film olmuştu, filmlerini çekerken seni etkileyen duygu ya da düşüncenin ne olduğunu sormak isterim…
İlk üç filmimi yaparken daha çok görsel-işitsel motivasyonların etkisindeydim. Bana film yapma heyecanı hissettiren şeyler çoğunlukla çarpıcı mekanlar ve atmosferler oluyordu. Son iki filmim Bir Aile ve Naciye Öğretmen’de ise çıkış noktam hikaye oldu. Ancak dönüp baktığımda beş filmde de yalnız mekanlarda yalnız karakterler görüyorum. Geliştirmekte olduğum filmlerde de durum böyle. Sanırım beni en çok bu heyecanlandırıyor. Bunun yanında, keskin ve net çatışmalar yaratmayı seviyorum ama öte yandan büyük çatışmalar içermeyen, anlatmaya değer görünmeyen olayları ve durumları anlatan hikayelerden de etkileniyorum. “Bu daha zor olabilir mi” diye de düşünüyorum ve bunu da denemeye çalışıyorum.
Liderlik kavramını sorgulamıştın orada, görünmezlik ve şiddetten beslenen bir lider ve düşen maskesi… Neden bu kadar ütopik bir ortamda sorgulamak istedin bu kavramları?
Söylediğim gibi, Sonsuz’da çıkış noktam bir mekandı. “Bu mekanda nasıl bir karakter olabilir” sorusunu düşünerek başladım hikayeyi yazmaya. Bir kavramı sorgulamak, bir düşüncenin peşinden gitmek gibi motivasyonlarla çıkmamıştım yola. Trabzon’da sahilde dev bir boşluğun ortasında duran bir güvenlik kulübesini tesadüfen görüp görsel açıdan çok çarpıcı bulmuştum. Kulübenin fotoğrafını çektim ve o kulübede bir karakter hayal edip onun hikayesini düşünmeye başladım. O yapayalnız kulübenin fotoğrafı bana hep tedirginlik, güvensizlik gibi duygular hissettirdi. Bununla ilişkili olarak senaryonun ilk taslaklarında ana karakter bütün gün o kulübede hiçbir işe yaramadan bekleyip gece olunca evsiz bir adamın gelmesinden korkan bir güvenlik görevlisiydi. Zamanla bu çatışmanın mekanın büyüsünün hakkını vermediğini düşünmeye başladım ve karakterlerin de mekanın da daha büyülü olması için düşünmeye başladım. Derken filmin evreni adım adım sürreal bir hal kazandı ve bir distopya ortaya çıktı. Başlarken aklımda böyle bir şey yoktu. Ne bir kavram, ne de distopya… Sadece bir mekan vardı elimde.
Son filmin Bir Aile de farklı bir sorgulama içeriyor. Bu konunun ortaya çıkış öyküsü nedir?
İnsan ruhunun potansiyelinin çok çeşitli ihtimaller barındırıyor olması bir süredir ilgimi çekiyor. Her insanın belirli durumlarla karşılaştığında her şeyi yapabilir, her şeye dönüşebilir, bambaşka biri olup çıkabilir hale gelmesi ilgimi çekiyor. Bu durumu günlük yaşamda gözlemleme şansı bulduğumda keyif alıyorum ya da dramatize edebildiğimde heyecanlanıyorum. Geliştirdiğim birkaç hikâyede de bu durumun üzerine gitmeye çalışıyorum. İnsanın kendisine, kurduğu ilişkilere dair kesin kanılar taşımasının bir yanılgı olduğunu düşünüyorum. Daha önce tanışmadığımız bir durumla yüzleştiğimizde birdenbire hiç onaylamadığımız, kendimize çok uzak sandığımız hallere bürünebiliyoruz. Şartlar zorlandığında günlük hayattaki sahne duruşumuz şıp diye tuz buz olabiliyor. Bir Aile’nin hikayesinin ilk satırlarını bu durumun üzerine gitmeye çalışırken keşfettim. Basit sorular üretmeye çalışırken çıkıverdi fikir. Kendini çok iyi bir eş, çok iyi bir anne, çok iyi bir baba olarak gören birisi aniden çok bencil birine dönebilir mi? Eşini, ailesini hiç umursamaz hale gelebilir mi? Gelirse bu nasıl olur? Hikaye için bana yola çıkma heyecanı veren sorular bunlardı. Bu ters yüz olma halini yaşatmak için bir aileyi seçtim. Mutluluğun birdenbire darmadağın olması, sevginin zarar görmesi, ilişkilerin aniden bozulması hallerini en çok bir aile hikayesi çerçevesinde hayal ettiğim zamanlarda heyecan duydum.
Senaryo aşaması ne kadar sürdü? Daha doğrusu filmin toplam ortaya çıkış süresi ne kadar sürdü?
Senaryo üzerinde yaklaşık 6 ay boyunca yoğun çalıştım. Belirli bir noktaya ulaştıktan sonra irili ufaklı revizyonlar sete çıkana kadar sürdü. Prodüksiyon aşaması ise beklediğimden uzun sürdü. Prodüksiyonun ilk adımını mekan bakmak olarak düşünürsek tüm yapım yaklaşık bir sene sürdü diyebiliriz. Bu kadar uzun sürmesinin öncelikli sebebi yapımı tek başıma üstlenmek zorunda kalmış olmam. Her şeyle tek başıma ilgilenmek ve bu sırada yaptığım yanlış tercihler bana çok zaman kaybettirdi. Bu yanlışlardan önemli dersler çıkardım. Yanlış insanlarla zaman kaybede kaybede doğru insanları buldum ve bir filmi yaparken doğru insanlarla çalışmanın önemini çok iyi anladım.
Filmdeki tüm mekanların görselliğinden çok memnunum ama bu mekanlarda prodüksiyon yapmak bazen çok zordu. İstanbul dışı olması, doğanın kalbinde, kara ulaşımına kapalı bir koyda, denizde ve yalnız bir adada çekim yapmak… Tüm bunlar kısıtlı imkanlarla üretilen bir bağımsız kısa film için gerçekten zorlayıcıydı. Ekibimdeki çok nitelikli, iyi niyetli ve filmi sahiplenmiş insanlar sayesinde bu sahnelerin altından kalkabildik.
Aile olma kavramını sorguluyorsun orada, çocuklu bireylerin yeniden bir aile kurma hikayesi… Mantık olarak sorgulayınca aslında pek yanlış göremiyoruz, herkes öncelikle kendi canından olanın derdine düşer, burada asıl sorgu noktamız neresi?
Sanırım bahsettiğiniz bu normal durumun görünür hale gelmesi ve görünür hale geliş şekli bana ilginç geliyor. Ortada bir sorun yokken, her şey güzelken gururla üstlenilen toplumsal rollerin ya da sadece takılan maskelerin yaşamsal bir çelişkiyle, ruhumuza dokunan bir durumla yüzleştiğimiz anda nasıl buharlaşıp yok olabileceğini ortaya koyma iddiasında film. Filmde ana karakterler kendi canından olanı kaybetme korkusu ile yüzleştiklerinde ruhlarının çekirdeği ortaya çıkıyor. Aile, evlilik, eş olmak gibi tanımlamalar buharlaşıyor. Senaryoyu yazarken duygularımızın, deneyimlerimizin ne kadar gerçek, toplumsal rollerin ya da kimliklerin ise ne kadar boş olduğunu daha iyi anladım.
Filmde anne babanın çocuklarını araması için deli gibi bağırması gerekmez mi, orada bir kısıtlama seziyoruz, biraz onu açıklamanı istesem…
Oyuncularla konuşmalarımızda olay yeri uzaktaki ada olduğu için karakterlerin yolculuk boyunca sadece adaya odaklanmalarının daha doğru olduğuna karar verdik. Kızların başına ne geldiğine dair akıllarındaki tüm sorulara adaya varınca cevap bulacaklarını biliyorlar. Bu nedenle bir an önce adaya varmak için can atıyorlar ama ada çok uzakta ve bağırmalarının işe yaramayacak olduğunu biliyorlar. Sahneye bu şekilde yaklaştık ve oyuncular bu şekilde oynadılar. Yine de oyuncular bir iki kere benden ve senaryodan bağımsızlaşıp boş denize doğru bağırdılar. Kurguda bu oyunları kullanmak için biraz uğraştık. Oyuncular iyi oynamışlardı ama bununla beraber bağırma anları bir rahatlama yaratıyordu. Kayıktaki o sessiz gerginliği, o sıkışmışlık halini kırıyor gibi geldi. Bunun hiç istemediğimiz bir şey olduğunu gördük ve o planları kullanmamaya karar verdik. Umarım doğru bir karar olmuştur.
Film bir yandan çok yönlü bir sorgulama yaratıyor, bu iyi bir şey. Kızların kaybolmasından, anne babanın tavrına kadar psikolojik bir tabanda ilerliyor. Anne babanın tavrıyla ilgilenirken kızlar cephesinde neler yaşanıyor acaba diye sormadan edemedim… (Buna kızların ebeveylerini şaşırtmak için giriştikleri bir oyun mu fikri de dahil.)
Filmin bu bahsettiğiniz soruyu ve “kızlardan biri diğerine bir şey mi yaptı?” sorusunu izleyiciye sordurması senaryoyu yazarken amaçladığım bir şeydi. Kızlar cephesinin merak edilmesine seviniyorum. Senaryo ilk taslaklarda ana karakterler olan anne ve babaya daha fazla odaklanıp kızlara pek zaman ayırmıyordu ama sonra bu aile tablosunda kızların durumlarını da inceleme isteği duymaya başladım. Bu seçimin daha katmanlı bir anlatı yarattığını umuyorum. Filmin fazla uzaması endişem olmasa kızların arasında olanlara dair biraz daha ipucu yaratabilirdim ya da açık bir şekilde aralarında geçenleri anlatabilirdim. Kızların anne babayla ve kendi içlerindeki çatışmaların çok verimli bir toprak sunduğunu düşünüyorum. İncelemesi çok keyifli. Dramaya çok açık.
Oyuncu seçimini nasıl yaptın? Bülent Çolak iki filminde de yer alıyor…
Önceki kısa filmlerimle birlikte düşününce Bir Aile oyunculuğun en belirleyici olduğu filmim. Oyuncu seçimi ve oyuncu yönetimi üzerine bu kadar düşünmek zorunda kalmamıştım hiç. Önceki filmlerimde oyuncu kadrosu en fazla üç kişilikti. Hatta ikinci kısa filmim tek karakterli ve diyalogsuzdu. Bir Aile’de ise beş oyuncuyu bir araya getirdim ve yoğun diyaloglar yönetmem gerekiyordu. Çok öğretici bir deneyim oldu. Doğru oyuncuyla çalışmak, diyalog yazımı, diyaloglu sahne yönetimi gibi konularda çok şeyler öğrenme şansı verdi bana.
Casting aşaması bazı açılardan zordu. Karakterler bir aradayken aile görüntüsü vermelilerdi ama sonradan oluşmuş bir aile olduğu için aralarında mükemmel bir uyum olmamalıydı. Bahar ile Tamer birbirini seçerek evlendiği için uyumlu görünmelerinin, kızlarda ise durum tam tersi olduğu için onların uyumsuz görünmelerinin gerçekçi bir tablo olacağına karar verdim. Bu noktada cast direktörü Ezgi Karaöz’ün büyük yardımı oldu. Ezgi iki kız için hayal ettiğim kontrastı çok iyi anlayıp Mina Örkü ile Lara Aldoğan’ı önerdi. İki oyuncuyu yan yana gördüğümde birlikte oluşturdukları görüntüden çok memnun kaldım ve birkaç okuma provasından sonra bu oyuncularda karar kılmam çok zor olmadı.
Bahar karakteri için kararsız kaldığım, aradığımı bulamadığım zamanlar oldu ama neyse ki bu kez de bir başka değerli cast direktörü Berfin Elif Binbay devreye girdi ve Pınar Güntürkün’ü önerdi. Pınar aklımdaki yüzdü. Senaryoyu çok beğendiğini söyledi. Heyecanını hissedebiliyordum. O güne kadar kendisini tanımıyordum ama senaryo üzerine benimle yaptığı tartışmalardaki detaycılığı işine olan saygısı, disiplinini ve sahiciliğini belli ediyordu. Ona güvenmem çok kolay oldu.
Bülent Çolak’la aramda zaten önceki filmden gelen bir uyum ve güven söz konusuydu. Kendisiyle daha sinopsis aşamasında hikayeyi tartışmaya başladım. Bülent çok iyi bir oyuncu olmasının yanında çok iyi bir yol arkadaşı. Fikirlerine güvendiğim bir insan. Senaryo hakkında bana çok doğru sorular sordu. Önemli uyarıları oldu. Filmde yer almak için de çok heyecanlıydı. Bu bir yönetmen için çok değerli. Kolay bulunan bir durum değil.
Kötü haberi veren adam rolü kısa ama çok önemli bir rol. O kısacık oyun süresinde izleyiciyi inandırması gerekiyordu. Bu rol için epey seçenek taradım. Birbirinden farklı yüz ifadeleri, aura’ları olan oyuncular üzerinde durdum. Bir noktada o yöreye ait olmayan, garip, ilginç bir yüz olması seçeneği üzerinde durdum. 6-7 farklı oyuncu üzerinde epey düşündüm. Derken bir oyuncu arkadaşım Yaşar Gündem’i önerdi. Yaşar Abi o güne kadar üzerinde durduklarım arasındaki en doğru yüzdü. Kalın sesi, iri yapılı olması ilgimi çekti. “O kötü haberi bu adam verebilir” dedim. Yaşar Abi de hikayeyi çok beğenip tanıştığımız andan itibaren çok profesyonel bir tavırla hep yanımda oldu. Oyuncularım açısından çok şanslı olduğumu düşünüyorum.
Bir Aile’de ilk kez cast direktörü ile çalıştım. İyi bir cast direktörüyle çalışmanın avantajlarını deneyimlediğim bir oyuncu seçim süreci oldu. Maalesef kısa film yönetmeni olarak oyuncularla bireysel ilişki kurulduğunda oyuncuların tutarsızlıklarına, saygısızlıklarına maruz kalınması oldukça olası bir durum. Telefonlara çıkmamalar, söz verip geri dönmemeler, “ghosting yapmalar”… Ama bunu cast direktörüne yapamıyorlar sanırım. Diğer konu ise cast direktörünün bir karakter için çok sayıda oyuncuyu aynı anda önerebiliyor olması. Hangi oyuncunun o rol için heyecanlı olup hangisinin olmayacağını bilmesi. Bu da yönetmenin işini kolaylaştıran bir durum.
Filmi nerede çektin, maddi olarak nasıl karşıladın, bir destek ya da fon aldın mı?
Filmi İzmir’in Seferihisar ilçesinde çektim. Ev dışındaki tüm mekanlar yapım şartları açısından çok zorlayıcıydı. Hem şehir dışı hem de doğanın kalbi… Bu nedenle prodüksiyon bir kısa film için büyük denebilecek bir noktaya geldi maalesef.
Film, Kültür Bakanlığı ve TRT destekleri ile çekildi ama bu destekler tek başına bütçeyi karşılamadı. Açığı kapatmak için filme ortak yapımcılar dahil ettim. Bunun yanında ailemden ve dostlarımdan destekler aldım. Kendi minik birikimlerimi tamamen filme yatırdım. İzmir Sinema Ofisi’nin de önemli yardımlarını aldım. Son olarak da Fongogo kampanyası başlattım ve nihayet filmi çektim. Devlet desteği ve yanımda olan insanlar olmasaydı filmi tamamlayamazdım. Ama şimdi de festival başvuruları büyük problem. Bu aşamaya ayrılması gereken bütçe de hiç az değil. Türk Lirası bu kadar değer kaybetmişken yurt dışı başvuruları yapmak hiç kolay olmuyor. Film yapan insanlar olarak tüm problemleri kucaklamaya ve yola devam etmeye alıştık artık ama finansman yaratma konusundaki sorunlar çözülmezse ülkemizde kısa film üretimini çok güzel günler beklemediği kesin. Artık maliyetler eskiye kıyasla çok yüksek ve kısa filmin pek bir maddi geri dönüşü olmuyor bilindiği gibi. Bu durum yönetmenler için oldukça demotive edici olabilir.
Filmin festival yolculuğu başladı mı, nasıl tepkiler alıyor? Ülkemizde yapılan festivaller konusunda neler söylersin?
Festival yolculuğumuz henüz başlamadı. Festival başvuruları için finansman yaratmaya çalışıyorum.
Festival alanının kısa film yönetmenleri için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Ülkemizde kısa film 2000’lerin ilk yarısından bugüne belirli bir ilerleme gösterdiyse bunda nitelikli sinema insanlarının yönettiği nitelikli festivallerin çok büyük payı var. Kısa filmin önemsenmesi, iyi kısa filmlerin görünür olması, tartışılması, kısa film yönetmenlerinin sinema yazarlarının, akademisyenlerin eleştirilerinden beslenmesi, sonraki film için motivasyon bulması… Ülkemizdeki birkaç festival bu imkanları gerçekten sunuyor. Nitelikli festivallerin sayısının artması kısa filmin gelişimi için çok önemli.
Bundan sonra film yolculuğun nasıl devam edecek, uzun metraj çekme fikrin var mı?
Kısa filmi çok önemsiyorum. Kısa film çekmeye devam etmek isterim. Artık uzun metraj çekmek için hazır hissettiğimi de söyleyebilirim. Bugüne dek zamansızlık yüzünden tamamlayamadığım uzun hikayelerim var. Artık odaklanıp onları tamamlamak ve gerçekleştirmek için ilk adımları atmak istiyorum.
Son olarak neler söylersin?
Bir Aile için yanımda olanlara, bu söyleşi için de size çok teşekkür ederim. Umarım film iyi olmuştur.